BESMELE

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيمِ

14 Temmuz 2009 Salı

DÖNÜŞ ALLAH'ADIR

Hud Suresi
DÖNÜŞ ALLAH'ADIR
Böylece, Allah'a ibadet ederken, O'na tevbe edip sığınırken, en sonunda O'na dönerken tevhidin gözetilmesi gerektiğini vurgulayarak başlayan bu sure, sona erdi. Tıpkı başladığı gibi sadece Allah'a ibadet edilmesi, yalnız O'na dönülmesi gerektiğini, en sonunda O'na dönüleceğini vurgulayarak sona erdi.
Daha önce evrenin uçsuz bucaksız ufuklarında, insanın ruhunun dipsiz derinliklerinde ve geçmiş asırların karanlık evrelerinde uzun bir yolculuğa çıkılmıştı.
Böylece surenin başı ile sonundaki edebi ahenk ve güzellik bulunmuş oluyor. Surede yeralan hikâyeler ile surenin genel akışı arasındaki uyum Kur'an-ı Kerim'deki bakış, düşünce ve yöneliş bütünlüğü ile güzel bir uyum oluşturuyor. Oysa eğer bu Kur'an Allah'dan başkasından gelmiş olsaydı, içinde birçok çelişkiler bulurlardı.
Şimdi, bu surenin akışını topluca inceleyenler, daha doğrusu Kur'an'ın Mekke'de inen kısmını inceleyenler göreceklerdir ki, ortada, köklü, kalıcı, geniş ve derin bir çizgi vardır. Bu sureler, bu çizginin etrafında yoğunlaşmaktadırlar. Surelerin etrafında döndüğü ekseni bu çizgi oluşturmaktadır. Diğer çizgiler hep bu temel çizgiye dönüktür. Tüm ipler ona bağlanmaktadır... Bu çizgi bu dinin etrafında yoğunlaştığı inanç çizgisidir. Bu, inanç eksenidir; insanlık hayatını her yönüyle düzenleyen, en ince ayrıntısına kadar ele alan bu ilahi sistem işte bu eksen etrafında dönmektedir.
Bu sureyi topluca değerlendirirken, surenin akışı içinde belirginleştiği şekliyle bu çizgi ve bu eksen üzerinde ana hatlarıyla durma gereğini duyacağız. Su renin akışı içinde bu konuyu ele alırken, daha önce yaptığımız açıklamalara değin de bulunmamız gerekecektir. Bu son değerlendirmenin bölümlerini birbirine bağlamak için kaçınılmazdır.
Surenin tüm akışı içinde ön plana çıkan ilk gerçek... Gerek Hz. Muhammed'le -salât ve selâm üzerine olsun- birlikte gönderilen kitabın içeriğinin sunulduğu giriş kısmında, gerek insanlık tarihi boyunca İslâm inancına göre hareke stratejisinin sunulduğu kıssalarda, gerekse Hz. Peygambere, hem kıssalardan ben de kendisiyle birlikte gönderilen kitabın içeriğinden çıkarılan sonuçlarla müşriklere karşı koyması direktifinin verildiği bitiş değerlendirmesinde...
Evet surenin bütünü içerisinde ön plana çıkan ilk gerçek... Tüm konuların tek başına Allah'a kulluk etmenin emredilmesi, ondan başkasına kulluk etmenin yasaklanması etrafında yoğunlaştığı gerçeğidir. Allah'a kulluk etmenin, ondan da başkasına kulluk etmemenin "din" demek olduğunun vurgulanmasıdır. Verilen sözler, tehditler, hesaplaşma ve amellerin karşılığı meselesi, sevap ve ceza meselesi bu köklü, kapsamlı tek ve değişmez temele dayandırılmaktadır. Nitekim surenin girişinde ve surenin akışı ile birlikte değişik yerlerde bu gerçeğe işaret etmiştik.
Burada öncelikle Kur'an metodunun bu gerçeği vurgulama yöntemini ve bu yöntemin değerini ön plana çıkarmak kalıyor bize.
Tek başına Allah'a kulluk etme gerçeği surede iki üslupla ifade ediliyor.
"Ey soydaşlarım, sadece Allah'a kulluk sununuz, O'ndan başka ilahınız yoktur."
"Allah'dan başkasına kulluk sunmayınız. Ben O'nun size gönderdiği bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim."
Emir ve yasaklama üslupları arasındaki farklılık gayet açıktır. Acaba ikisinin de anlamı bir midir?
' Birinci ifade; Allah'a kulluk edilmesini emretmekte, onun dışında ibadet edilecek bir ilahın olmadığını vurgulamaktadır. İkinci ifade ise; Allah'dan başkasına kulluk etmeyi yasaklamaktadır.
İkinci ayetin ifade ettiği anlam, birinci ayetin anlam ve içeriğinin gerektirdiği bir sonuçtur. Ne var ki, birincisi, sözlü olarak ifade edilirken, ikincisi ifadeden anlaşılmaktadır. Kuşkusuz yüce Allah'ın hikmeti bu büyük gerçeğin açıklanması bakımından sadece Allah'dan başkasına kulluk etmenin yasaklanmasının ifade ettiği anlamla yetinilmemesini, ayrıca bu yasağın bağımsız bir yoldan sözlü olarak da ifade edilmesini öngörmüştür. Her ne kadar bu yasak ilk emrin anlamında ve içeriğinde yeralsa da...
Bu da o büyük gerçeğin değeri ve yüce Allah'ın terazisindeki ağırlığı hakkında oldukça etkili bir mesaj vermektedir bize. O kadar ki, bu gerçek, Allah'a kulluk etmenin emredildiği ve O'nun dışında ibadet edilecek bir ilahın olmadığının vurgulandığı ifadenin içerdiğinden anlaşılmak üzere bırakılmıyor. Ayrıca Allah'dan başkasına kulluk etme yasağı sözlü olarak ve bağımsız bir ifadede yeralıyor. Bu yasak doğrudan doğruya bir hüküm olarak yeralıyor, Allah'a ibadet etmeye ilişkin emrin içeriğinden elde edilen bir anlam olarak değil. Onun zorunlu bir gereği değil de başlı başına bir hüküm olarak ifade ediliyor.
Ayrıca bu, Kur'an-ı Kerim'in sözedilen gerçeği iki yönüyle, Allah'a kulluk etme, O'ndan başkasına kulluk etmeme yönleriyle ortaya koyma yöntemini de göstermektedir bize. Buna göre insanlık, bu gerçeğin iki yönünü de içeren kesin bir hükme ihtiyaç duymaktadır. İnsan psikolojisi Allah'a kulluk etmenin emredilmesi, onun dışında kulluk edilecek bir ilahın olmadığının vurgulanması ile yetinmiyor. Tek başına Allah'a kulluk etmeye ilişkin emrin içeriğinden çıkan dolaylı anlamın yanında, Allah'dan başkasına kulluk etmenin de açıkça yasaklanmasını da gerektiriyor. Çünkü gün gelir insanlar Allah'ı inkâr etmedikleri, O'na kulluk etmekten vazgeçmedikleri halde, O'nunla birlikte başkasına da kulluk edebilirler. Kendilerini müslüman (!) sanırlarken şirke düşebilirler.
İşte bu yüzden Kur'an-ı Kerim tevhid gerçeğini emir ve yasağa birlikte yer vererek ifade etmektedir, yekdiğerini desteklesin diye. Böylece birçok çeşidi bulunan şirkin nüfuz edebileceği bir delik bırakılmayacak şekilde vurgulu olarak dile getirilmektedir bu gerçek.
Kur'an-ı Kerim'de buna benzer ifadeler değişik yerlerde yinelenmiştir. Örnek olarak bu sureden ve başka surelerden bazı ayetleri aşağıya alıyoruz:
Elif, Lâm, Ra. Bu Kur'an, her işi yerinde ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından muhkem, uyumlu cümlelerle örülen, sonra ayrıntılı biçimde açıklanan ayetlerden oluşmuş bir kitaptır.
(İçeriğinin özü şudur): Allah'dan başkasına kulluk sunmayınız. Ben, O'nun size gönderdiği bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim. (Hud Suresi 1-2)
Nuh'u soydaşlarına peygamber olarak gönderdik, onlara dedi ki; "Ben sizin için açık bir uyarıcıyım."
Sırf Allah'a kulluk sununuz. Yoksa sizin hesabınıza acıklı bir günün azabından korkarım." (Hud suresi 25-26)
Fakat azabım da son derece acıklı bir azaptır. (Hud Suresi 50)
İbrahim ne yahudi ve ne de hristiyan idi. O dosdoğru bir müslümandı, müşriklerden değildi. (Ali İmran suresi 67)
Ben yüzümü, dosdoğru bir şekilde gökleri ve yeri yoktan varedene yönelttim, ben O'na ortak koşanlardan değilim. (En'am suresi 79)
Kur'an-ı Kerim'de tevhid gerçeği ifade edilirken bu yönteme sıkça baş vurulmaktadır. Hiç kuşkusuz bunun özel bir anlamı vardır. Gerek tevhid gerçeğinin değerinin ve öneminin vurgulanması bakımından -Öyle ki bu gerçeğin hiçbir tarafı dolaylı anlaşılmaya, zorunlu olarak çıkarılacak sonuçlara bırakılmıyor tersine bu gerçeğin hiçbir tarafı eksik bırakılmadan sözlü olarak ifade edilen bir hüküm olarak indiriliyor- gerekse bu yöntemin yüce Allah'ın insan denen varlığın tabiatını bildiğini göstermesi bakımından... Buna göre yüce Allah insanın bu büyük gerçeğin bu şekilde açıkça belirtilmesine ihtiyacı olduğunu biliyor. Bu gerçeğin insanın duygu ve düşüncesinde her türlü şüpheden ve kapalılıktan korunup bu şekilde ince bir ifadeyle vurgulanması gerektiğini biliyor. Amacı ve hedefi son derece belirgin bir ifadeyle bunu belirtiyor yüce Allah. Hiç kuşkusuz yüce Allah üstün hikmet sahibidir. Yarattıklarını en iyi bilir. O latiftir, her şeyden haberdardır.
Şimdi, tek başına yüce Allah'a kulluk edilmesinin emredilmesini ve ondan başkasına kulluk etmenin yasaklanması üzerinde bu kadar yoğunlaşılmasının ayrıca, bu gerçeğin sözle ifade edilen bir hüküm olarak ve her iki yönünü kapsayacak şekilde dile getirilmesine gösterilen özenin ve dolaylı anlamlarla yetinilmemesinin ötesi eki hikmeti kavrayabilmemiz için bu surede, ayrıca bütün Kur'an'da geçen kulluk/ibadet kavramı üzerinde duralım.
Daha önce Hud peygamber -selâm üzerine olsun- ve kavmi kıssası üzerinde değerlendirme yaparken, bunca yoğunlaşmayı, bunca özeni, saygın peygamberler kafilesinin uğruna bunca emek sarfetmesini, her gün insanları tek başına Allah'a kulluk etmeye çağıran davetçilerin uğruna çektiği bunca azapları, bunca acıları hakeden "kulluk/ibadet" kavramının anlamı üzerinde durmuştuk. Şimdi ise yaptığımız bu değerlendirmeye bazı değimlerle eklemede bulunmak istiyoruz.
İnsanlar arası ilişkileri "muamelat" kavramı ile nitelendirmek buna karşılık kul ile Rabb arasındaki ilişkileri bireysel ve sembolik kulluk kastı taşıyan davranışları "ibadet kavramı ile nitelendirmek, Kur'an-ı Kerim'in indiği dönemden çok sonraları ortaya çıkmış bir yaklaşımdır. İslâmın ilk dönemlerinde bu ayırım bilinmiyordu.
"İslâm Düşünceleri" adlı eserimizde, bu meselenin tarihine ilişkin, olarak bazı açıklamalarda bulunmuştuk, oradan bazı bölümler aktarıyoruz. "İnsanın hareketlerini "ibadet" ve "muamelat" olarak ayırmak fıkıh eserlerinin yazılmasından sonra ortaya çıkmış bir meseledir. Bununla beraber -ilk önceleri- amaç, yalnızca ilmi eserlerin özelliği olan "teknik" bir ayırımdı. Maalesef bu ayırım İslâm düşüncesinde birçok kötü sonuçların doğmasına neden olmuştur. Bunun sonucu olarak da -bir dönem sonra- islâmi hayatın her alanında kötü etkileri ortaya çıkmıştır. Böylece "ibadet" sıfatının insanların kafalarında "ibadet fıkhının" ele aldığı hareketler olduğuna ilişkin bir düşünce uyandı. Bu hareketlerin "muamelat fıkhının" ele aldığı hareketler olduğuna ilişkin bir düşünce uyandı. Bu hareketlerin "muamelat fıkhının" içerdiği ikinci tür hareketlerden ayrı oldukları düşüncesi doğdu. Hiç kuşkusuz bu, İslâm düşüncesinden sapmadır. Bunun ardından İslâm toplumunun hayatının her alanında sapmaların baş göstermesi kaçınılmaz olmuştur.
"İslâm düşüncesine göre insanın hiçbir hareketi yoktur ki, "ibadet" kavramının kapsamına girmesin, ya da bu sıfatın gerçekleşmesi istenmesin. İslâm sisteminin ilk ve son amacı "ibadet"in anlamını gerçekleştirmektir."
"İslâm sisteminde, idari ve ekonomik düzenin, ceza yasasının, medeni kanunun, aile hukukunun ve bu sistemin içerdiği diğer yasaların bunun dışında bir gayesi yoktur."
"İnsan hayatında ibadetin anlamını gerçekleştirmekten başka bir hedef sözkonusu değildir. Ama insanın hareketleri bu sıfatla nitelenemez, bu hedefi gerçekleştirmiş sayılamaz -ki Kur'an bunun insan varlığının gayesi olduğunu belirtmektedir- bu hareketler ilahi sisteme uygun olmadıkça... Çünkü ancak o zaman yüce Allah'ın ilahlıkta bir olduğunu vurgulanmış, kulluk, sadece O'na Yöneltilmiş olur. Aksi takdirde bu, ibadetin dışına çıkmaktır, çünkü kulluğun sınırlarını aşmaktır. Yani yüce Allah'ın istediği şekliyle insan varlığının hedefinden sapmaktır. Yani Allah'ın dininden çıkmaktır. Fıkıhçıların -İslâm düşüncesinde bu anlayışın yeri olmadığı halde de"ibadet" ismini verdikleri ve ibadet kavramını onlara özgü kıldıkları hareket türlerinin Kur'an-ı Kerim'de ele alındığı yerlere bakıldığında görmezlikten gelinmeyecek son derece belirgin bir gerçek açığa çıkar... Bu hareketlerin tek başına ele alınmadıkları ve fıkıhçıların "muamelat" adını verdikleri hareketlerden ayrı geçmedikleri görülecektir. Her iki hareket türünün de Kur'an'ın akışı içinde ve yönlendirme yönteminde birbirlerine bağlı olarak geçtikleri görülecektir. Çünkü bu da öteki gibi, "ibadet" sisteminin bir yönünü oluşturmaktadır. İnsan varlığının hedefi budur. İbadetin anlamının ve yüce Allah'ın ilah olarak bir kabul edilmesinin anlamının gerçekleşmesi budur.
Zamanla bu ayırım, bazı insanların "muamelat"ın kapsamına giren hareketleri Allah'ın dışında O'nun izin vermediği konularda kendileri için kanun koyan kimselerin koyduğu sistemlere uygun olarak gerçekleştirirken "ibadet"in kapsamına giren hareketleri İslâmın hükümlerine göre gerçekleştirdiklerinde, "müslüman" olabileceklerini sanmalarına engel oldu.
Bu büyük bir vehimdir. Çünkü İslâm bölünmez bir bütündür. Onu bu şekilde ikiye bölen herkes bu bütünün dışına çıkmaktadır. Diğer bir ifadeyle, bu dinden çıkmaktadır.
İşte bu gerçekten müslüman olmak aynı zamanda insan olarak varlığının hedefini gerçekleştirmek isteyen herkesin aklında bulundurması gereken büyük bir gerçektir.
Şimdi de İslâm düşüncesi kitabından aktardığımız bu bölümlere, daha önce bu cüzde yaptığımız açıklamaları ekliyoruz. İlk defa bu Kur'an'la muhatap olan Araplar, Allah'a ibadet etmekle emrolundukları zaman ibadet, kulluk kavramının anlamını yalnızca kulluk kastı taşıyan, bireysel sembolik davranışlarla sınırlandırmıyorlardı. Hatta ilk defa Mekke'de bu Kur'an'la muhatap oldukları sırada henüz sembolik ibadet şekilleri farz kılınmamıştı bile. Araplar bu Kur'an'la ilk defa muhatap oldukları sıralarda bu kavramla, her konuda sadece Allah'a itaat etmenin, O'na boyun eğmenin her konuda O'ndan başkasına itaat etme, O'ndan başkasına boyun eğme, zilletinden çıkmanın istendiğini anlıyorlardı. Nitekim Peygamberimizin de -salât ve selâm üzerine olsun- bir hüküm olarak "ibadet/kulluk" kavramını "emrine uyma, boyun eğme" şeklinde açıklamıştır. Peygamberimiz, Adiy b. Hateme yahudi ve hristiyanların hahamlarını ve papazlarını Rabb edindiklerini söyleyerek şu açıklamada bulunmuştu "Evet hahamlarına ve papazlarına ibadet ettiler. Çünkü hahamları ve papazları helalleri haram, haramları da helal kıldılar, onlar da hahamlarının ve papazlarının dediklerine uydular. Bu da onlara "ibadet/kulluk ediyorlar demektir."
Sembolik "tapınma" hareketlerine kulluk/ibadet denmesinin nedeni bu hareketlerin Allah'a boyun eğmenin, O'na itaat etmenin bir şekli olmasıdır. Ancak bu şekil, ibadet kavramının tüm anlamını kapsamaz. Daha doğrusu sembolik ibadetler "ibadet" kavramının özünden çok ikinci derecede anlamını temsil ederler.
KULLUK GERÇEĞİ
Daha önce bu cüzde şunları söylemiştik. Şurası bir gerçektir ki, şayet ibadet/kulluk kavramının gerçek anlamı sadece sembolik tapınma davranışları olsaydı uğruna bunca peygamberin gelmesini, bunca risaletlerin gönderilmesini haketmezdi. Gelmiş geçmiş peygamberlerin -selâm üzerlerine olsun- büyük çabalar sarfetmesini haketmezdi. Tarih boyunca davetçilerin, mü'minlerin karşı karşıya kaldığı bunca işkenceyi, bunca acıyı gerektirmezdi. Tersine insanları topyekün kullara boyun eğmekten kurtarıp, her işte ve her durumda, dünya ve ahiretteki hayat sistemlerinde sadece Allah'a boyun eğmelerini, O'na itaat etmelerini gerçekleştirme olgusu haketmiştir bu ağır bedeli.
"İlahlığın birliği, Rabblığın birliği, otoritenin birliği, egemenliğin birliği, yasama kaynağının birliği, hayat sisteminin birliği, insanların kapsamlı bir şekilde boyun eğdikleri, emirlerine uydukları merciin birliği... Evet, bunca peygamberin gönderilmesini, uğrunda bunca emeğin harcanmasını, tevhid gerçeği haketmiştir. Bunca işkenceler, tarih boyunca katlanılan bunca méşakkatler tevhidin gerçekleşmesi uğruna olmuştur. Yüce Allah'ın böyle bir şeye ihtiyacı olduğundan değil elbette. Çünkü yüce Allah alemlerin hiçbir şeyine muhtaç değildir. insanlık hayatı, tevhidin egemenliği olmaksızın islah olamadığı, doğru bir çizgiyi izleyemediği, yücelemediği, insana yaraşır bir hayat niteliğini kazanamadığı için bunca çaba sarfedilmiştir. Hiç kuşkusuz tevhidin egemenliği her yönüyle insanlık hayatı üzerinde sınırsız bir etkinliğe sahiptir."
Yukarıdaki açıklamayı yaparken, bitiş değerlendirmesinde konuyu biraz daha açıklayacağımıza söz vermiştik.
İşte şimdi tevhid gerçeğinin her yönüyle insanlık hayatındaki değerine ana hatlarıyla değineceğiz.

Hiç yorum yok: