BESMELE

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيمِ

14 Temmuz 2009 Salı

CAHİLİYYET DÖNEMİNDE NİKÂH

Ali İmran Suresi
"Cahiliyye döneminde nikâh dört şekildeydi:
a) Birisi, bu günkü insanların yaptığı gibiydi: Bir adam, birinin evlatlığı veya kızını nişanlar, mehrini öder sonra da nikahlardı.
b) Bir diğeri de, karısı hayızdan temizlenince adam karısına, falana git onunla cimada bulun derdi. İlişkide bulunduğu adamdan hamile kaldığı anlaşılıncaya kadar karısından uzak durur, ilişkide bulunmazdı. Hamile olduğu anlaşılınca kocası isterse yaklaşabilirdi. Bunu daha çok cima' edilen adamın soyluluğunu göz önünde bulundurarak yaparlardı. Bu nikaha "istibda" nikahı denirdi.

c) Bir diğer şekli de şöyleydi: On kişiden az olmamak üzere bir grup erkek toplanır bir kadının yanına girerek herbiri onunla ilişkide bulunurdu. Hamile kalıp doğurunca, doğumundan birkaç gece sonra onları çağırırdı. Hiçbiri gelmemezlik edemezdi. Yanında toplanınca kadın onlara şöyle derdi: `İşinizi biliyorsunuz. İşte doğum yaptım. Bu senin çocuğundur ey falan' diye içlerinde sevdiği kişinin adını verirdi. Çocuğunu o adamın soyuna katardı. Adam almamazlık edemezdi.

d) Dördüncü nikâh şekli de; birçok kişi toplanır, bir kadının yanına giderlerdi. Bu kadın geleni geri çeviremezdi. Bunlar fahişeydiler. Kapılarına kendilerini tanıtan işaretler asarlardı. İsteyen bunların yanına girebilirdi. Bunlardan biri hamile kalıp doğurunca yanına toplanırlardı. Tecrübeli birini çağırarak çocuğun babasının tesbitinde bulunurlardı. Çocuğu, tesbit edilen kişinin soyuna katarak çocuğa onun adını verirlerdi. Bundan sonra çocuğu adamın oğlu diye çağırırlardı. Adam bundan kaçınamazdı "

Bu tablonun, insan düşüncesinin aşağılık durumu ve hayvanlara özgü bir konuma düşmesini anlatması bakımından yoruma ihtiyacı yoktur. Bir insanın karısını soylu bir çocuk için "falan"a göndermesi, düşünce bakımından düşeceği en aşağılık durumdur. Tıpkı devesini veya kısrağını ya da hayvanını iyi bir döl elde etmek için damızlık hayvana çektirmesi gibi...
On kişiden aşağı olmamak şartıyla bir grup insanın toplanması, birlikte bir kadının yanına varması, "hepsinin de ilişkide bulunması" ve kadının da çocuğunu onlardan birine nisbet etmesi...

 NE AŞAĞILIK BİR DÜŞÜNCE...
Ya fahişeler -bu da dördüncü şekildi- kuşkusuz tamamen azgınlıktır. Çocuğun fuhşu işleyen erkeklerden birine nisbet edilmesi de çabası. Adam çocuğu alırken hiç utanmazdı. Almamazlık da edemezdi.

Bu hâl, İslâm'ın Arapları temizleyip arındırdığı bir bataklıktır. İslâm olmasaydı gırtlaklarına kadar batmışlardı bu bataklığa.
Cinsel ilişkilerdeki bu çirkef, cahiliyyede kadına ilişkin aşağılık bakışın sadece bir yönünü oluşturmaktadır. üstad Ebu'l-Hasan En-Nedvî "Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti" adlı değerli eserinde şöyle der:
"Cahiliyye toplumunda kadın, hakları yenilen, malları elinden alınan, mirastan yoksun bırakılan, boşandıktan ya da kocası öldükten sonra hoşlandığı biriyle evlenmekten (Bakara suresi; 232) alıkonulan zayıf ve zulme uğrayan bir mal konumundaydı. Eşya ve hayvan gibi miras kalırdı. (Nisa suresi; 19) İbn-i Abbas (Allah O'ndan razı olsun) şöyle rivayet eder. "Bir kişinin babası veya kayınpederi öldüğünde ölenin karısı üzerinde o kişi hak sahibi olurdu. İstese tutabilir ya da mihrini alıp serbest bırakabilirdi. Ölünce de malına el koyardı" Ata b. Rebah: "Cahiliyye devrinde biri ölüp karısı dul kalsaydı, kadını içlerinden bir çocukla evlendirmek üzere tutarlardı." der. Suddi şöyle der: "Cahiliyye devrinde adamın babası, kardeşi veya oğlu ölür de bir kadın geride bırakırsa, varislerden biri önce davranıp kadının üzerine elbisesini atar, kadını, ölen kocasının mihriyle nikâhlamaya, veya başkasıyla nikahlayıp mihrini almaya hak kazanırdı. Ancak kadın daha çabuk davranıp ailesinin yanına giderse kendi başının çaresine bakardı." (Taberi tefsiri, c.4, s.308)

Cahiliyyede kadın değersiz bir yaratıktı. Erkek onun bütün haklarından yararlandığı halde o, hiçbir hakkını kullanamazdı. Mihri elinden alınır ve sırf zarar vermek ve zulmetmek için bekletilirdi. (Bakara suresi; 231) Kocasından haksızlık görür onun tarafından terk edilirdi. Bazan da askıda bırakılırdı. (Nisa suresi; 129) Sırf erkeklerin yiyebildiği, kadınların tamamen yoksun bırakıldığı bazı yiyecekler de mevcuttu.·(En'am suresi; 140) Bir erkek rahatlıkla dilediği kadınla herhangi bir sınırlamaya maruz kalmadan evlenebilirdi. (Nisa suresi; 3)

Kız çocuklarından duyulan nefret onları diri diri toprağa gömecek noktaya gelmişti. Meydanî'nin anlattığına göre Heysem b. Adiy şöyle der: "Arap kabileleri arasında kız çocuklarını diri diri toprağa gömme olayı geçerli bir hadiseydi. Bu işi onda biri yapardı. İslâm geldiği zaman Araplar arasında kız çocuklarının gömülmesi çerçevesinde farklı görüşler yaygındı. Kimisi kıskançlıktan ve namuslarını korumaktan, onlardan dolayı gelecek bir utançtan korunmak için kız çocuklarını gömerdi. Kimisi de mavi gözlü, siyahî, cüzzamlı ve topalları uğursuz saydığından toprağa gömerdi. Bazısı da geçim korkusundan ve fakirlik endişesinden öldürürdü çocuklarını."

İşte böyle, bir zamanlar, görülmemiş bir acımasızlıkla kızlarını öldürüp gömerlerdi. Babanın yolculuğu ya da bir işi nedeniyle gömme işi bazan gecikirdi. Bu durumda çocuk, büyümüş, aklı ermişken gömülürdü. Böyle yapanlar insanı ağlatacak kadar acıklı şeyler anlatmışlardır. Kızlarını bir uçurumdan aşağı atanlar da olmuştur. (Bulüğel-İreb fi Ahval-il-Arap)

Cahiliyye'nin çirkefleri arasında; -diğer tüm çirkeflerin temeli olan- Üstad Ebul Hasan Nedvî'nin de kitabında ana hatlarıyla tasvir ettiği gibi aşağılık, basit şirk ve putçuluk yer alırdı.

Millet en iğrenç şekliyle putçuluk ve putlara kulluğun bataklığına dalmıştı. Her kabilenin, her bölgenin, her şehrin hatta her evin özel bir putu bulunurdu. Kelbî şöyle der: "Mekke'de her ailenin evinde kullukta bulundukları bir putları olurdu. Yolculuğa çıkmak isteyen birinin en son yaptığı şey putunu okşamak olurdu. Dönünce de evine girdiğinde ilk yaptığı şey, önceki gibi putunu okşamaktı.

 (Kitabu'l Esnam) Putlara ibadette Araplar o kadar ileri gitmişlerdi ki kimisi bu işe bir evi ayırırdı. Özel bir put edinirdi. Bunlara gücü yetmeyense Kâbe'nin önüne ya da hoşlandığı herhangi bir yere taş diker, sonra da Kâbe'yi tavaf eder gibi etrafında dönerdi. Buna "ensab" derlerdi. Kâbe'nin içinde -sırf Allah'a kulluk için kurulan bu evde- ve avlusunda üçyüz altmış tane put bulunurdu. (Buhari) Putlara tapmaktan daha ileri giderek önlerine gelen taşa tapacak duruma gelmişlerdi. Buharî, Ebu Recâ el-Utâridî'den şöyle rivayet eder: "Bizler taşlara ibadet ederdik. Taptığımız taştan iyisini gördüğümüzde onu atar diğerini alırdık. 

Taş bulamadığımız zaman da biraz toprak yığar, bir koyun getirip sağardık, sonra da tavaf ederdik." (Buhari-Kitabu'l Esnam) Kelbî: "Adam yolculuğa çıkardı. Bir yerde konakladığında dört tane taş alır, içlerinde hoşuna gidene bakar, onu ilah edinirdi. Diğer üçünü de tenceresine sacayağı yapardı. Yoluna devam edince de bırakıp giderdi" der.

Her çağda ve her yerde müşrik milletlerin tümünde olduğu gibi Arapların da meleklerden, cinlerden ve yıldızlardan birçok ilahları vardı. Meleklerin Allah'ın kızları olduğuna inanarak onları Allah katında şefaatçi edinirlerdi. Onlara ibadet eder, Allah'ın katında aracı olduklarını düşünürlerdi. Bunların yanında cinleri de Allah'a ortak koşarlardı. Herhangi birşeye güçlerinin yettiğine herhangi bir şeyde etkilerinin olduğuna inanarak ibadet ederlerdi. Kelbî şöyle der: "Huzâa kabilesinden Medih oğulları cinlere ibadet ederdi. Said: Himyer kabilesi Güneşe, Kinane kabilesi Aya, Temim kabilesi Debran'a, Lalım kabilesi ve cüzzam kabilesi Müşteri Yıldızına, Tay kabilesi Süheyl'e, Kays kabilesi Şi'râ'ya (Sirius), Esed kabilesi "Utarid Yıldızı'na" ibadet ederdi." der. (Tabakâtü'l Ümem, Es-Sâîd)

Bir insanın putperestliğin, kalplerde ve pratik hayata yaydığı pisliği bilmesi, İslâm'ın bu ulusu getirdiği aşamayı; gerek düşüncelerinde gerekse hayatlarında giriştiği temizliği kavraması için bu ilkel ve iğrenç putçuluğu incelemesi yeterlidir. İçine düştükleri pisliklerden biri de, şehirlerinde ve sokaklarında başlıca övünç kaynakları olan; içki, kumar ve genel uğraşlarıdır. Hiçbir zaman üstüne çıkamadıkları bu sınırlı ve yerel düşüncenin özünü basit kan davaları gibi ahlâksal ve toplumsal hastalıklar oluşturuyordu.
"Savaş ve kan dökme" tehlikeli sayılmayacak kadar sıradan bir hal olmuştu hayatlarında. 

Bekr kabilesi ile Tağlib b. Vail kabilesi arasında savaş baş göstermiş, kırk sene oluk oluk kan akmıştı. Bunun nedeni de: Ma'd kabilesinin başkanı Kuleyb'in, Munkiz'in kızı Besus'un devesinin memesine ok atmasıyla kanın süte karışmasından başka birşey değildi. Cessas b. Mürre Kuleyb'i öldürür, böylece Bekr ve Tağlib arasında savaş başlamış olur. Kuleyb'in Mühellin'in dediği gibi; "Hayatı mahvetti. Anneleri çocuksuz, çocukları da yetim koydu. Dinmez gözyaşları ve defnedilmeyecek kadar çok ceset bıraktı "
"Dahis ve Gabra savaşı da böyle. Bunun nedeni de; Kays b. Züheyr ile Huzeyfe b. Bedr arasında düzenlenen bir yarış yapılıyordu. Kays'ın atı Dahis'i geçerken, Esedîlerden birinin Huzeyfe'yi desteklemek amacıyla önüne çıkarak bir tokat atması. Böylece onu oyalayarak yarışı kaybetmesini sağlamasıdır. Arkasından öldürme ve intikam geldi. Esir alınanlar oldu. Binlerce insan bu şekilde öldürülüp gitti."

Bütün bu olaylar, bunların hayatlarının enerjilerini, böylesine basit ortamlarda sarf etmelerini önleyecek büyük değerlerden yoksun olduğunun göstergesidir. Çünkü, hayat için bir mesajları, beşeriyete sunacakları bir ideolojileri ve kendilerini böylesine basit şeylerle uğraşmaktan alıkoyacak insanlık aleminde üstlendikleri bir rolleri söz konusu değildi. Kendilerini bu ilginç toplumsal pisliklerden temizleyecek bir akideleri de yoktu... İlahi bir akide olmadan insanlar nasıl olgun olabilirler ki! İlgi alanları, düşünceleri ve ahlâkları başka nasıl oluşabilir!

Kuşkusuz cahiliyye aynı cahiliyyedir. Ve her cahiliyyenin pisliği ve iğrençliği vardır. Yeri ve zamanı önemli değildir. Her ne zaman insanların kalpleri, düşüncelerine egemen ilahi bir akideden ve bu akideden kaynaklanıp hayatlarını düzenleyen bir şeriatten yoksun olursa orada birçok cahiliyye şekillerinden biri vardır demektir. Bugün beşeriyetin çamurları içinde yüzdüğü cahiliyye, özü bakımından, İslâm'ın kaldırarak yeryüzünü ondan temizleyip arındırdığı Arap cahiliyyesinden farklı değildir.

Bugün insanlık büyük bir batakhanede yaşamaktadır. Gazetelerine, filimlerine, moda gösterilerine, güzellik yarışmalarına, dans pistlerine, meyhanelerine, radyolarına, çıplak etin sergilendiği çılgın pazarlarına, sanat, edebiyat ve diğer reklam araçlarındaki iğrenç görüntülerine ve hastalık saçan duygularına kadar... Diğer taraftan, faiz düzenine, onun arkasında gizlenen tefeciliğe, mal toplamak ve sömürmek için başvurulan alçakça yöntemlere, yasallık kisvesine bürünmüş şans, hile ve piyango oyunlarına... Öte yandan, her insanı, her aileyi, her düzeni ve insan topluluğunu tehdit eder duruma gelen ahlâksal çöküntü ve toplumsal bozulmalarına... Evet, bütün bunlara bir kere bakmak, şu cahiliyyenin gölgesinde insanlığın sürüklendiği korkunç sonucu anlamak için yeterlidir.

Beşeriyet, insanlığını yiyip bitirmekte, ademiyetini ortadan kaldırmaktadır. O düşük hayvansal aleme katılmak için hayvanların ve hayvansal dürtülerin peşinde sürüklenmektedir. Oysa hayvan bunlardan çok daha pâk, şerefli ve temizdir. Çünkü o, parçalanmaz ve ilahi bir akide ve şeriat bağından yoksun insanların şehvetlere yenilip yüce Allah'ın insanların egemenliğinden kurtardığı ve şu ayet-i kerimede belirttiği gibi mümin kullarına onun çirkefliklerinden temizlemekle lütufta bulunduğu cahiliyyeye tekrar dönüp kokuşmaları gibi kokuşmayan bir fıtrata sahiptir.

GÜNÜMÜZ CAHİLİYYESİ
 "Kendilerine kitap ve hikmeti öğretiyor."
Bu ayetin muhatapları okuma-yazma bilmez cahillerdi. Hem yazmayı bilmezlerdi hem de akli olgunluğa erişmemişlerdi. Herhangi bir alanda, evrensel bilgi ölçütlerinde bir değere sahip bilgileri, herhangi bir konuda evrensel bir değere sahip bir bilgi kaynağından doğan ilgileri olmadığı halde bu Risalet onları dünyaya üstad ve aleme egemen olacakları bir noktaya getirdi. Bir akideden kaynaklanan fikrî, toplumsal ve sistemli bir metoda sahip kişiler oldular. Bu metod o zamanki insanları cahiliyyeden kurtardığı gibi bugün de bunca materyalist bilimsel gelişmişliğine, sınai ürünlerin bolluğuna ve uygar-refah düzeyinin yüksekliğine rağmen, ahlâkî ve toplumsal açıdan eski cahiliyyenin tüm özelliklerini özünde barındıran modern cahiliyyeden, onun, hayatın hedeflerine ilişkin düşüncelerinden ve insanlık için belirlediği amaçlardan bu sefer de yine o kurtaracaktır Allah'ın izniyle.

"...OYSA ONLAR DAHA ÖNCE AÇIK BİR SAPIKLIK İÇİNDEYDİLER..."
Düşünce ve itikatta sapıklık... Hayat anlayışında sapıklık... Amaç ve yönelişlerde sapıklık... Gelenek ve hayat tarzında sapıklık...
O gün, bu ayete muhatap olan Araplar, kuşkusuz, geçmiş hayatlarını hatırlıyorlardı. İslâm'ın kendilerinde meydana getirdiği değişimin özünü kavramışlardı. Bunun, İslâm olmadan gerçekleşemeyeceğini ve insanlık tarihinde eşine rastlanmayacak bir değişim olduğunu çok iyi biliyorlardı.

Kendilerini, kabile hayatından, kabilesel değerlerden ve kan davalarından kurtaranın İslâm -ama yalnız İslâm- olduğunu kavramışlardı. Sadece bir ümmet olmaları için değildi tabii. Daha çok -bir göz açıp kapama anı gibi kısa bir sürede ve uzun zaman olan hazırlanma gibi birşey olmaksızın- beşeriyete önder olmaları, ideallerini, hayat metodlarını ve düzenlerini beşeriyetin uzun tarihi boyunca eşine rastlanmayacak bir tarzda belirlemeleri içindi bu değişim.

Ulusal konumları belirlediği kadar, siyasal ve uluslararası alanlarda da varlık göstermelerini, her şeyden önce ve önemli olan insani varlıklarını kazandıranın İslâm -ama yalnız İslâm- olduğunu biliyorlardı. İnsanlıklarını yücelten, ademiyetlerini onurlandıran, hayat düzenlerinin tümünü bu onur esasına dayandıran ve yüce Rabblerinin katından bir ihsan ve lütuf olarak gelenin İslâm olduğunu kavrıyorlardı. Bundan sonra bunu bütün beşeriyete sunmuş ve "İnsan"ın nasıl saygın olacağını ve yüce Allah'ın onurlandırmasıyla nasıl onurlanacağını tüm insanlığa öğretmişlerdi. Ne yarımadada ne de başka bir yerde bu konuda kendilerini geçen olmadı. Geçen bölümde değindiğimiz "Şûra" konusu da, yüce Allah'ın kendilerine büyük bir lütfu idi. Bu lütuf bu ilahi metodun bir yönünü oluşturmaktadır.

Onlar, aleme sunacakları bir mesajlarının, beşer hayatına ilişkin bir görüşlerinin ve insan hayatını düzenleyecek bir yöntemlerinin olmasını sağlayan nimetin İslâm -ama yalnız İslâm- olduğunu biliyorlardı. Büyük insanlık tarihinde beşeriyeti ileriye götürecek bir mesaj, bir dünya görüşü ve hayat prensibi olmaksızın varlığını sürdüren bir millet söz konusu değildir.

İslâm, onun varlık hakkındaki düşüncesi, hayat görüşü, toplumsal şeriatı, insan hayatına ilişkin düzeni, gölgesinde "insan"ın mutlu olabildiği bir düzenin oluşması için yerleştirdiği ideal, pratik ve hareketli metodu... Bu özellikleriyle İslâm; Arapların tüm dünyaya sundukları, onunla tanındıkları, saygı gördükleri ve bu sayede önderliği devraldıkları "Özel kimlikleridir"

Bugün ve yarın bundan başka bir kimlik taşıyamazlar. Bunun dışında dünyada onunla tanınacakları bir başka mesajları yoktur. Ya bu mesajı taşıyacaklar, böylece beşeriyet onları tanıyıp saygı gösterecek ya da bunu terk edecekler, sonuçta da -daha önce oldukları gibi- hiç kimse tarafından bilinmeden ve tanınmadan başıboş bir hayat yaşayıp gideceklerdir.

Bu mesajı sunmazlarsa, insanlığa sunacakları başka neleri var ki?
İnsanlığa, edebiyat, sanat ve bilim. alanında dahiler mi sunacaklar? Oysa yeryüzünde diğer halklar onları bu alanda oldukça geride bırakmış. Üstelik beşeriyet, hayatın bir ayrıntısı sayılan bu alanda boğazına kadar "deha" deryasına gömülmüştür. Hayatın bir ayrıntısı sayılan bu alanda bir dahiye ihtiyaç duyulmadığı gibi böyle bir beklenti de söz konusu değildir.

Herkesin önünde eğileceği, onunla sokakları dolduracakları ve ellerindeki ürünle herkesi cezb edecekleri ileri sanayi alanında deha çapta ürünler mi sunacaklar? Bu alanda da birçok halk onları geride bırakmış, öncülük direksiyonunu eline geçirmiştir.

Kendi elleriyle meydana getirdikleri, kendi düşüncelerinin ürünü toplumsal bir felsefî ekol mu, ya da ekonomik ve idari metodlar mı sunacaklar? Yeryüzü bu tür felsefeler, ekoller ve metodlarla dolup taşmaktadır. Bu sapık metodlar sayesinde de büyük bir bedbahtlık içinde yaşamaktadır.

O halde beşeriyete öğretecekleri ve bu konuda öncelikli, ileri ve imtiyazlı sayılacakları ne sunabilirler?
Bu büyük mesajdan başka bir şeyleri yok... Şu eşsiz metoddan başka hiçbir şeyleri yok. Allah'ın kendilerini seçtiği, bununla onurlandırdığı ve bir zamanlar onların eliyle tüm insanlığı kurtardığı bu lütuftan başka hiçbir şeyleri yok. İnsanlık bugün her zamankinden daha çok bu mesaja muhtaçtır. Çünkü insanlık, bedbahtlık, şaşkınlık, bunalım ve iflas bataklığına düşmüştür.
Kuşkusuz geçmişte tüm insanlığa sundukları ve ilgilerini çektikleri yegane nitelikleri sadece budur. Bugün de insanlığa bunu sunabilirler. Bu sayede kurtulabilirler ancak.

Büyük milletlerden herbirinin insanlığa sunduğu bir mesajı vardır. En büyük millet, en büyük mesajı taşıyan, en üstün metodu sunan ve hayata ilişkin yüksek dünya görüşüyle sivrilen millettir.

Araplar bu mesaja sahip bulunmaktadırlar. -Bu hususta onlar asıldırlar, diğer halklar ise onlara ortak konumundadırlar-. Acaba hangi şeytandır onları bu büyük hazineden uzaklaştıran, hangi şeytan?..Yüce Allah'ın bu millete bir Resul ve Risalet göndermekle bahşettiği lütuf çok büyüktür hem de çok. Onu bu lütuftan, şeytandan başkası uzaklaştıramaz. Ve O, Rabbine karşı bu şeytanı kovmakla sorumludur

Hiç yorum yok: