Bakara Suresi
PEYGAMBERLERE KARŞI İNSANLARIN TAVRI
Şimdi "şu peygamberler"in bağlıları aralarında savaşa tutuştular. Peygamberler topluluğunun karakteristik yapı birliği, tümünün getirdiği mesajlar arasındaki içerik birliği, bu peygamberlerin bağlılarının anlaşmazlığa düşmelerini ve bu anlaşmazlığın sonucunda birbirlerini öldürmelerini önlemeye yetmedi.
"Eğer Allah öyle dileseydi, bu peygamberlerin arkasından gelen ümmetler, kendilerine açık belgeler geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat onlar anlaşmazlığa düştüler. Kimi iman etti, kimi de kâfir oldu. Eğer Allah öyle dileseydi, onlar birbirlerini öldürmezlerdi. Ama Allah neyi dilerse onu yapar."
Peygamberlerin ümmetleri arasında patlak veren bu savaşlar yüce Allah'ın dileğine aykırı olarak meydana gelmedi. Çünkü şu evrende O'nun dileğine aykırı olarak hiçbir olayın meydana gelmesi mümkün değildir. İnsan denen bu varlığın şimdi olduğu gibi, şu yapısı ile, hem hidayete ve hem de sapıklığa yatkın olan şu niteliği ile varolması, hidayete ya da sapıklığa götürecek yolu seçmenin kendi yetkisinde olması, Allah'ın dileğinin gereğidir. Bundan dolayı bu yapıdan, onun nitelik ve yönelmelerinden doğan her sonuç Allah'ın dileğinin çerçevesi içindedir, bu dilek uyarınca meydana gelmektedir.
İnsan neslinin bireyleri arasındaki yetenek farklılıkları da böyledir. Bunlar da Allah'ın kanunlarından birinin sonucudur. Amaç, kaynak ve orjin birliği yanında farklı yeteneklerin ortaya çıkması, bu değişik yeteneklerin yeryüzü halifeliğinin farklı, çeşitli ve çok sayılı görevlerine karşılık olmasıdır. Allah'ın muradı fotokopi ile çoğaltılan kopya sayfalar gibi birbirinin tıpkısı olan insanlar türetmek değildir. Üstelik yeryüzü halifeliğinin, hayat düzeyini ilerletip geliştirme fonksiyonunun gerektirdiği görevler çeşitli, çok sayılı ve birbirine benzemezler. Yüce Allah nasıl bu görevlerin farklılığını diledi ise yeteneklerin farklılığını da dilemiştir, bu farklılık gelişmenin itici faktörü olsun. Allah ayrıca her insanı kendisi için hidayeti, doğru yolu ve imanı aramakla yükümlü kılmıştır. Çünkü her insanda bu yetenek potansiyel olarak vardır. Bunun yanısıra her insanın önünde evrensel hidayetin göstergeleri, ipuçları ve bütün zaman boyunca gelen peygamberlerin rehberlikleri vardır. Hidayet ve iman çerçevesi içinde yetenek farklılıklarının hayırlı olması, böylece bütün insanların donmuş bir kalıbın içine sıkıştırılmaktan kurtulmaları mümkündür. Ayeti okumaya devam ediyoruz:
"Fakat onlar anlaşmazlığa düştüler. Onlardan kimi iman etti, kimi de kâfir oldu."
Eğer insanlar arasındaki görüş ayrılıkları bu dereceye varır ve kâfir-mümin farklılaşmasına dönüşürse o zaman savaş kaçınılmaz olur. "İnsanların bazılarının, diğer bazıları aracılığı ile savılması", küfrün iman aracılığı ile, sapıklığın hidayet aracılığı ile ve kötülüğün iyilik aracılığı ile bertaraf edilebilmesi için savaşmak kaçınılmaz olur böylece. Çünkü küfür, sapıklık ve kötülük yeryüzüne barış ve huzur getiremez. Ayrıca aralarındaki düşünce ayrılığı mümin-kafir boyutlarına varan hiçbir insan topluluğu, aynı peygamberin bağlıları olduklarını ileri süremezler.
Bu ayetin indiği günlerde İslâm cemaati böyle bir durumla karşı karşıya idi. Mekke müşrikleri İbrahim'in dinine bağlı olduklarını ileri sürüyorlardı! Medine'deki yahudiler Hz. Musa'nın dininden olduklarını iddia ederken bu şehirde yaşayan hıristiyanlar ise Hz. İsa'nın dinini sürdürdüklerini sanıyorlardı. Oysa bu toplulukların hepsi dinlerinin özünden ve peygamberlerinin mesajından büyük çapta uzaklaşmışlardı. Dinlerinin aslı ile kendi yolları arasındaki sapma açısı o kadar genişti ki, "kâfir" sıfatı kendilerine en yakışır nitelik haline gelmişti. Müslümanlar bu ayetin indiği günlerde müşrik Araplar ile savaş halinde idiler. Bunun yanında Ehl-i Kitaptan olan kâfir gruplarla da savaşa tutuşmanın eşiğine gelmişlerdi. Bu gerekçe ile o günlerde inen bu ayet, aralarında bu derece büyük görüş ve inanç ayrılığı bulunan grupların savaşa başvurmalarının yüce Allah'ın dileğine ve iznine uygun olduğunu belirtiyordu:
"Eğer Allah öyle dileseydi, onlar birbirlerini öldürmezlerdi."
Fakat Allah böyle diledi. İmanın küfrü bertaraf etmesi için, bütün peygamberler tarafından getirilen ve sapıkların özünden ayrı düştükleri tek doğru inanç sisteminin yeryüzüne egemen olabilmesi için böyle olmasını diledi. Yüce Allah biliyordu ki, sapıklık, olumsuzluğu ile bulunduğu yerde donuk ve rahat durmaz. O kötü karakterlidir. Bu yüzden mutlaka saldırıya geçer, mutlaka doğru yolda olanları saptırmaya girişir, mutlaka eğriliği ister ve doğruluğa karşı savaşır. Bundan dolayı işlerin rayına oturabilmesi için mutlaka onunla savaşa girişilmeli, ortadan kaldırılmalıdır.
"Ama Allah neyi dilerse onu yapar."
Mutlak bir dilektir bu, yanında etkin bir güç de vardır. Bu yüce dilek insanların farklı yapıda olmalarını, yollarını seçme yetkisinin kendi ellerinde olmasını, aralarında doğru yolda olmayanların başkalarını saptırmalarını, kötülüğün saldırgan olmasını, eğrilik peşinde koşmasını, hidayet ile sapıklık arasında savaş olmasını, iman sahiplerinin O'nun tek, belirgin ve hakk doğrultusundaki gerçeği egemen kılmak için sürekli cihad etmelerini takdir etti. Bunların yanısıra, O'na göre, ümmetlerin peygamberlerine kuru kuruya bağlılık iddialarının hiçbir önemi yoktur. Önemli olan bu ümmetlerin aslında neye inandıkları ve ne yaptıklarıdır. Buna göre bu ümmetlerin özünden sapmış oldukları bir inanç sisteminin biçimsel mirasçıları olmaları, bu peygamberlere gerçekten inananların, onlara yönelik cihad bayrağı açmalarına engel değildir.
Yüce Allah'ın Medine'deki müslüman toplum için belirlediği bu gerçek, zamana bağlı olmayan mutlak bir gerçektir. Zaten münferit ve çevre şartlarına bağımlı bir olayı fırsat ve vesile olarak kullanıp sürekli, mutlak bir gerçeği belirlemek, Kur'an-ı Kerim'in her zamanki bilinen anlatım yoludur.
Bundan dolayı düşünce ayrılığı ve savaşları anlatan bu ayeti izleyen şimdiki: ayet, "inananlar"a yönelik bir seslenişle başlıyor ve bu sesleniş, müminleri Allah yolunda mal harcamaya çağırıyor. Çünkü Allah yolunda malî harcama cihadın ikiz kardeşi ve temel unsurudur:
254- Ey müminler, ne alış-verişin ne dostluğun ve ne de iltimasın sözkonusu olmadığı gün gelmeden önce size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın. Kâfirler, zalimlerin ta kendileridirler.
Burada müminlere, sevdikleri, kendilerini bu çağrının sahibine bağlayan ve mümin olmalarını sağlayan sıfatları ile seslenilerek "Ey iman edenler" nidasıyla söze giriliyor.
Bu çağrı müminleri, Allah'ın kendilerine vermiş olduğu rızıkların bir bölümünü harcamaya davet ediyor. Yani veren O, aynı zamanda vermiş olduklarının bir bölümünü harcamaya çağıran da O; "Size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın."
Bu çağrı öyle bir fırsata dikkatleri çekiyor ki, eğer müminler tarafından kaçırılacak olursa bir daha geri gelecek değildir; "Ne alış-verişin ne dostluğun ve ne de iltimasın sözkonusu olmadığı gün gelmeden önce..."
Bu öyle bir fırsat ki, eğer müminler onu kaçırırlarsa ondan sonra artık malların kazanç sağlaması, çoğalması sözkonusu olmadığı gibi bu çağrıya kulak vermedikleri takdirde ve onu umursamadıklarında akıbetinden kendilerini kurtaracak bir dostluk ve iltiması da beklememelidirler.
Ayetin sonunda uğrunda mal harcama çağrısı yapılan gerekçeye işaret ediliyor. Bu gerekçe cihaddır, kâfirliği ve kâfirlikte somutlaşan zulmü bertaraf etmektir:
"Kâfirler, zalimlerin ta kendileridirler."
Kâfirler hakka, gerçeğe karşı zalimlik ederek onu inkâr etmişlerdir. Kendi kendilerine zulmederek mahvolma yollarına kapılmışlardır. Tüm insanlara zulmederek onları doğru yola girmekten alıkoymuşlar, inançları yüzünden başkalarına baskı uygulamışlar, doğru yolu belirsizleştirmişler ve onları başka bir benzeri olmayan hayırdan; barıştan, rahmetten, gönül huzurundan, dirlikli hayattan .ve inanç berraklığından yoksun bırakmışlardır.
İmanın kalplere yerleşmesine karşı savaş açanlar... İmana dayalı sistemin hayata egemen olmasına karşı savaş açanlar... İmana dayalı şeriatın toplumda yürürlüğe girmesine karşı savaş açanlar... Bunlar insanlığın en amansız düşmanları ve acımasız zalimlerdir. Eğer insanlık işin içyüzünü kavrayacak olgunluğa erişmiş olsa zalimleri uygulamış oldukları zulmü yapmaktan aciz bırakıncaya kadar kovalamaları, zulümlerine son vermedikçe peşlerini bırakmamaları, bunlara karşı savaşabilmek için başta canı ve mali olmak üzere nesi varsa ortaya koymaları gerekir. Bu iş, müslüman toplumun kutsal görevidir. Bu toplumu bu göreve Allah aday gösteriyor, bu görevi yüzünden bu cemaati yukardaki ayette anılan mümin sıfatı ile çağırıyor, ona o duygulandırıcı ve derin anlamlı seslenişi yöneltiyor.
Peygamberlerin arkasından baş gösteren düşünce farklılıkları, savaşlar ve açık belgelerin gelişi, ayrıca imandan sonra beliren küfür olgusu ile uyumlu olarak iman temelli düşünce sisteminin ana esaslarını içeren ve en ayrıntılı alanları ve en belirgin özellikleri ile tevhid ilkesinin anlamının vurgulandığı bir ayet geliyor. Bu ayet son derece önemli, derin anlamlı ve geniş kapsamlı bir ayettir:
255- Allah, O'ndan başka ilâh olmayan, diri, yarattıklarını gözetip yöneten, kendisini uyuklama ve uyku tutmayandır. Göklerde ve yeryüzünde ne varsa O'nundur. İzni olmadıkça O'nun katında kim şefaatçi olabilir?
Onların önlerinde ve arkalarında bulunan ve olup biten herşeyi bilir. Onlar onun bilgisinin sadece dilediği kadarını kavrayabilirler. O'nun Kürsî'si (egemenliği) gökleri ve yeryüzünü kaplamıştır. Bunları koruyup gözetmek O'na ağır gelmez. O yüce ve büyüktür.
 
 
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder