Ali İmran Suresi
PEYGAMBERLER ORDUSU
Sonra, peygamberler ve peygamberlik kafilesi arasındaki gerçek ilişkinin Allah'a verilen söz ve yemin ile gerçekleşmesinden söz ediliyor. Böylece Risalet kafilesinin son halkasına uymayanların sapıklığı ile Allah'a verilen söze ve mutlak olarak evrenin, yasası dışına çıkmış olacakları ilkesine dikkat çekiliyor.
81- Hani Allah, peygamberlerden `Bakınız, size kitap ve hikmet verdim, ilerde yanınızdaki kitabı onaylayan bir peygamber gelince ona kesinlikle inanacak, kendisini destekleyeceksiniz' diye söz aldı; `Bu direktifimi kabul ettiniz, omuzlarınıza yüklediğim bu görevi üstlendiniz mi?' dedi. `Kabul ettik' dediler, Allah da `Birbirinize şahid olunuz, ben de sizinle birlikte şahidlerdenim' dedi.
82- O halde bundan sonra kim sözünden dönerse onlar fasıkların ta kendileridir.
83- Yoksa onlar Allah'ın dininden başka bir din mi arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde bulunanların tümü ister-istemez O'na teslim olmuşlardır ve O'nun huzuruna döndürüleceklerdir.
Yüce Allah bizzat kendisinin ve peygamberlerinin şahitlik ettiği dehşet verici sağlam bir söz almıştı. Her peygamberden alınmış bir sözdü bu. Buna göre bir peygambere her ne zaman bir kitap, bir hikmet verilirse, kendisinden sonra gelen ve elindekini doğrulayan bir peygamber geldiğinde ona iman etmeli, desteklemeli ve onun dinine uymalıdır. Allah bu ilkeyi, kendisi ile her peygamber arasında gerçekleşen bir sözleşme kılmıştır.
Kur'an'ın ifadesi birbirini izleyen peygamberler arasındaki zaman dilimlerini katlamakta ve hepsini bir sahnede bir araya getirmektedir. Yüce Allah onlara hep bir arada hitap etmektedir: "Bu direktifini kabul ediyor ve omuzlarınıza yüklediğim önemli görevi üstleniyor musunuz?"
"De ki: `kabul ettiniz omuzlarınıza yüklediğim bu görevi üstlendiniz mi?
"Kabul ettik dediler"
Yüce Allah bu sözleşmeye kendisi şahid olur ve onları da ona şahid tutar:
"De ki: `öyleyse birbirinize şahid olun, ben de sizinle beraber şahid olanlardanım".
Kur'ani ifadenin canlandırdığı bu dehşet verici güzel tablo karşısında gönüller ürperiyor ve olumlu cevap veriyor. Bu tabloda peygamberler yüce Yaratıcının huzurunda gösteriliyor:
Bu sahne ile aziz kafilenin dayanışma halinde birbirine bağlı, hep birlikte, teslimiyetle yüce direktiflerine bağlı olarak yürüdükleri ortaya çıkmaktadır. Bu kafile, yüce Allah'ın insan hayatının üzerine kurulmasını dilediği ondan sapmaması, parçalanmaması çelişmemesi ve çatışmamasını dilediği biricik gerçeği temsil etmektedir. Bu görevi ancak Allah'ın kullarından seçkin biri üstlenir. Görevi bitince kendisinden sonra seçilene devreder. Görevi bitince ardından gelen kardeşine kendisi de uyar peygamberin kendinden olan bir girişimi yoktur. Onun bu görevde bireysel bir maksadı, bir şöhreti yoktur. O ancak seçilmiş bir kuldur. İlahi emirleri insanlara ulaştırmakla yükümlüdür. Bu çağrının insan nesilleri arasındaki proğramını yapan, el değiştiren, bu kafileyi dilediği gibi yönléndiren ve idare eden yüce Allah'tır.
Bu sözleşme ve bu düşünce ile Allah'ın dini, bireysel taassubtan, peygamberin şahsi tutkunluğundan, ırkını kayırma taassubundan, O'na uyanların kendi inançlarının taassubundan, kendi bireysel tutkularından, kavmî tutkularından kurtulur. Bu biricik dinde bütün işleri yalnız Allah'a havale edilir. Zaten bu aziz ve değişmez kafilenin sürekli izlediği yol da budur.
Bu gerçeğin ışığı altında, ehl-i kitaptan son peygambere (salât ve selâm üzerine olsun) iman etmekten, ona yardımcı olmaktan ve onu desteklemekten, eski dinlerine bağlılık -bu bağlılık dinlerinin gerçeğine bağlılık değildir. Çünkü dinlerinin gerçeği, O'na iman etmeye, O'na destek olmaya çağırıyor. Bu bağlılık kendi bireysel tutkunluklarını dini bağlılıklarının yerine koyup onlara yapışmakta gösterilen taassubtur- iddiasıyla geri duranların yanlış yaptıkları ortaya çıkmaktadır. Zira onlara dinlerini ulaştıran peygamberler, hayranlık veren güzel bir tabloda onların ilâhlarına büyük ve ağır bir söz vermiştir. Bu gerçeğin ışığında ortaya çıkıyor ki, onlar peygamberlerin direktiflerinden ve Allah'ın onlarla birlikte olan sözünden dışarı çıkıyorlar. Son peygambere uymayan ehl-i kitap mensupları; aynı zamanda bütünü ile yaratıcısına teslim olan, O'nun emri ve dilemesiyle işlerini proğramlayan, Allah'ın yasasına boyun eğen bu evrenin nizamına da karşı çıkmış oluyorlar.
"O halde bundan sonra kim sözünden dönerse onlar fasıkların ta kendileridir".
"Yoksa onlar Allah'ın dininden başka bir din mi arıyorlar. Oysa göklerde ve yerde bulunanların tümü ister-istemez O'na teslim olmuşlardır ve O'nun huzuruna döndürüleceklerdir."
Fasıklardan başkası son peygambere uymaktan geri durmaz. Anormallerden, sapıklardan başkası Allah'ın dinine sırt çevirmez. Bu koca kainatta Allah'ın yasasına her yönüyle bağlı olan, itaat ve teslimiyet gösteren kainatın ortasında sapıklardan ve itaatsizlik edenlerden başkası karşı koymaz.
Allah'ın dini birdir. Tüm peygamberler ona çağırmıştır. Bütün peygamberler bu din üzere antlaşmışlardır. Allah'ın sözü birdir. Her peygamberden o sözü almıştır. Yeni dine iman etmek, peygamberine uymak, onun yaşam yolunu her yaşam yoluna karşı desteklemek, bu sözleşmeye bağlılığın gereğidir. İslâm'a sırt çevirenler Allah'ın dininden bütünü ile sırt çevirmiş, Allah'a verilen söze ihanet etmiş olurlar.
Yeryüzünde Allah'ın sistemini yürürlüğe koyan, ona bağlılık gösterme ve ona tüm varlığını adama ile gerçekleşecek olan İslâm, evrenin değişmez yasasıdır. Bu kâinatta her canlının dini odur.
Bu, İslâm'ın ve teslimiyetin kapsamlı, engin bir tablosudur. İnsanların gönüllerine inen ve vicdanlarını etkisi altına alan evrensel bir tablodur bu. Bütün canlıları ve cansızları bir yasaya, bir kanuna, bir sonuca götüren üstün ve egemen bir yasanın tablosudur bu.
"Ve O'na döndürülürler."
En sonunda yüce tasarlayıcı, egemen ve hakim olan Allah'a dönüşten başka çıkar yolları yoktur.
İnsan kendi mutluluğunu, rahatını, gönül huzurunu, durumunun düzelmesini dilediğinde; kendi gönlünde, yaşam tarzında ve toplum hayatında Allah'ın yoluna dönüş yapmalıdır. Zira bunun dışında evrenin bütün düzeni ile uyum sağlayacak bir sistem yoktur. İnsan kendi başına bir yaşam tarzı düzenlediğinde Rabbinin düzenlediği evrenin sistemiyle uyuşmaz. Oysa insan evrende yaşayacak ve evrenin düzeniyle ilişki içinde olacaktır. Düşüncesinde ve bilincinde, realitesinde ve ilişkilerinde, işinde ve çalışmasında insanın nizamı ile evrenin düzeni arasında bir uyum sağlandığında, ancak insanın gücü korkunç kainat güçleriyle çatışma yerine onlarla işbirliğini garanti eder. Bu kainat güçleriyle çatıştığında paramparça, darmadağın olur gider. Ya da herhalde Allah'ın kendisine bağışladığı oranda yeryüzünde hilafet görevini yerine getiremez. İlahi sisteme boyun eğdiğinde kendisine hükmettiği gibi kainatta bulunan bütün canlılara da egemen olan evrenin yasalarıyla uyum içine girer. Evrenin yasalarına karşı anlayışlı olduğundan onun sırlarını elde etme; onlara egemen olma; kendisine mutluluk rahat, huzur getirecek biçimde ondan yararlanma; korku, sarsılma ve yok olma endişesinden kurtulma imkânını elde eder. Evrenden yararlanma, kâinatın ateşiyle kendisini yakmak değil; ateşle pişirme, aydınlanma ve ısınmadır.
İnsanın fıtratı temelde evrenin yasasıyla uyum içindedir. Her nesnenin ve her canlının ilâhına teslim oluşu gibi o da teslim olmuştur. İnsan, yaşam düzeni ile bu değişmez yasanın dışına çıktığında yalnız evrenle çatışmakla kalmaz, her şeyden önce yapısında varolan fıtratı ile çatışır, güçsüz düşer, darmadağın olur, sarsılır, şaşkınlığa düşer ve böylece bugünkü yolunu şaşırmış, talihsiz insanlığın yaşadığı gibi onca bilimsel başarılara, maddî ve medeni bütün kolaylıklara rağmen, işkence içinde ve bunalımlar içinde yaşar .
Bugün insanlık acı bir boşluğun ızdırabını çekmektedir. Bu boşluk; ruhun fıtratının, yokluğuna katlanamayacağı gerçeklerden boş bırakılmasıdır. İman gerçeğinden, hayatının ilahi yoldan uzak kalma boşluğundan, kendi hareketi ile içinde yaşadığı evrenin hareketini koordineli hale getiren yoldan mahrum oluşudur.
İnsanlık, içinde yaşadığı susuz çöllerin kavurucu sıcaklığında, nemli serin gölgelerden uzak kalış boşluğunun ızdırabını çekmektedir. Doğru çizgiden, alışılmış, belirginleşmiş yoldan uzak kalışın içinde yüzdüğü ızdırab ve bataklığın boşluğundan!..
Bu nedenle insanlık; bedbahtlık, ızdırab, şaşkınlık ve sıkıntı içindedir. Mahrumiyet, açlık ve boşluğu somut olarak yaşamaktadır. Afyon, esrar ve uyuşturucularla, delicesine hız yarışıyla, ahmakça maceralarla, hareketlerde, giyinişte ve yemede anormalliklerle kendi realitesinden kaçmak istemektedir. Maddi bolluk, bol üretim, kolay yaşam ve boş zaman onun bu boşluğunu dolduramamaktadır. Aksine Maddi bolluk, uygarlık alanındaki kuşatıcı gelişmeler, yaşam şartları ve vasıtalarının kolaylaşmasında görülen artış kadar insanlığın şaşkınlığı, sıkıntıları ve boşlukları da artmaktadır.
Bu korkunç boşluk dehşet verici bir hayalet gibi insanlığı kovalamaktadır. O kovalamakta, insanlık ise kaçmaktadır. Yalnız bu kaçış da aynı şekilde insanlığı korkunç boşluğa salıvermektedir!
Dünyanın zengin ve servet sahibi ülkelerini gezenlerin hepsi bu insanların boşluğa koşuşan topluluklar olduğunu ilk bakışta görecektir. Kendilerini kovalayan hayaletlerden kaçan! Kendi kendilerinden kaçan ve bataklıkta debelenme derecesine varan bir kaçış somut nimetler ve maddi bolluk, kısa zamanda sinirsel ve psikolojik hastalıklara, anormalliklere, sıkıntılara, hastalıklara, streslere, uyuşturucu ve sarhoşluk verici maddelerin tüketimine, cinayetlere zemin hazırlamaktadır. Artık, hayatın hiç de güzel bir yanı kalmamıştır!
Bu insanlar bir türlü kendi kendilerini bulamıyorlar. Çünkü varlıklarının gerçek amacına varabilmiş değiller. Onlar mutluluklarını bulamıyor; çünkü kendilerinin hareketi ile evrenin hareketi, kendi düzenleri ile varlık yasası arasında bir ahenk oluşturacak Allah'ın sistemini bulamıyorlar. Onlar huzuru bulamıyorlar; çünkü kendisine dönecekleri Allah'ı bilmiyorlar.
İLÂN EDİLEN GERÇEK
Coğrafi ve tarihi olarak değil, gerçek anlamda müslüman ümmet, Allah ile Peygamberleri arasında geçen bu muahedenin önemlerini, Allah'ın biricik dini ve sisteminin gerçekliğini, bu sistemi bizzat yaşayıp onu tebliğ eden aziz, değerli kafilenin gerçekliğini kavrayacak tek ümmettir. Yüce Allah peygamberlerine (salât ve selâm üzerine olsun) bu gerçeğin hepsini açıklamasını, ümmetinin bütün peygamberlere iman ettiğini, bütün elçilere saygı duyduğunu, Allah'ın tek din olarak bu dini kabul ettiğini ve bu ilahi dinin karekterini tanıdığını ilan etmesini emretmiştir:
84- De ki; Allah `a, bize indirilen kitaba; İbrahim é, İsmail`e, İshak`a, Yakub'a ve torunlarına indirilen ilahi mesajlara; Musa`ya, İsa'ya ne diğer peygamberlere Rabbleri tarafından verilenlere inandık; onlar arasında ayırım yapmayız, biz O'na teslim olmuşuz, :
85- Kim İslâm ilan başka bir din ararsa, o din ondan kabul edilme;, ve ahirette hüsrana uğrayanlardan olur.
İşte kendisinden önceki tüm peygamberlik misyonunu kapsaması, genişliği ve bütün peygamberlere dostluğu, Allah'ın bütün dinlerindeki Tevhidi, tüm çağrıları ve bütün peygamberlikleri, tek olan kaynağına indirgeyen ve Allah'ın kulları için dilediği şekliyle hepsine iman etmeyi gerektiren İslâm budur.
Burada Kur'an'ın söz konusu birinci ayetinde geçen bir noktaya dikkat çekmek yerinde olur: Allah'a iman, müslümanlara indirilene -Kur'an'a- iman, ve daha önce diğer peygamberlere indirilene imandan söz edilmiş ve bu imandan sonra şöyle demiştir:
"Biz O'na teslim olmuşuz."
İslâm'ın, teslimiyet; boyun eğiş, itaat, emre, düzene, sisteme, ilkeye bağlılık olduğu daha önceki ayetle belirtildikten sonra:
"Yoksa onlar Allah'ın dininden başka bir din mi arıyorlar. Oysa göklerde ve yerde bulunanların tümü ister-istemez O'na teslim olmuşlardır ve O'nun huzuruna döndürüleceklerdir."
İslâm'ın bu şekilde belirtilmesi ayrı bir anlam taşımaktadır. Açıktır ki, evrensel olan İslâm'ı; emre boyun eğiş, düzene uyma ve yasaya itaattir. Buradan da yüce Allah'ın yardımı her fırsatta İslâm'ın anlamını ve gerçeğini belirtmesiyle ortaya çıkmaktadır. Taki böylece hiç kimse İslâm'ı, dille söylenen bir söz, pratik etkileriyle Allah'ın yoluna teslimiyet ve hayat realitesinde bu yolu gerçekleştirme eylemleri anlamına gelmeyen ve sadece kalpte yer etmiş bir tasdikten ibaret sanmasın.
Bu, gerçekten önemli bir uyarıdır. İnce, sağlam ve kapsamlı açıklamaya geçmeden önce ona yer vermektedir:
"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa o din ondan kabul edilmez ve ahirette hüsrana uğrayanlardan olur."
Bu birbirini izleyen ayetler varken İslâm'ın gerçeğini saptırmaya yol yoktur. Ayetleri eğip-bükerek ve onları anlamlarından saptırarak İslâm, Allah'ın tanımladığı şekilden başka bir tarzda tanıtılamaz. Bu, bütün evrenin boyun eğdiği İslâm'dır. Evren, Allah'ın belirlediği ve idare ettiği nizama boyun eğerek bu İslâm'a uymaktadır.
Öyleyse anlamını ve gereğini yerine getirmeden "Allah'tan başka ilah yoktur" şehadetine uymadan, kelime-i şehadeti söylemek asla İslâm olmayacaktır. Şehadetin anlamı ve gerçeği, ilahlığı ve hakimiyeti, "Bir"e indirgemek, kulluk ve yönelişte birliği sağlamaktır. "Muhammed, Allah'ın Elçisidir" şehadetinin anlamı ve gereği olmadan da İslâm olmaz. Bu şıkkın manası ve hakikati O'nun, ilahından hayat için getirdiği sisteme bağlılık, Allah'ın gönderdiği yasaya uymak, kullara getirdiği kitabı hakem kabul etmektir.
Öyleyse, ilahlık, gayb, kıyamet, Allah'ın kitapları ve peygamberlerinin gerçek olduğunu kalp ile tasdik etmenin yanında bu tasdiği kapsamlı uygulaması ve daha önce belirttiğimiz realiteye dayalı hakikat olmadan İslâm'dan söz edilemez.
Dini motifler, şekli ibadetler veya dualar ya da zikirler yahut ahlâki bir eğitim veya bir yol gösterme İslâm olmayacaktır. Bunlarla beraber pratik etkileri Allah'a bağlı bir hayat sisteminde somut olarak görülmelidir; ibadetler, dini motifler, dualar ve zikirlerle kalpler O'na yönelmelidir. Kalpler O'nun korkusundan titremeli, uslanıp-doğru yola girmelidir. Bütün bu etkinlikler insanların tertemiz, apaydınlık çerçevesinde yaşadığı sosyal bir düzende pratik olarak aktarılmadığından hepsi etkisiz kalır. İnsan hayatında hiçbir fonksiyonu kalmaz.
İşte Allah'ın istediği şekliyle İslâm budur. Herhangi bir nesil tarafından beşeri arzuların doğrultusunda şekillendirilen "İslâm"a itibar edilmez! İslâm'ın açıklarını kollayan İslâm düşmanları ve onların ajanlarının arzularına göre biçimlenen din, gerçek İslam'dan uzaktır.
İslâm'ın gerçek mahiyetini tanıdıktan sonra Allah'ın dilediği şekliyle İslâm'ı kabul etmeyenler ve içtenlikle onu benimsemeyenler, ahirette hüsrana uğrayanlardır. Yüce Allah onlara hidayet vermeyecek ve onların cezasını bağışlamayacaktır:
86- Peygamberin haklı olduğunu gördükleri, kendilerine açık belgeler geldiği halde iman ettikten sonra kafir olanları Allah doğru yola nasıl iletir? Allah zalimleri doğru yola iletmez.
87- Böylelerinin cezası; Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların lanetine uğramalarıdır.
88- Onların bu cezaları süreklidir. Ne azapları hafifletilir ve ne de yüzlerine bakılır.
Bu, korkunç bir uyarıdır; içinde zerre kadar iman taşıyan, işin hem dünyada hem de ahiretteki önemini kavrayan her kalbi titretir. Bu, kendisine kurtuluş imkanı tanındığı halde ondan bu şekilde yüz çevirenlere gerçekten uygun bir cezadır. Fakat İslâm, bununla beraber tevbe kapılarını açık bırakıp, tevbe etmek isteyen sapıkların yüzüne bu kapıyı kapamıyor. Gelip bu kapıyı çalmasından başka bir yükümlülük de getirmiyor. Kişi O'na doğru yönelip yaklaşmaya çalıştığında, önünde hiçbir engel bulunmadığını görecektir. Yeter ki güven veren sığınağa gelsin ve güzel işler yapmaya koyulsun. Ve böylece, tevbenin, gerçekten pişmanlık duyan bir gönülden kaynaklandığını göstersin:
89- Ancak bu sapıtmanın ardından tevbe ederek durumlarını düzeltenler hariç. Çünkü Allah affedici ve merhametlidir.
Tevbe etmeyenler ve O'na samimi olarak sarılmayanlar, küfürde ısrar edenler ve küfürlerini arttıranlar, bu küfürde eldeki fırsatı kaçırıncaya, imtihan süresi bitinceye ve değerlendirme dönemi gelinceye kadar direnenler, evet bütün bunların ne tevbeleri ne de kurtuluşları söz konusudur. Allah ile ilişkileri kopuk olduğu sürece, hayır ve iyilik olarak kabul ettikleri dünya dolusu altın dağıtsalar bile kendilerine bir yararı olmayacaktır. Tabiatıyla onların bu iyiliklerinin Allah ile ilişkisi yoktur ve bunlar yalnız O'nun adına verilmiş olmayacaktır. Dünya dolusu altın dağıtsalar bile kıyamet gününün cezasından kurtulma imkanları kalmamıştır. Fırsat kaçırılmış, kapılar kapanmıştır.
90- Küfredip kâfir olarak ölenlere gelince, bunların hiç birinden yeryüzü dolusu kadar altını fidye olarak verse bile kabul edilmez. Onları acıklı bir azap beklemektedir, hiçbir yardımcı bulamazlar.
91- İman ettikten sonra kâfir olanlar sonra da kâfirliklerini koyulaştıranlar; bunların tevbeleri kesinlikle kabul edilmez, bunlar sapıkların ta kendileridir.
İşte ayeti kerime bu korku ve dehşet verici anlatımla meseleye kesin hükmünü koymaktadır. Mesele öyle açık bir biçimde pekiştiriliyor ki, şüphe yaymaya çalışanın çabasına hiçbir açık kapı yoktur artık.
Allah rızası için ve Allah yolunda olmayan infak ve fidyenin yararının olmadığı bir günde fidye vermeye kalkmaktan söz edilirken Allah rızası için yapılan infak ve sadakalara da değiniliyor:
92- Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe iyilik mertebesine eremezsiniz. Her ne infak ederseniz, hiç şüphesiz Allah onu bilir.
Bu ayetle muhatap olan o zamanki müslümanlar bu ilahi direktifin anlamım gerçekten kavradılar. Sevdiklerinden fedakârlık ederek, mallarının en değerli olanlarını Allah yolunda dağıtarak iyiliğe ulaşma çabasına girdiler. Zira iyilik bütün güzel şeylerin bütünüdür. Daha büyük ve daha üstünlerini elde etmek umuduyla cömertlik örnekleri verdiler:
İmam-ı Ahmed bin Hanbel rivayet ediyor. Abdullah b. Ebu Talha'nın oğlu Ebu İshak'tan, O da Enes b. Malik'ten işittiğini kaydeder. Enes der ki: "Ebu Talha Medine'li müslümanların en zenginiydi. En çok sevdiği malı da Beyraha bahçesi idi. Bu bahçe Mescidi Nebevi'nin karşısındaydı. Hz. Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) oraya girer, orada bulunan tatlı bir kaynaktan içerdi. Enes der ki: `Sevdiğinizden dağıtmadıkça iyiliğe ulaşamazsınız' ayeti inince, Ebu Talha dedi ki: "Allah `Sevdiğinizden dağıtmadıkça iyiliğe ulaşamazsınız' buyuruyor. Benim en sevdiğim malım ise Beyraha bahçesidir. Onu Allah yoluna bağışlıyorum. Onun iyiliğini umuyor ve yüce Allah katında bana azık almasını ümit ediyorum; Ey Allah'ın Resulü, Allah'ın sana gösterdiği şekilde onu kullan." Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) `Çok güzel! Çok güzel! Bu kârlı, verimli bir arazi bu kârlı bir arazi... Ben işittim... Ben, onu, akrabalarına dağıtmanı uygun görüyorum' buyurdu Ebu Talha da; `Öyle yaparım ey Allah'ın Elçisi!' dedi ve onu akrabaları ile amca oğulları arasında paylaştırdı." (Buhari, Zekat, 44; Müslim, Zekat, ı4; (Bkz. Nevevi, Şerhu Müslim, VII, 84-86))
Buhari ve Müslim'de; Hz. Ömer'in şöyle dediği kaydediliyor: "Ey Allah'ın Resulü, Hayber'de payıma düşen arazi kadar benim yanımda değerli hiçbir malım olmadı. Onu ne yapmamı önerirsin?" dedim. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) "Aslını bırak, ürününü Allah yolunda vakfet." buyurdu.
Sahabilerin çoğu bu şekilde davrandı. Kendilerini İslâm'a kavuşturduğu günde iyiliğin tümüne kavuşturan Rablerinin direktiflerine sarıldılar. Bu yönelişleri onları malın köleliğinden, nefsin cimriliğinden ve egoistlik sevdasından özgürlüğe kavuşturdu. Bu aydınlık ufuklara özgürce, serbestçe ve rahatça yükseliverdiler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder