BESMELE

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيمِ

16 Temmuz 2009 Perşembe

DİNİNİZİ BÜTÜNLEDİM

Maide Suresi

DİNİNİZİ BÜTÜNLEDİM

Ayetlerin akış sırası karşımıza, surenin başındaki "Behimetü'l en'am"ın helal oluşundan istisna edilenlerin dökümünü çıkarıyor.

"Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanmış hayvanlar, son anda boğazlama fırsatı bulamadığınız boğulmuş, vurulmuş, yuvarlanmış, başka bir hayvanın darbesi altında can vermiş, canavar tarafından parçalanmış, anıt taşları üzerinde kesilmiş hayvanlar ve fal okları aracılığı ile şans aramanız size haram kılındı. Bunlar fasıklık belirtileridir.

Bugün kâfirler dininizi ortadan kaldırmaktan umut kesmişlerdir. O halde onlardan korkmayınız, benden korkunuz. Bugün sizin hesabınıza dininizi bütünledim, size yönelik nimetimi tamama erdirdim ve sizin için din olarak İslam'ı beğendim.

Kim ölüme ramak kalacak derecede acıkır da günah işleme eğilimine kapılmaksızın bu haram etlerden yemek zorunda kalırsa, kuşku yok ki, Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir."

Leş, kan ve domuz etinin hükmü ve bu hükmü insan ilminin ulaşabildiği sınırlar içinde Allah'ın hüküm koymadaki hikmeti ve sebeplerinin belirlenmesi yukarıdaki bu haramlara ait Bakara suresinin 173. ayeti tefsirinde geçmişti. Şimdi insan ilminin bu haramların hikmetini anlayıp, anlayamamasını bir yana koyarsak ilahi ilim bu yiyeceklerin temiz olmadığını tesbit etmiştir. Bu tek başına yeterlidir. Allah ancak pis (habis) olanları ve insan hayatının herhangi bir yönüne zarar veren şeyleri haram kılar. İnsan bilgisinin bu zararı keşfetmiş olmaması ise ayrı bir olaydır. Zaten insan bilgisi, bütün zararlı ve faydalı şeyleri kapsamakta mıdır acaba?

Allah'tan başkası için kesilenler ise, öncelikle, imanın gereklerine temelden aykırı oldukları için haramdırlar. İman, Allah'ı bir sayma, ilahlıkta tek kabul etme ve imanın gereklerini bu tevhid anlayışı ile temellendirmedir.

İmanın bu gereklerinin ilki şudur: Niyet ve fiillerin hepsinin sadece Allah'a bağlanması, bütün iş ve hareketlerin sadece O'nun adıyla yapılması ve bunlarda yalnızca O'nun adının anılmasıdır. Allah'tan başkası adına kesilen ve Allah'tan başkasının adı anılan şeyler haram olduğu gibi, başkalarının adı anılmasa da Allah'ın adı anılmayan kurbanlar da haramdır. Çünkü bu, imanı temelinden sarsar. Böylece yapılanlar da imandan kaynaklanmamıştır. Bu yüzden o da pistir, leş, kan ve domuz eti gibi pislikler arasına dahil edilir.

Boğulmuş, vurularak öldürülmüş, düşüp yuvarlanmış, süzülmüş ve yırtıcı bir hayvan tarafından yenmiş hayvanlar da -canlı iken yetişilip kesilmedikleri taktirde leş sınıfına girerler ve onun hükmünü alırlar. Bunların ayrı bir hükmü olabileceği şeklindeki bir şüpheye fırsat tanımamak için, ayette açıklanmışlardır. Bu konudaki ayrıntılı bilgi fıkıh kitaplarındadır. Kesme, hayvanın ne zaman "kesilmiş" sayılacağı gibi problemler öne sürülmüştür. Kimi hemen ölümüne neden olacak veya hükmen ölü sayılmasını gerektirecek şekilde yaralanan hayvanın "kesim"ini bu hükümün dışına çıkarmıştır. Bunun anlamı bu tür hayvanların ölmeden önce "kesilseler" bile "arındırılmış" sayılmamalarıdır.

Kimi de, yarasının şekline bakmadan can taşırken yetişilip kesildiğinde hayvanı "arındırılmış" sayar. Geniş bilgi için, fıkıh kitaplarının ilgili konularına bakılabilir.

Dikili taşlarda (Bunlar, müşriklerin cahiliyye döneminde Kabe'de yanlarında kurban kestikleri ve kurbanın kanına buladıkları putlar ve benzeri taşlardır.) kesilen hayvanlar, putlara kurban edilmeleri sebebiyle, kesilirken Allah'ın adı anılsa bile haramdırlar. Çünkü bu durum, .Allah'a şirk koşma kapsamına girmektedir.

Son olarak (fal okları) oklarla fal bakma meselesine gelince; müşriklerin bir işe başlarken veya bitirirken danıştıkları oklardır. Üç veya yedi tane oldukları söylenir. Bunlar, Arapların yaygın adeti olan kumar oynama işlevini de görürlerdi. Deve üzerinde kumar oynarlardı. Ortada kumarbazlardan her biri için bir ok bulunur, bu oklardan birini o, okun temsil ettiği budur der ve deveye sahip olurdu. Allah oklarla fal bakmayı haram kılmıştır, bu yolla hayvan kesimini de -bu tür kumar olduğu için- yasaklamıştır.

"Kim ölüme ramak kalacak derecede acıkırda günah işleme eğilimine kapılmaksızın bu haram etlerden yemek zorunda kalırsa, kuşku yok ki Allah bağışlayıcıdır, merhamet edicidir."

Ölesiye aç kalan kimse, günah işlemeyi ve harama girmeyi amaçlamadığı taktirde, haram kılman bu yiyeceklerden yiyebilir. Yenilecek miktar, fıkıh bilginleri arasında ihtilâflıdır. Bu miktar, ölümden korunacak kadar mıdır? Yoksa doyasıya yenilebilir mi? Yine yiyeceksiz kalınacağından korkulduğunda başka öğünler için de saklanabilir mi?

Bunların ayrıntısına girmiyoruz. Bu noktada, bu dinin sağladığı bir kolaylığı daha bilmemiz bize yeter. O, zor durumlarda, günaha veya çaresizliğe düşülmemesi için ayrıntılı hükümler koymuştur. Ayrıca her emrini, kalpteki niyete ve Allah'tan tam sakınmaya bağlamıştır. Zor durumda kalana, harama dalmayı amaçlamadıktan sonra ne günah ne de ceza vardır. "Şüphesiz ki yüce Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir". Haram olan yiyecekleri incelemeyi burada noktalıyor ve bu konudaki ayetlerin arasına yerleştirilen şu cümlenin üzerinde özellikle durmak istiyoruz: "Bugün kafirler dininizi ortadan kaldırmaktan umut kesmişlerdir. O halde onlardan korkmayınız, benden korkunuz. Bugün sizin hesabınıza dininizi bütünledim, size yönelik nimetimi tamama erdirdim ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim". Bu ayet, yüce Kur'an'ın indirilen son ayetidir. Çünkü risaletin olgunlaştığı ve nimetin tamamlandığını ilan etmektedir. Hz. Ömer uzak görüşlülüğü ve açık kalpliliği ile Hz. Peygamberin yeryüzündeki son günlerini geçirdiğini hissetmiştir. Hz. Peygamber emaneti yerine getirmiş ve risaleti tebliğ etmiştir. Artık geriye sadece Allah'a hesap verme kalmıştır. Ve Hz. Ömer'in kalbi ayrılık gününün yaklaştığını hissederek ağlamaktadır.

Konusu kesimlik hayvanların helal ve haram olanları bildirmek olan ayetlerin arasını ayıran yukarıda da açıkladığımız amaçları içeren surenin genel akışındaki bu sözler neyi göstermektedir?

Bu sözler önce, yüce Allah'ın şeriatının hiçbir şekilde bölünemiyeceğini gösterir. İster düşünce ve inanca ister ibadetlere, helâl ve harama ya da toplum ve devletlerarası hukuka ilişkin olsun tamamı mükemmeldir. İşte tüm bunlar, yüce Allah'ın bu ayette mükemmel kıldığını bildirdiği "din"dir. Ve iman edenlere tamamladığını bildirdiği "nimeti"dir. Bu dinde düşünce ve inanca ilişkin olanlar ile ibadete, helâl ve haramlara ilişkin olanlar ya da toplum devletlerarası hukuka ait hükümler arasında hiçbir ayrım yapılmamıştır. Bunların tamamı, Allah'ın müslümanlara seçtiği İlâhî sistemi oluşturmaktadır. Bu sistemin bir kısmından sapma, tamamını terk anlamına gelir. Bu "din"e karşı gelme, dolayısıyla bu "din"den çıkma anlamını taşır.

Mesele, belirttiğimiz şekildedir. Allah'ın müslümanlara seçtiği bu sistemden bir şeyi atmak ve onun yerine insan yapısı bir şey eklemek açıkça Allah'ın ilahlığını kabul etmemektir. Bu özelliklerden bazısını bir insana yakıştırmak Allah'ın yeryüzündeki otoritesine isyan ve böylece ilahlık özelliklerinin en büyüğü olan "hakimiyet" iddiası ile ilahlık taslama anlamına gelmektedir. Bu da, açıkça bu dine isyan ve doğal olarak, bu dinden çıkmaktır. "Bugün kafirler dininizi ortadan kaldırmaktan umut kesmişlerdir.."

Kafirler onu iptal etmekten, ortadan kaldırmaktan ya da tahrif etmekten ümitlerini kestiler. Çünkü Allah, onu mükemmel kıldı ve kıyamete değin sürmesine hükmetti. Onlar, harpte zor durumdaki müslümanları yenebilirler, fakat bu dine üstünlük sağlayamazlar. Onu tahrife kalkışanların çok olmasına tuzak kuranların kuvvetine ve bu dönemlerde mensuplarının kara cahilliğine rağmen bu din, lekelenemeyen ve tahrif edilemiyen -kıyamete değin korunmuş tek dindir. Allah, yeryüzünde bu dini, bilen ve onu gelecek nesle teslim edene değin, tamamen anlayıp koruyan bir topluluktan yoksun bırakmayacaktır. Kafirlerin bu dinden ümitlerini kestikleri şeklindeki Allah'ın vaadi gerçektir.

"O halde onlardan korkmayın, benden korkunuz."

Kafirler bu dine hiçbir şekilde el uzatamazlar. Taraftarlarına da, bu dinin canlı bir tercümanı oldukları, yükümlülük ve sorumluluklarını yerine getirdikleri, hayatlarında hükümlerini ve hedeflerini gerçekleştirdikleri ve ondan yüz çevirmedikleri sürece hiçbir zarar veremezler.

Yüce Allah'ın, Medine'deki İslâm toplumuna yönelik bu teklifi o kuşağa has değildir. Bu hitap, bütün zamanlardaki ve yerdeki tüm iman edenlere seslenmektedir. "İman edenlere" diyoruz. Çünkü Allah'ın kendilerine seçtiği bu dinden tamamen hoşnut olanlar, bu dini dünya görüşleri olarak benimseyenler işte bunlar -yalnızca bunlar- "müminler"dir. "Bugün sizin hesabınıza dininizi bütünledim, size yönelik nimetimi tamama erdirdim ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim."

Bugün yani bu ayetin indiği "Veda haccı günü" Allah bu dini noksansız kılmıştır. Ona birşey eklemek isteyen, artık ne ilave edebilir ki? Müminlere olan en büyük nimeti, bu mükemmel ve kapsamlı sistemle yerine gelmiş ve onlara din olarak "İslâm"ı seçmiştir. Dünya görüşü olarak bu sistemi benimsemeyen ise, Allah'ın müminlere seçtiği şeyi tepmiş olur.

Müslüman, bu sarsıcı sözler karşısında duruyor. İçerdiği bu büyük köklü yönlendirmeler, yükümlülük ve görevler peşi sıra gözü önünden geçiyor.

Müslüman önce, bu dinin tamamlanması noktasında duruyor. İlk insanın doğuşundan, ilk Peygamber'den bu son risalet olan tüm insanlara gönderilen Ümmî Peygamber'in risaletine değin aynen iman kervanı, geçit resmi yapıyor. Ne görüyor? Birbirine bağlı bir şekilde uzayıp giden, bu hidayet ve nur kervanını görüyor. Uzun yol üzerindeki işaretlerini görüyor. Fakat son Peygamber'in önceki tüm peygamberlerin, sadece belirli bir zaman periyodu için, özel bir görevle ve sadece belirli bir topluma gönderildiklerini görüyor. Bu yüzden tüm bu peygamberler bu çerçeve ile sınırlanmış ve bu zaman parçasına -mahkum olmuşlardır. Onların tümü, tek bir ilaha -ki bu tevhittir- çağırmışlar, sadece bu tek ilaha kulluk edilmesini istemişlerdir -bu da dindir-. Hepsi herşeyi bu tek ilahtan almaya ve bu tek ilaha boyun eğmeye çağırmışlardır -bu da İslâm'dır-. Fakat her biri, toplumun, çevrenin, zaman ve ortamın durumuna uygun hayat gerçeklerine ilişkin farklı bir şeriat getirmiştir.

Ve nihayet Allah, insanlığa gönderdiği risaleti sona erdirmeyi dilediği zaman, tüm insanlara özel bir zaman ve mekan ile ve belirli bir toplumla sınırlandırmaksızın bütün "insan"ları muhatap alan risalet ile peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed'i gönderdi. Mekan, çevre ve zaman faktörlerinin ötesinde, tüm "insan"ı muhatap alan bir risalet. Çünkü bu risalet, değişmez, bozulmaz ve iptal edilmez "insan fıtratı"nı muhatap almaktadır. "Allah'ın yaratma kanununa uygun olan dine dön ki insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez. İşte dosdoğru din budur." (Rum Suresi, 30)

Bu din, insanın hayatını her yönüyle ve bütün kapsamıyla kuşatan bir şeriattır. Bu şeriat herşeyi ayrıntılarıyla açıklanmış, hayatın zaman ve mekan değişkenlerine bağlı ve dönemsel olarak ortaya çıkan sorunları için genel prensipler ve temel kurallar koymuştur. Zaman ve mekan faktörleriyle değişmeyen ve sürekliliğini koruyan sorunların herbiri için ayrı ve ayrıntılı kurallar getirmiştir. Genel prensipleri ve ayrıntılı bölümleri sayesinde bu din, kıyamete değin bu merkez etrafında ve bu çerçeve içerisinde gelişip, değişmesi ve yenilenmesi için "insan hayatı"nın ihtiyaç duyacağı bütün kurallar, yönergeler, hükümler ve nizamnameler içermektedir. Yüce Allah müminlere şöyle buyurmuştur: "Bugün sizin hesabınıza dininizi bütünledim, size yönelik nimetimi tamama erdirdim ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim". Onlara hem inanç hem de şeriatın eksiksiz tamamlandığını ilan etmiştir. İşte din budur.

Bir müminin, bu dinin eksik olduğu vehmine kapılarak, onu tamamlamaya kalkışması, bir kusur bularak onu gidermeye çalışması zaman ve mekana uygun olarak değiştirmeye veya geliştirmeye yönelmesi mümkün değildir. Böylesi bir durumda, o, Allah'ın doğru sözlülüğünü kabul etmemiş ve müslümanlar için seçtiğini beğenmemiş olduğundan bir mümin olamaz.

Kur'an'ın indirildiği dönemdeki bu şeriat her zaman için geçerli olan dindir. Çünkü o, Allah'ın da tanıklığı ile "insan"a her zaman ve mekan için gelmiş olan dinin "şeriati"dir. Daha önceki peygamberler gibi, sadece belirli bir topluma, belirli bir nesle ya da mekana özel değildir.

Ayrıntılı hükümler, olduğu gibi kalsınlar diye gelmişlerdir. Genel prensipler ise, kıyamete değin insan hayatına, izinde geliştiği bir çerçeve çizmek için gelmişlerdir. Onlara karşı çıkmak, imanın çerçevesi dışına taşmaktır.

"İnsan"ı yaratan Allah, yarattığını da en iyi bilendir. Allah insanı yaratmış -ki O ne yarattığını çok iyi bilir- ve ona bu şeriatı içeren bu dini seçmiştir. "Dünkü şeriat, bu günkü şeriat değildir" denemez. Çünkü bu durumda kişi, insanın ihtiyaçlarını ve durumlarını Allah'tan daha iyi bildiğini iddia etmiş olur.

Müslüman, ikinci olarak "Allah'ın bu dini mükemmel kılarak, müminlere olan nimetini tamamlaması" olayı karşısında duruyor. Bu nimet, insanın yetişip olgunlaştığını gösterdiği gibi, gerçek "insan"ın duygusunu gösteren müthiş bir nimettir. Bu "insan", ilahını bu dinin kendisine gösterdiği şekilde tanımadan önce Rabbinin hoşnut olduğu bu dinin bütünün tanıttığı şekilde evreni, varlığını, bu bedendeki fonksiyonunun ve Rabbinin ikramlarını tanımadan önce mevcut değildi. Bu "insan", sırf Allah'a kulluk ederek kullara kulluktan vazgeçmeden önce, herhangi birinin yaratma ve otoritesini değil, Allah'ın yapısı olan ve O'nun otoritesinin oluşturduğu şeriat sayesinde "eşitliğe" ulaşmadan önce, mevcud değildi.

İnsan bilgisi, bu dinin ortaya koyduğu büyük gerçekler sayesinde, bu "insan"ın doğuşunu gerçekleştirdi. Eğer insan bilgisi, bu seviyede olmasaydı, onun oluş sırasında "hayvan" ya da "robot insan" olması mümkündür.

Fakat o, ancak Kur'an'ın ortaya koyduğu şekliyle bu gerçekleri bilmesi sayesinde tam anlamıyla bir "insan" olabilmiştir. Bu şekil ile insanın her dönemde kendisine yakıştırdığı diğer şekiller arasında büyük fark vardır.

Eğer insanoğlunun hayatında bu şekil gerçekleştirilirse "insan"ın insanlığı tam olarak ortaya konmuş olur. Böylece Allah, melekler, kitaplar, peygamberler ve kıyamet günü hakkındaki itikadî düşünce sayesinde, duyu organları ile algılanan dışında bir şey idrak etmeyen "hayvanî hisler"den çıkıp, hem algılananları, hem de algılanamıyanları, görünür ve görünmez alemi, madde ve madde ötesini idrak edebilen "insanî düşünce" dairesine geçmesi gerçekleşir ve onu sınırlı "hayvanî duyu organları"nın dar çerçevesinden kurtarır.

Tevhid sayesinde, kullara kulluktan sırf Allah'a kulluğa yönelerek bütün düşmanları karşısında eşitlik, bağımsızlık ve üstünlük sağlar. O, kullukta sadece Allah'a yönelir, dünya görüşünü, şeriat ve düzeni sırf Allah'tan alır ve yalnız O'na dayanıp, yalnız O'ndan korkar.

İlgilerini geliştirip, eğilimlerini paklaştırır; gücünü, hayvanî içgüdülerini ve aşağı arzularını dizginleyip, hayra ve yüceliğe yöneltmek için toplar ve ilahi sistemi gerçekleştirmiş olur.

Cahiliyye gerçeğini tanımayan ve felaketlerini tatmayan kimse, Allah'ın bu din ile gönderdiği nimetin gerçeğine eremez. Cahiliye her dönem ve mekanda Allah'ın uygun bulmadığı şekilde hayat sürmektir. Cahiliyeyi tanıyan ve inançdaki, düşüncedeki, yaşamdaki belalarına uğrayan kimse, Allah'ın bu dinle gönderdiği nimetin gerçeğini bilir, idrak eder ve onun tadına varır. Bütün zaman ve mekanlardaki cahiliyyetin, inanış ve düşüncedeki sapıklık ve körlük felaketlerini, hayret ve şaşkınlık belalarını, boşluk ve kirli musibetlerini tanıyıp anlayanlar, yalnızca, İslâm düzeni sayesinde imanın gölgesinde sürdürülen hayatın nimetini tadan ve tanıyan kimselerdir.

Cahiliyenin hayatı düzenleyen sistemlerin bütün disiplinlerinde varolan isyan ve arzuların felaketlerini, anarşi ve karışıklıkların belalarını, ifrat ve tefritin musibetlerini bilip, anlayanlar, yalnızca İslâm sistemi imanın gölgesi altında gelişen hayat nimetini tanıyıp, tadan kimselerdir.

Bu Kur'an'a ilk kez muhatap olan Araplar, bu sözleri anlıyor, tanıyor ve gerçeğini idrak ediyorlardı. Çünkü bu sözlerin içeriği, bu Kitab'a muhatap olan neslin bizzat yaşamında somutlaşıyordu.

Cahiliyeyi ve onun inanca ilişkin düşünce sistemini ve toplumsal yapısını, kişisel ve toplumsal ahlâkını, tatmışlardı. Yanısıra onlar Allah'ın bu din ile kendilerine verdiği nimetin gerçeğini, Allah'ın sözlerindeki rahmetini ve İslâm'la verdiği nimetin gerçeğini anlayarak cahiliyenin bütün unsurlarından yüz çevirmişlerdir.

İslam onları, cahiliyye bataklığında bulmuş, zirveye giden dosdoğru yola çıkarmıştır. ( Bu mesele Nisa Suresinin giriş kısmında açıklanmıştır.) Zirveye ulaştıkları zaman o yüce yerden yeryüzünde çevrelerinde bulunan diğer milletlere, şimdi kendi cahiliye dönemlerindeki geçmiş yaşamlarına baktıkları gözle baktılar.

İslâm onları, putları, melekleri, cinleri, yıldızları ve ataları rab edinme gibi efsane ve hurafelerle çevrelenmiş hurafe inançlara dayalı düşünce ile temellenmiş cahiliyenin bataklığında buldu. Onları buradan kurtarıp, dikkatlerini tevhid ufkuna, tek ilaha... herşeye güç yetiren, merhametli, her şeyi gören, bilen ve haberdar olan, adaletli, mükemmel, kendisine yakın ve yardımına koşan kimsenin aracılığına yer vermeyen herkesin kendisine kul olduğu ve kulluk ettiği tek ilaha iman ufkuna çevirdi. İslâm onları vehim ve hurafelerden kurtardığı gün, aynı zamanda kahin ve reislerinin sultasından da özgürlüğe kavuşturdu.

İslâm onları, kimilerinin iddia ettiği gibi cahiliye demokrasisinden değil, cahiliyenin ana çerçevesi, sınıf farkları, çirkin gelenekler ve otoriteyi ele geçiren herkesin kalkıştığı despotluklardan ibaret olan "aşağılık toplumsal düzeni"nden kurtardı.

"Zulmetme kudreti", ta kuzeyden güneye kadar tüm Arap yarımadasının önderleri, kabile reisleri ve idarecilerinin yerleşik geleneğine göre güç ve etkinlikle aynı anlamı taşıyordu. Necaşi'nin şairi, saldırdığı kişiyi küçük düşünmek için şöyle hicvederek kötülüyordu: "Onun kabilesi, ne zimmetini (anlaşmasını) bozar, ne de kalben zerre kadar zulmeder". "Bir Arap meliki olan, Hacer b. Haris, Beni Esed'i sopa ile kendisine itaate zorladığı zaman Şairleri Ubeyde b. Ebras şu şiiri ile ona yakardı:

"Sen onların içinde hükümdarsın,

Onlar ise kıyamete değin köledir,

Onlar senin kamçına boyun eğmişlerdir.

Huzae'nin uysal yarış atı gibi..."

"Ömer b. Hind, halkı kendisiyle perde arkasından konuşmaya zorlayan, kabile reislerinin annelerini, sarayında hizmetçi olmaları için zorlayan bir Arap hükümdarı idi." Yine bir Arap meliki olan Numan b. Menzir, terörde o kadar ileri gitti ki, kendisine iki gün belirledi: kendisini ziyârete gelen herkesi hesapsız nimete boğduğu hoşnutluk günü ve sabahtan akşama değin kim gelirse öldürdüğü "öfke günü".

Kuleyb Vail'in otoritesi hakkında anlatılır ki O bu ismi, avdan başladığı yerde, nara attığı için almıştır. Narasını işiten hiç kimse ona yaklaşmaya cesaret edemezdi.

Yine anlatılır ki: "Avf vadisinde hiç özgür yoktur". Çünkü onun otoritesinin delili olarak oraya ve çevresine hiçbir hür yaklaşamazdı. Oradaki hürlerin tamamı, köle konumunda idi."

İslam onları, âdetler, gelenekler, toplumsal ilişkiler ve ahlâk konusunda da cahiliye bataklığı içinde buldu... Onları, kız çocuklarını diri diri gömme, perişan haldeki kadınlar, içki, kumar, serbest cinsel ilişki, hakir görülen ve aşağılanan kadınlarla karışım ve ihtilaf, dışardan gelecek ciddi bir saldırı karşısında ne ittifakları ne de güçleri bulunmadığı gibi kan davaları, baskınlar, yağmalamalar ve soygunlar sebebiyle birbirlerine düşmüş halde bulunan bir toplum yapısına sahip halde iken buldu. (Bakınız, Fil Suresi tefsiri) Öyle ki Fil yılında Habeşlilerin Kabe'ye saldırısı gerçekleşmiş kendi aralarında müthiş sert olan kabilelerin tümü bu saldırı karşısında aciz ve perişan olmuşlardı.

Onlar bu durumda iken, İslâm onları bir ümmet yaptı. İnsanlığın tamamı yaşamın her alanında düşük bir halde iken, onları zirveye ulaştırdı. Tek bir nesilde, hem en çukuru hem en zirveyi, hem cahiliyyeyi hem de İslâm'ı tanıtıp gösterdi. Bu yüzden onlar, yüce Allah'ın şu ayetini idrak ediyor, tadına varıyorlardı: "Bugün sizin hesabınıza dininizi bütünledim, size yönelik nimetimi tamama erdirdim ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim."

Müslüman bu kez Allah'ın müminlere İslam'ı din seçmesi karşısında duruyor. Yüce Allah bu ümmeti kavraması ve gözetmesi karşısında... Öyle ki onun için İslam dinini seçmiş ve beğenmiştir. Bu Allah'ın bu ümmete sevgisini ve hoşnutluğunu da ifade etmektedir. Öyle ki onun için bir dünya görüşü ve sistemi seçmiştir.

Bu müthiş sözler bu ümmetin omuzlarına pek ağır bir yük bindirmektedir. O yüce gözetime denk gelecek bir yükü Allah affetsin! Bu ümmetin, peşi sıra gelecek bütün nesillerinin sahip olacağı nesneler, yüce Allah'ın bu şerefli korumasına tabii ki denk gelmez.

O'nun yayabileceği tek şey, gücü nisbetinde nimete şükretmeye ve nimet vereni tanımaya ilişkin ayrıca gerekli olanı anlayıp, gücü nisbetinde onu yerine getirmek ve kusur ve hatalardan dolayı da avf ve bağışlama dilemekten ibarettir.

Allah'ın bu ümmete İslâm'ı din belirlemesi ilkin, bu seçimin kıymetini bilmesini, sonra da gücü nisbetinde bu din doğrultusunda olmak için çabalamasını gerektirmektedir. Aksi takdirde, kendisine Allah'ın seçtiğinden başkasını tercih ederek Allah'ın hoşnut olduğunu ihmal eden kimse ne kadar zavallı ne kadar aptaldır.

O halde cezasız bırakılmaması gereken büyük bir suçtur. Allah'ın kendisi için seçtiğini terk eden serbest bırakılmamalıdır. Fakat Allah İslâm dinini tercih etmeyerek dilediklerini işleyenleri bırakıyor ve onlara süre veriyor. Bu dini tanıyıp, sonra terk eden veya ondan ayrılanların kendilerine Allah'ın onlara seçtiği dünya görüşünden başka bir dünya görüşü edineni Allah asla cezasız bırakmıyor ve ona asla süre tanımıyor. Sonuçta onlara hakkettikleri cezayı veriyor.

Bu müthiş sözler önündeki bu duruşlardan daha çoğuna gücümüz yetmiyor. Daha fazla uzatmadan, "Fî zılâl"de bu kadarla yetiniyor, surenin akışıyla birlikte gelen yeni bölüme geçiyoruz:

4- Sana kendilerine nelerin helal kılındığını soruyorlar. onlara de ki "Size temiz yiyecekler helal kılındı. Allah'ın size sağladığı bilgileri öğreterek yetiştirdiğiniz eğitimli ev hayvanları sizin için avladıkları hayvanları da yiyiniz ve üzerlerine Allah'ın adını anınız. Allah'tan korkunuz. Hiç kuşkusuz Allah'ın hesaplaşması çok çabuktur. "

5- Bugün size temiz olan yiyecekler helal kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri size ve sizin yiyecekleriniz de onlara helâldir. İffetli ve hür mümin kadınları -zinaya ve metreslik ilişkisine başvurmaksızın- namuslu biçimde mehirlerini verdiğiniz takdirde size helâldir. Kim iman etmeyi reddederse yaptığı ameller boşa gitmiştir, o kimse ahirette hüsrana uğrayanlardan olur.

Bu seçkin toplumun psikolojik durumunu tasvir ediyor: İlkin yüce Allah'ın hitabıyla karşılaşmanın mutluluğuyla şereflenmeleri, sonra da, haram kılınmasından korkarak kendilerine şüpheli görünen cahiliye dönemindeki tüm davranışlardan kaçınıp, uzaklaşma titizlikleri. Onlar bu yüzden bu yeni sistemin kabul ettiği herşeyi öğrenebilmek için sorulara gerek duyuyorlar. Bu dönemin tarihini inceleyenler, İslâm'ın Arapların psikolojisinde gerçekleştirdiği bu büyük değişikliği göreceklerdir. İslâm onları şiddetle sarsıyor ve bütün cahili pisliklerden arındırıyor.

Cahiliyye bataklığında bulup zirvelere ulaştırdığı müslümanlara yeniden doğduklarını bildiriyor. Bunun yanısıra bu dini yaymanın güçlüğünü, dirilişin büyüklüğünü, kaydedilen aşamanın şahaneliğini ve nimetin bolluğunu hissettiriyor. Böylece amaçları, kendilerine bu bol lütufları veren ilahî sisteme uygun olsun ve ona aykırı davranmaktan kaçınsınlar. Bütün cahiliye dönemindeki alışkanlıklarına yönelik bu duyarlılık ve çekingenlik, bu derin bilincin ve bu güçlü sarsıntının ürünüdür. Bu yüzden, (haramları bildiren) ayeti işittikten hemen sonra, Allah Rasulüne "... kendilerine neyin haram kılındığını" soruyorlar.

Bunu henüz işlemeden önce, helal olduklarını kesin olarak bilsinler diye soruyorlar. Onlara şu cevap geliyor: "De ki; size temiz olan yiyecekler helal kılındı."

Bu üzerinde düşünmeyi hakeden bir cevap. Bu cevap, onların duygularına şu gerçeği nakşediyor: Onlara temiz şeyler haram kılınmaz ve temiz şeylerden alıkoymazlar. Çünkü tüm temiz şeyler onlara helaldir. Kendilerine yalnızca pis şeyler haram kılınmıştır.

Gerçekten, Allah'ın haram kıldığı herşey, bozulmamış fıtratın psikolojik olarak iğrendiği leş, kan, domuz eti gibi şeyler yada mümin kalbin nefret ettiği, Allah'tan başkası adına veya putlara kesilen adaklar veya onların yanında bir çeşit kumar olan ok ve çekme gibi şeylerdir.

Bu genellemenin ardından gelen bir ifade olan; "temiz yiyecekler"e, özellikle bambaşka temiz türleri daha eklenmektedir. Bunlar için eğitilip-yetiştirilmiş, sahipleri tarafından avı nasıl yakalıyacağı öğretilmiş, yırtıcılardan doğan, şahin, pars, arslan ve köpek benzeri av hayvanlarının tuttukları avlardır:

"Allah'ın size söylediği bilgileri öğreterek yetiştirdiğiniz eğitimli av hayvanlarının sizin için avladıkları hayvanları da yiyiniz ve üzerine Allah'ın adını anınız. Allah'tan korkunuz. Hiç kuşkusuz Allah'ın hesaplaşması çok çabuktur."

Bu av için eğitilip-yetiştirilmiş avcı hayvanların yakaladıkları avların helal olabilmesi; avcı hayvanların, avlarını, sahipleri için tutmaları yani -açken ve sahipleri yanlarında yokken kendileri için tuttukları dışında- avlandığı sırada tuttuğu avını iyice koruyup, ondan yememeleri şarttır. Eğer av sırasında tuttuğu avın etinden yerse, eğitilmemiş demektir. Bu durumda yakaladıkları av, sahiplerinin değil kendilerinindir, dolayısıyla bu avları, sahiplerine helal olmaz. Eğer yakaladığı ve yediği avın büyük bir kısmını bırakıp, henüz canlı iken sahibine getirse -söz konusu av, kesilmesi ile helal olan bir hayvan bile olsa kesim ile temiz olmaz.

Allah, müminlere, av hayvanlar ile onlara olan nimetini hatırlatıyor. Onları, Allah'ın kendilerine sağladığı bilgileri öğreterek yetiştirmişlerdir. Allah, bu hayvanları, onlara boyun eğdirmiş, kendilerine onları eğitme gücü vermiştir. Ve nasıl eğiteceklerini de öğretmiştir.

Bu, Kur'an'ın eğitim yöntemini örnek alan; bahsetmedik bir nokta, ortaya koymadık bir ayrıntı bırakmayan hikmetli metodun özelliğini ifade eden bir bölümdür.

Hatta insanın gönlünde şu gerçeğin hissini uyandırıyor. Bu, Allah'ın, herşeyi; evreni yaratan, öğreten, onları insanlara boyun eğdiren olduğu ve bütün erdemli davranışların, kazançların nerede olursa olsun O'na döneceği gerçeğidir. Mümin Allah'tan geldiğini, O'na döneceğini bir an bile unutmaz. Herşey O'nun varlığı sebebiyle vardır. Bütün nesneler ve olaylar O'nun gücündedir.

Mümin biran bile her güç durumunda, her ruhi bunalımında ve kalkıştığı her işte Allah'ın, ihsan ve yardımını göreceğinden şüpheye düşmez. Bunların tümü, aslında Allah'ın "terbiyeci" oluşu gerçeğine dayanır.

Allah, müminlere, avcı hayvanların yakaladıkları avlar üzerine Allah'ın ismini anmalarını, avcı hayvanları salarken bunu söylemelerini, bu hayvanların avını pençeleri veya dişleri ile öldürdüklerinde, onun kesilmiş gibi olacağını, Allah'ın ismini, av keserken veya avcı hayvanı avın üzerine salarken anmanın yeterli olduğunu öğretiyor.

Sonra ayetin bitiminde onlara, Allah'tan ve çabuk hesaplaşmasından korkmaları uyarısı yapıyor. Haram ve helalın tümünü, mümini hayatındaki tüm niyet ve amellerinin ekseni olan bu bilince bağlıyor. Hayatın tümünü, Allah'ın, yüceliğini idrak etmeye, gizli ve açıkta O'nun gözetiminde olduğunu bilmeye dayandırıyor. "Allah'tan korkunuz. Hiç kuşkusuz Allah'ın hesaplaşması çok çabuktur."

Helal olan yiyecekler açıklanırken, araya evlenilmesi helal olan kadınlar konusu da ekleniyor.

"Bugün size temiz olan yiyecekler helal kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri size ve sizin yiyecekleriniz de onlara helaldir. İffetli ve hür mümin kadınlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerin hür ve iffetli ve hür mümin kadınlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerin hür ve iffetli kadınları -zinaya ve metreslik ilişkisine başvurmaksızın- namuslu biçimde mehirlerini verdiğiniz takdirde size helâldir..."

Böylece helal yiyecek çeşitlerine, bir kez daha, ayet ile de değiniliyor:

"Bugün size temiz olan yiyecekler helâl kılındı..."

İşaret ettiğimiz anlam teyit ediliyor ve öncekiler ile yeni bahsedilen helal yiyecekler, temiz olmaları noktasında birbirine bağlanıyor.

Burada, "İslâm yurdunda", müslüman toplum arasında yaşıyan veya onlara zimmet ve ahd bağı ile bağlanan Kitap Ehli'nden olan gayri müslimler ile ilişkiler hakkında, İslâm hoşgörüsünün aşamalarından biriyle daha karşılaşmaktayız.

İslâm onlara, "dini hürriyet" verip, (izale etmiyor) bırakmıyor.

İslâm onlara, "dini hürriyet" vermekle yetinmiyor, İslâm toplumunda, köşesine çekilmiş terk edilmiş olarak bırakmıyor. Onları, sevgi, güzel muamele ve birlikte yaşama gibi sosyal ortaklık havası ile kucaklıyor. Onların yiyeceklerini müslümanlara, aynı şekilde müslümanların yiyeceklerini de onlara helal kılıyor. (Birbirlerini ziyaret edip konukları, birbirleriyle yiyip-içmeleri için. Sevgi ve musamaha gölgesi altında gölgelenmesi için.) İffetli kadınlarını müslümanlara helal (temiz) kılıyor. Onların kadınlarını da, müslüman iffetli kadınlar ile birlikte anıyor.

Bu, diğer din ve millet mensupları arasında, sadece İslâm'ın mensuplarının hissettiği musamahadır. Hristiyan katolikler, yine hristiyan olan ortodoks protestan yada Maruni'lerle nikahlanmada güçlük çıkarırlar. Onlara göre inancı gevşek olanlardan başkası buna yeltenmez.

Böylece, İslâm'ın evrensel bir toplum oluşturma yolunda müsamahakar davranan tek sistem olduğu, müslümanlar ile kitap sahibi dinlerin mensupları arasında bir tecride başvurulmadığı, İslâm toplumunun bayrağı altında yaşayan değişik inanç mensupları arasına -özellikle ilişkiler ve gidişattan- engeller konulmadığı ortaya çıkmaktadır. (Dostluk ve yardımlaşma meselesinin hükmü ise, -sûrenin akışı içerisinde geleceği gibi- ayrıdır.) Ehl-i Kitab'ın iffetli kadınların helal olma şartı, iffetli mümin kadınlarla evlenme şartıyla aynıdır.

"Sizden önce kendilerine kitap verilenlerin hür ve iffetli kadınları, zinaya ve metreslik ilişkisine başvurmaksızın namuslu biçimde mehirlerini verdiğiniz takdirde size helaldir."

Bu şart ise, -kocanın karısını o sayede koruyup, gözettiği- dini nikah yapma amacıyla mehir verilmesinden ibarettir. Bu mal (mehir), fuhuş ve metres tutma yolunda verilmiş değildir.

Fuhuş, kadının her erkeğin olması, metres tutma ise, özel bir erkeğin kadından nikahsız faydalanmasıdır. Bu her iki yol da (İslâm, onları temizleyip-paklamadan, bataklıklardan zirvelere ulaştırmadan önce) cahiliye araplarında yaygın olup, cahili toplumun benimsediği şeylerdi.

Bu hükümleri şiddetli bir tehdit izlemektedir: "... Kim iman etmeyi reddederse yaptığı ameller boşa gitmiştir. O kimse ahirette hüsrana uğrayanlardan olur."

Tüm bu hükümler, iman ile ilişkilendirilmekte, imanın kendisi veya delili oldukları sonucuna varılmaktadır.

Onlardan döneklik edenler, imanı inkar etmiş, `perdelemiş', örtmüş olur. İmanı inkar edenin ise, ameli, boşa gider ve kabul edilmeyerek geri çevrilir. Ayetteki "boşa gider" (Habate) kelimesi, hayvanın zehirli otlakta otlayıp ölmesini ifade eder. O, batıl amelin gerçeklerini somutlaştırmaktadır. Zehirlenip şişerek telef olan hayvan gibi, amel de, telef olur, izi bile kalmaz. Dünyadaki amelinin boşa gitmesi ve batıl olması ötesinde ahirette de perişan olur.

Bu şiddetli ve korkunç tehdit, yiyecekler ve nikah konusundaki helal ve haramlara ilişkin şer'î hükmün peşi sıra gelmektedir. Bu da, bu sistemin parçalarının birbirine bağlılığına ve her parçasının kendisine aykırı davranmasının hoş görülmediği ve küçük-büyük hiçbir muhalefetinin kabul edilmediği "din" olduğunu göstermektedir.

Yiyecek ve kadınların temiz olanlarından söz edildikten hemen sonra, namaz ve namaz için temizlenme hükümleri gelmektedir.

Hiç yorum yok: