BESMELE

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيمِ

14 Temmuz 2009 Salı

HZ. NUH'UN KAVMİ

Hud Suresi

HZ. NUH'UN KAVMİ

Hz. Nuh'un soydaşları tarih içinde gelip geçtiler. Çoğunluğu, ilahi mesajı yalanlayanlardı. Bunları "Tufan" ve tarih yuttu. Böylece hem hayattan hem de yüce Allah'ın rahmetinden uzaklaştırıldılar. Sağ kalanlar ise, yeryüzüne halife oldular. Böylece yüce Allah'ın "mutlu son takva sahiplerinïndir" şeklindeki vaadi ve yasası gerçekleşmiş oldu.

Yüce Allah'ın, Hz. Nuh'a yönelik vaadi şöyle idi:

"Ey Nuh, sana ve yanındakilerden türeyecek ümmetlere sunacağımız esenliğin ve bereketlerin eşliğinde gemiden in. Yanındakilerin soyundan başka ümmetler de gelecektir. Bunlara bir süreye kadar dünya nimetlerini tattırdıktan sonra kendilerini acıklı azabımıza çarptıracağız."

Zamanın çarkları dönüp tarih sürecinin adımları ilerledikçe yüce Allah'ın bu vaadi de gerçekleşme aşamasına geldi. Dünyanın çeşitli yerlerine dağılan Hz. Nuh'un soyunun bir bölümü yavaş yavaş doğru yoldan saptı. Onların arkasından gelen Semudoğulları da bu sapıklığı sürdürdüler. Yüce Allah'ın şu hükmü işte bu toplumlar hakkında idi, "Yanındakilerin soyundan başka ümmetler gelecektir. Bunlara bir ,süre için dünya nimetlerini tattırdıktan sonra kendilerini acıklı azabımıza çarptıracağız.

50- Adoğullarına da kardeşleri Hud'u peygamber olarak gönderdik. Hud dedi ki; "Ey soydaşlarım, sadece Allah'a kulluk sununuz, O'ndan başka ilahınız yoktur. Başka ilahlara taptığınız için sizler birer iftiracısınız, uydurmaların peşinden gidiyorsunuz. "

51- "Ey soydaşlarım, bu uyarı çabalarıma karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ücretimi, beni yoktan vareden Allah verecektir. Acaba aklınızı başınıza toplamayacak mısınız?"

52- "Soydaşlarım, Rabbinizden af dileyiniz, arkasından O'na yöneliniz ki, size gökten bol yağmur göndersin, gücünüze güç katsın, suç işlemekte ısrar ederek çağrıma sırt çevirmeyiniz. "

Hz. Hud, Adoğulları'ndandı, onların kardeşi, onlardan biri idi. İşin başında onunla soydaşları arasında, kabilenin bütün bireylerini birbirine bağlanan "akrabalık" bağı vardı. Okuduğumuz ayetlerde bu ortak bağa dikkat çekiliyor. Çünkü bu ortak bağın doğal gereği olarak Hz. Hud ile "kardeşleri" arasında güven, karşılıklı sevgi ve öğüt alışverişi havasının egemen olmasının beklendiğine işaret ediliyor. Ayrıca soydaşlarının bu kardeşlerine karşı takındıkları olumsuz tavrın anormalliği ve yakışıksızlığı vurgulanıyor. Bunların yanısıra, Hz. Hud ile soydaşları arasında ilerde belirecek olan inanç farklılığı ilkesinden kaynaklanan ilişki kesikliğinin, yol ayrılışının doğallığı zihinlere işleniyor. Böylece inanç bağı kopunca, bütün diğer bağların kopacağı, İslâm toplumunda tek birleştirici bağın inanç bağı olduğu ilkesi somut motifler halinde gözlerimizin önüne seriliyor. Bir de bu dinin mahiyetine ve hareket stratejisine ışık tutulmuş oluyor. Şöyle ki:

Bu dine yönelik çağrı kampanyasının başlangıç aşamasında, bu çağrıyı seslendiren peygamber ile çağrının muhatapları aynı millettendirler. Taraflar arasında akrabalık bağı, kan bağı, soy bağı, aşiret ortaklığı ve yurt ortaklığı bağı vardır. Fakat daha sonra bütün bu ortak bağlar kopuyor ve aynı soydan gelen iki karşıt "ümmet" oluşuyor. Bir tarafta "müslüman ümmet" karşımıza çıkıyor. Bu iki ümmet arasında, artık ayrılık ve ilişki kesikliği egemen oluyor. Bu ilişki kesikliğine dayalı olarak yüce Allah'ın "mü'minleri" başarıya ulaştırmaya ve "müşrikleri" imha etmeye ilişkin vaadi gerçekleşiyor.

Yalnız bu ilahi vaadin gündeme gelebilmesi için, gerçekleşebilmesi için, önce bu ilişkilerin kesilmesi gerekir, aradaki ayrılığın kesinleştirilmesi ve karşıt sayfaların net biçimde belirginleşmesi gerekir. Bu noktaya varılabilmesi için peygamber ile mü'min soydaşları, hemşehrileri ile aralarındaki bütün geçmiş bağlarından, bütün ortak ilişkilerinden sıyrılmalıdırlar; soydaşları ile kabilelerinin yönetimi ile aralarındaki eski dostluk ve bağımlılık köprülerini yıkmalıdırlar; bağlılıklarını sadece Rabbleri olan yüce Allah'a ve kendilerini Allah'a, O'nun ortaksız egemenliğini benimseyerek kula kulluğu reddetmeye çağıran müslüman yönetime yöneltmelidirler. İşte ancak o zaman -daha önce değil- yüce Allah'ın desteğine mazhar olabilirler, ancak o takdirde yüce Allah'ın zafere ilişkin vaadi haklarında gerçekleşebilir. Şimdi de okuduğumuz ayetleri inceleyelim:

"Adoğulları'na da kardeşleri Hud'u peygamber olarak gönderdik."

Daha önceki hikâyede anlatıldığı gibi nasıl Hz. Nuh'u soydaşlarına peygamber olarak gönderdiysek Hz. Hud'u da soydaşlarına peygamber olarak gönderdik. Sonra ne oldu?..

"Hud dedi ki; `Ey soydaşlarım..."

Onlara sevgi ile yaklaşarak, kendilerine, aralarındaki birleştirici bağları hatırlatarak söze giriyor. Amacı duygularını kamçılamak ve güvenlerini kazanarak söyleyeceklerine kulak vermelerini sağlamaktır. Çünkü herhangi bir toplumun önderi, halkına yalan söylemez; amacı iyi rüyetle öğüt vermek olan bir lider, soydaşlarını aldatmaz. Ayeti okumaya devam ediyoruz:

"Hud dedi ki; `Ey soydaşlarım, sadece Allah'a kulluk sununuz, o'ndan başka bir ilahınız yoktur."

Hz. Hud'un bu sözü, bütün peygamberlerin tarih boyunca hép tekrarladıkları ortak bir sözdür: Hz. Hud'un soydaşları -daha önce söylediğimiz gibi Hz. Nuh'un yanındaki mü'minlerin gemiden indiklerinde kafalarında taşıdıkları tek Allah'a kulluk etme inancından sapmışlardı. Belki de bu sapma eyleminin ilk adımını, Hz. Nuh ile birlikte gemiye binen o mü'min azınlığın anısını ululaştırarak atmışlardı. Sonradan bu ululaştırma eylemi kuşaktan kuşağa geçerken gelişerek insanlara yarar sağlayan ağaçlarda ve taşlarda somutlaşmış, daha sonraki bir aşamada da bu ağaçlar ve taşlar tapılan putlara dönüşmüşlerdir. Derken bu putların arkasında beliren birtakım kâhinler, anıt bekçileri ve din simsarları insanları bu düzmece ilahlar adına kendilerine tapmaya yöneltmişler,çok sayıdaki cahiliye sapıklıklarından birini din kılığına büründürerek gelenekleştirmişlerdir. Demek istediğimiz şudur: Yüce Allah'dan başkasını kutsallaştırma duygusuna kapı kapatan, tek Allah'a kulluk sunma dışındaki her sapık inancı ilke olarak reddeden, mutlak "Tevhid" inancından meydana gelebilecek olan tek adımlık bir sapma, zamanla sayılarını ve açılarını sadece ve açılarını sadece yüce Allah'ın bilebileceği birçok sapma adımını beraberinde getirir.

Her neyse, Hz. Nuh'un soydaşları "müşrik" idiler, kulluğu sırf yüce Allah'a sunma inancına uzak düşmüşlerdi. Bu yüzden O, bütün peygamberlerin seslendirmiş oldukları şu çağrıyı soydaşlarına yöneltmişti:

"Ey soydaşlarım, sadece Allah'a kulluk sununuz, O'ndan başka bir ilahınız yoktur. Başka ilahlara taptığınız için sizler birer iftiracısınız, uydurmaların peşinden gidiyorsunuz."

Allah'ı bir yana bırakarak birtakım putlara taparken ve Allah'a birtakım ortaklar koşarken iftira ediyor, asılsız yakıştırmalara bel bağlıyorsunuz.

Hz. Nuh, bu sözlerinin hemen arkasından bu çağrısının samimi olduğunu, bu öğüdünün çıkarcı amaçlardan arınmış olduğunu vurgulama gereğini duyuyor. Bu çağrısının ardında herhangi bir yan amaç gizli değildir. Bu öğüt verme ve yol gösterme çabalarına karşılık hiç kimseden herhangi bir maddi çıkar istemiyor. Onun ücretini verecek olan yüce Allah'dır. Gözeticisi ve koruyucusu sadece O'dur. Okuyoruz:

"Ey soydaşlarım, bu uyarı çabalarıma karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ücretimi, beni yoktan vareden Allah verecektir. Acaba aklınızı başınıza toplamayacak mısınız?"

Hz. Hud'un "Sizden herhangi bir ücret istemiyorum" şeklindeki sözünden anlaşılıyor ki, soydaşları kendisini yaptığı çağrının karşılığında ücret istemekle ya da mal kazanmak peşinde koşmakla suçlamışlar ya da böyle bir imada bulunmuşlardır. Bundan dolayı bu suçlamayı reddeden cümlesinin arkasından soydaşlarına "Acaba aklınızı başınıza toplamayacak mısınız?" diye sesleniyor. Bu azarlayıcı cümlede soydaşlarının tutumu karşısında duyduğu şaşkınlık dile geliyor. Nasıl hayret etmesin ki, adamlar yüce Allah'ın görevlendirip gönderdiği bir peygamberin insanlardan maddi menfaat bekleyeceğini düşünüyorlar. oysa o peygamberi insanlara gönderen yüce Allah, tüm bu yoksulları, bu zavallıları besleyen tek rızık verici, tek yarar dağıtıcıdır.

Hz. Hud, bunun arkasından soydaşlarını Allah'dan af dilemeye, suçlarından dolayı pişmanlık duyarak O'nun dergâhına sığınmaya çağırıyor. Bu çağrıyı yaparken bizim peygamberimizin bu surenin başında aktarılan sözlerinin aynısını söylüyor. Binlerce yıl sonra bizim Peygamberimiz, hangi uyarıları seslendirmiş, hangi vaadleri yapmış ise, Hz. Hud da soydaşlarına aynı uyarıları ve vaadleri yöneltiyor. Okuyalım:

"Ey soydaşlarım, Rabbinizden af dileyiniz, arkasından O'na yöneliniz ki, size gökten bol yağmur göndersin, gücünüze güç katsın, suç işlemekte ısrar ederek çağrıma sırt çevirmeyiniz."

Adamların yağmura ihtiyaçları vardı. Yağmurların sağlayacağı sularla o çöl ortasında tarlalarını sulayacaklar, hayvanlarına su verecekler, bol yağmurların sağlayacağı bereketi koruyacaklardı. Devam ediyoruz:

"Gücünüze güç katsın."

Sahibi olmakla ün yaptığınız gücünüzü arttırsın. Ama;

"Suç işlemekte ısrar ederek çağrıma sırt çevirmeyiniz."

çağrıma sırt çevirme ve ilahi mesajı yalanlama suçlarını işlemeyiniz.

Bu ayette dile gelen "bol yağmur yağdırma" ve "güce güç katma" vaadleri üzerinde biraz durup düşünelim: Bu vaadler, yüce Allah'ın evrensel düzende geçerli olan değişmez kanunlarına göre yürüyen ilahi geleneğin sonucu olarak ortaya çıkan ve elbette ki, yüce Allah'ın dilediğine ve yaratıcılığına bağlı olan doğal olgulardır. Peki, o halde bunların yüce Allah'dan af dilemekle, tevbe etmekle ilgileri nedir?

Allah'a yönelmekle "kuvvet artışı" arasındaki ilişki oldukça direkt ve kolay kavranır niteliktedir. Neden derseniz, kalp temizliği ile yeryüzünde yararlı çalışma tevbe edip iyi işler yapanların güçlerine gözle görülür biçimde güç katar. Bir defa onların vücut sağlığını geliştirir. Çünkü bu iki özellik, onlara sadece temiz yiyeceklere bağlı kalan dengeli ve ölçülü bir beslenme alışkanlığı kazandırır. Gönüllerine rahatlık bağışlar, sinirlerini gerginlikten uzak tutar. Her an yüce Allah'a güvenmelerini, O'nun rahmetinden emin olmalarını sağlar. Bu iki vasfa sahip olan insanların kurdukları da sağlıklı olur. Çünkü böylelerinin toplumlarında yüce Allah'ın yapıcı ve dirlik getirici yasaları (Şeriat) egemendir. Bu yasalar insanlara özgürlük ve onur kazandırır. Yüce Allah'dan başkasının egemenliğine boyun eğmeyen bu toplumun üyeleri, tek Allah'ın üstün iradesi önünde secdeye varmanın eşitliğini paylaşırlar. Bu iki vasıf, bunların yanısıra insanların enerjilerini de serbest bırakırlar. Bu toplumun insanları hiçbir keyfi kısıtlamaya uğramaksızın, serbestçe çalışırlar, üretirler ve yeryüzü halifeliğinin omuzlarına bindirdiği yükümlülüklerin gereklerini yerine getirirler. Hiç kimse onları yeryüzü kaynaklı putları ilahlaştırma törenlerine katılmaya, bu putlar etrafında tütsüler yakmaya, davul-zurna çalmaya, insanın fıtratındaki gerçek ilaha yönelik ihtiyacın boşluğunu doldurmak için uydurulmuş yapmacık gösterilerde yeralmaya zorlamaz.

Her zaman görüyoruz ki, yeryüzü kaynaklı sahte tanrılar, zaman zaman güçlülük, bilgi, kapsamlı egemenlik, üstün irade ve merhamet gibi gerçek ilahi sıfatlara muhtaç olurlar. Bu putların, puthane gardiyanları ile yardakçı simsarları da onlara bu sıfatları yakıştırmaya muhtaçtırlar. Çünkü başka türlü insanların bu putlara tapmaları sağlanamaz. Başka bir deyimle rabblik, beraberinde ilahlığa muhtaçtır, ancak o sayede tapıcılar, sahte rabbin önünde diz çökmeye zorlanabilirler. Bütün bunlar puthane gardiyanlarının ve put simsarlarının sürekli çabalar göstermelerini, devamlı emekler harcamalarını gerektirir. Yeryüzü kaynaklı putların tapıcıları bu emekleri ve çabaları, davul-zurna çalma peşinde, marşlar söyleme peşinde, uydurma rabbler adına çekilen tesbihler peşinde harcarlarken, tek Allah'ın bağlıları aynı emekleri ve çabaları yeryüzü kalkınması yolunda, halifelik görevinin sorumluluklarını yerine getirme uğrunda seferber ederler.

Gerçi ne kalplerini ve ne de toplumlarını yüce Allah'ın şeriatının egemenliğine vermemiş olanların kimi zaman, çok güçlü oldukları görülebilir. Fakat bu gücün ömrü belirli bir zamana kadar sürer. Yüce Allah'ın evrensel yasaları uyarınca olayların akışı son noktaya varıp dayanınca bu güç paramparça olur. Çünkü başlangıcı itibarı ile sağlam bir temele dayanmıyor. Sadece çalışkanlık, disiplin ve üretim bolluğu gibi birkaç evrensel yasaya dayanıyor. Böylesine topal ayaklı bir güçlülük sürekli olamaz. Çünkü gerek bilinç hayatındaki kargaşa, gerekse sosyal hayatın bozukluğu bir süre sonra bu gücü yokeder, onu siler-süpürür.

Tevbe edip yüce Allah'a yönelenlere "bol yağmur indirilmesi"ne gelince insanların bildikleri kadarı ile "yağmur olayı" evrensel düzenin değişmez doğal yasaları uyarınca gerçekleşir. Fakat doğal yasaların işleyişi yağmurun herhangi bir yerde ve zamanda hayat kaynağı olurken, başka bir yerde ve zamanda felâket sebebi olmasına engel değildir. Yağmur olayı, yüce Allah'ın takdirine bağlı olarak bir toplumu ihya ederken bir başka toplumu mahvedebilir. Başka bir deyimle yüce Allah, iyiliğe ilişkin müjdesi ile kötülüğe ilişkin tehdidini tabii güçleri şöyle ya da böyle yönlendirerek gerçekleştirebilir. Çünkü bu güçleri yaratan ve durum ne olursa olsun yasalarını yürütmek için sebepler meydana getiren O'dur. Bu olayın arkasında bir de şu gerçek var: Yüce Allah'ın özgür dileği. Bu özgür dilek doğal sebepleri ve görünür olguları, doğal yasaların normal işleyişleri sırasında görmeye alıştığımızdan farklı biçimde yönlendirebilir. Böylece yüce Allah, takdirini; ön-tasarısını dilediği gibi ve dilediği zaman gerçekleştirebilir. İradesini, göklerde ve yerde egemen olan "hak" ilkesi uyarınca serbestçe yürütebilir. Bu irade, görmeye alıştığımız genel ve doğal akışa bağlı kalmak zorunda değildir.

İşte Hz. Hud'un soydaşlarına yönelik çağrısı budur. Anlaşılan bu çağrıya olağanüstü bir mucize eşlik etmiş değildi. Belki de bunun sebebi, "Tufan olayı"nın yakın tarihli. olması, Hz. Hud'un soydaşlarının hafızalarında ve dillerinde tazeliğini koruması idi. Nitekim başka bir surede bu olay kendilerine hatırlatılmaktadır. Fakat Hz. Hud'un soydaşları onun hakkında çeşitli tahminler ileri sürüyorlar, çeşitli asılsız yorumlara girişiyorlar. Okuyoruz:

53- Soydaşları dediler ki; "Ey Hud, bize somut bir mucize getirmiş değilsin. Sırf öyle diyorsun diye ilahlarımızı bırakmayız, sana kesinlikle inanmıyoruz. "

54- "Sana söyleyeceğimiz tek söz şudur: Seni ilahlarımızdan biri çarpmış olmalı. " Hud dedi ki; "Ben Allah'ı şahit tutuyorum, ayrıca siz de şahit olunuz ki, ben O'na koştuğunuz ortaklardan uzağım. "

Adamlar Hz. Hud'un saçmaladığını düşünecek kadar sapıklıkta ileri gittiler. Sapıklık vicdanlarını bu derece etkisi altına aldı. Onlara göre bu saçmalamanın sebebi, uydurma ilahlarından birinin Hz. Hud'u çarpmâsıymış. Hz. Hud, bu yüzden aklî dengesini yitirmiş! Söylediklerine bakalım:

"Ey Hud, sen bize somut bir mucize getirmiş değilsin."

Oysa Allah'ın birliği ilkesi somut mucizeye muhtaç değildir. Onun sadece yönlendirmeye, hatırlatmaya, fıtrat mantığını harekete geçirmeye ve vicdanla iletişim kurmaya ihtiyacı vardır. Bakalım, başka neler diyorlar?

"Sırf sen öyle diyorsun diye ilahlarımızı bırakmayız."

Herhangi bir somut mucize göstermeden, bizi ikna edecek bir delil göstermeden kuru sözlerine inanarak ilahlarımızdan vazgeçmeye niyetimiz yok. Başka?

"Sana kesinlikle inanmıyoruz."

Yani senin çağrına katılmıyoruz ve söylediklerinin doğruluğunu onaylamıyoruz. Bize göre senin bu çağrıyı yapmanın sebebi şudur: Sen saçmalamıyorsun. çünkü ilahlarımızdan birinin tokatını yiyerek fena halde. çarpılmışsın!

Bu durumda Hz. Hud'un yapabileceği bir tek şey kalıyordu: Yüce Allah'a sığınarak sırf O'na güvenerek uyarı ve korkutma görevini son kez tekrarladıktan sonra soydaşları ile ilişkilerini kesmek, eğer yalanlamakta ısrar ederlerse artık işlerinden tamamı ile el çekmek, kısacası sözden anlamaya yanaşmayan bu adamlara "meydan okumak." Okuyoruz:

Hud dedi ki; "Ben Allah'ı şahit tutuyorum, ayrıca siz de şahit olunuz ki, ben O'na koştuğunuz ortaklardan uzağım."

55- "Siz ve Allah dışında O'na ortak koştuğunuz ilahlar hep birlikte bana istediğiniz tuzağı kurunuz, sonra da bana hiç mühlet vermeyiniz. "

56- "Ben, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a dayandım. Hiçbir canlı yoktur ki, perçemi O'nun avucu içinde olmasın. Hiç kuşkusuz benim Rabbim, doğru yoldadır. "

57- "Eğer benim çağrıma sırt dönecek olursanız, ben size gönderilen mesajı duyurdum. Rabbim, sizin yerinize başka bir toplum getirir. Siz O'na hiçbir zarar dokunduramazsınız. Hiç kuşkusuz, her şey Rabbimin gözetimi ve denetimi altındadır.

Bu sözler Hz. Hud'un soydaşları ile arasındaki tüm köprüleri atan bir başkaldırı bildirisidir. Oysa o güne kadar kendini onlardan biri, onların kardeşi sayıyordu. Fakat bu son sözleri ile onlara karşı kesinlikle başkaldırıyor. Yüce Allah'ın yolundan başka bir yolu kesin olarak benimsedikleri için aralarında kalmaktan korkuyor. Aralarındaki inanç bağı tamamen koptuğu için, başka hiçbir bağın birarada tutamayacağı bu iki karşıt grup arasında bütün iplerin koptuğunu dile getiriyor bu erkekçe sözler.

Bu arada Hz. Nuh, bu meydan okuyuşuna bir ileri adımla daha pekiştiriyor. Sapıtmış soydaşları ile ilişkilerini kestiğine, onlardan koptuğuna, onlarla hiçbir ilgisinin kalmadığına dair yüce Allah ı şahit tutuyor. Arkasından da yüzlerine vurduğu bu ilişki kesme kararına; soydaşlarının kendilerini de tanık tutuyor. Böylece artık onlardan biri olarak yaşamak istemediğini; bunun akıbetinden korktuğunu kesinlikle bilmelerini istiyor.

Bütün bunları dile getirirken, imanın vakarını, mü'min olmayanlara tepeden baktıran onurunu, güvenini ve gönül huzurunu ses tonuna ve cümlelerine güçlü bir vurgu ile yansıtmayı ihmal etmiyor.

Hz. Hud'un bu meydan okuyuşu insani hayrete ve dehşete sürüklüyor. Sebebine elince, kendisi tek başınadır. Bu yalnızlığına rağmen sert, kaba ve sözden anlamaz bir topluma karşı koyuyor. Karşısındakiler o kadar cahildirler ki, düzmece ilahlarının birini çarpabileceğine ve bu yüzden akli dengesinin bozulabileceğine inanıyorlar. Bunun yanısıra insanları tek Allah ilkesine çağırmanın çarpılma sonucu ortaya çıkan bir saçmalama olabileceğini düşünüyorlar. İşte uydurma ilahlarına bu denli güvenen bir toplumun karşısına tek başına dikilerek, inançlarının budalaca bir saplantı olduğunu haykırmak, onları paylamak, azarlamak, meydan okuyarak bam tellerine basmak hayret verici, dehşete düşürücü bir yiğitliktir. Onlara karşı hazırlık yapmak üzere kendisine mühlet vermelerine razı olmadığı gibi, kendileri ile başbaşa kalıp öfkelerinin yatışmasına da fırsat tanımıyor. Tersine üzerlerine üzerlerine gidiyor.

Gerçi insan bu sert ve kaba topluma karşı böylesine yiğitçe meydan okuyan yalnız bir adamı düşününce dehşete kapılıyor, ama bu cesaretin etkenlerini ve sebeplerini irdeleyince kapıldığı dehşet duygusu yokoluyor.

Bu cesaretin ardında iman, güven ve gönül rahatlığı yatar. Bu yiğitlik yüce Allah'a inanmaktan, O'nun vaadine umut bağlamaktan ve desteğine güvenmekten kaynaklanıyor. Bu inanç kalple bütünleşince, yüce Allah'ın zafere ilişkin vaadi -bu kalp için- elle tutulur, somut bir gerçeğe dönüşüyor. Kalbin sahibi bu zaferden bir an bile kuşku duymuyor. Çünkü bu güven duygusu göğsündeki kalbini doldurduğu gibi avuçlarını da dolduruyor. Artık bu zafer müjdesi, bilinmezliğin karanlığına gömülmüş, geleceğe dönük bir beklenti değildir. O gözlerin gördüğü ve kalbin algıladığı somut, şimdiki zamanda varolan bir realitedir. Şimdi Hz. Hud'un bu yiğitçe sözlerini okuyalım:

"Hud dedi ki; `Ben Allah'ı şahid tutuyorum, ayrıca siz de şahit olunuz ki, ben O'na koştuğunuz ortaklardan uzağım."

Allah'a ortak koştuğunuz düzmece ilahlarınızla hiçbir ilişkimin olmadığına dair önce yüce Allah'ın kendisini şahit tutarım. Ayrıca bu konuda siz kendiniz de bana şahit olunuz ki, bu taptığınız ilahlardan uzağım. Bu şahitliğiniz, ilerde aleyhinize işleyecek bir delildir. Yüce Allah'a yakıştırdığınız bu ortaklarla en ufak bir ilgimin olmadığını size açık açık ilan ettiğimi ilerde bu tanıklığınız da ispatlayacaktır. Bunun yanısıra birinin beni çarptığını sandığınız o ilahlarınız, siz biraraya geliniz ve bana karşı elinizden gelen tuzağı kurunuz, bunun için bana hiçbir mühlet tanımayınız, hiçbir savunma fırsatı vermeyiniz. Hiçbiriniz umurumda değilsiniz. Sizden hiç korkmuyorum. Çünkü;

"Ben, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a dayandım."

Ne kadar inkâr etseniz de ne kadar yalanlasanız da bu gerçek geçerlidir. Yüce Allah'ın benim de sizin de Rabbimiz olduğu gerçeği. Tek Allah hem benim ve hem de sizin Rabbinizdir. Çünkü o herkesin ve her şeyin tek Rabbidir, ne işi ve ne de ortağı vardır. Şunu da iyi biliniz ki;

"Hiçbir canlı yoktur ki, perçemi O'nun avucu içinde olmasın."

Burada ezici iradeyi ve üstün gücü ifade eden somut bir tablo ile karşı karşıyayız: Tablo, insan da dahil olmak üzere yeryüzünde hareket eden bütün canlıların perçeminden tutan, üstün gücü canlandırıyor. "Perçem" alnın üst kısmına denir. Bu tasvirle ezici irade, tartışmasız üstünlük ve karşı konulmaz egemenlik ifade ediliyor. İfadede, içinde bulunduğumuz duruma, Hz. Hud'un soydaşlarının kalabalığına ve sertliğine uygun düşen, onların gövdelerinin, vücud yapılarının iri-yarılığı ile algılarının ve duygularının katılığı ile uyuşan sertlikte, somut bir görüntü çiziliyor. Hemen arkasından ilahi yasaların doğrultularındaki sapmazlığı ve eğrilmezliği vurgulayan bir değerlendirme cümlesi geliyor. Okuyoruz:

"Hiç kuşkusuz benim Rabbim, doğru yoldadır."

Bütünü ile dile gelen kavram güçlülük, doğrultu sapmazlığı ve kararlılık kavramıdır.

Bu güçlü ve keskin çizgili ifadelerde Hz. Hud'un sergilediği o tepeden bakmanın, o yiğitçe meydan okumanın sırrını buluyoruz. Bu ifadeler, Allah'ın peygamberi Hz. Hud'un vicdanında taşıdığı Allah imajının gerçek tablosunu gözlerimizin önüne seriyor. O bu gerçeği belirgin bir algılayışla içinde buluyor. O'nun ve diğer tüm yaratıkların Rabbi olan Allah güçlü ve ezici iradelidir; "Hiç bir canlı yoktur ki, perçemi O'nun avucu içinde olmasın." Şu kaba ve sert soydaşları da yüce Allah'ın perçemlerini avucu içine alarak üstün gücü ile kahredebileceği canlıların bir bölümünü oluştururlar. O halde onlardan niye korksun ki, onları niye umursasın ki? Eğer onlar başına musallat olacaklarsa, ancak yüce Allah'ın izni ile başına musallat olabilecekler. Onlar ile yolu ayrı düştüğüne göre artık aralarında barınamaz. Eğer ilahi çağrıyı seslendiren dava adamı bu gerçeği vicdanına yerleştirirse, içine sindirirse, o zaman ne akıbeti konusunda kalbinde herhangi bir kuşku kalır ve ne de yoluna devam etmesi konusunda en ufak bir tereddüde düşer.

Bu güven, bütün dönemlerin seçkin mü'minlerinin kalplerinde beliren biçimi ile ilahlık gerçeğini yansıtır.

Yüce Allah'ın gücünden kaynaklanan meydan okuma ve bu gücün kahredici ve iş bitirici üstünlüğü ile ortaya serilişi bu dereceye varınca Hz. Hud, soydaşlarını uyarmaya ve korkutmaya girişiyor. Okuyoruz:

"Eğer çağrıma sırt çevirecek olursanız, ben size gönderilen mesajı duyurdum."

Ben Allah'a karşı görevimi yerine getirdim. Artık benden günah gitti. İşinizden elimi çekiyor ve sizleri yüce Allah'ın ezici gücü ile karşı karşıya bırakıyorum. Okumaya devam ediyoruz:

"Rabbim, sizin yerinize başka bir toplum getirir."

Sizler bu azgınlığınız, bu zalimliğiniz ve bu sapıklığınız yüzünden helâk edildikten sonra yerinizi alacak olan insanlar yüce Allah'ın çağrısına olumlu cevap vermeye yatkın, O'nun göstereceği yoldan dosdoğru gitmeye istekli kimseler olurlar. Şunu da unutmayınız ki;

"Siz O'na hiçbir zarar dokunduramazsınız."

Böyle bir işe kalkışmaya gücünüz yetmez. Ayrıca sizin yokoluşunuz O'nun evreninde herhangi bir boşluk, herhangi bir eksiklik doğurmaz. Devam ediyoruz:

"Hiç kuşkusuz, her şey Rabbimin gözetimi ve denetimi altındadır."

Dinini ve dostlarını korur, yasalarını size çiğnetmez. Sizi öylesine sıkı bir gözetim altına alır ki, yakanızı O'ndan kurtaramazsınız, kaçmakla O'ndan kurtulamazsınız.

Bunlar son ve keskin çizgili sözlerdi. Artık söz faslı bitmiş, tartışma kapanmıştı. Şimdi tehdidin ve korkutmanın gerçekleşmesi aşamasına gelinmişti.

58- Azaba ilişkin emrimiz geldiğinde Hud'u ve beraberindeki mü'minleri, rahmetimizin sonucu olarak, kurtardık; onları ağır azaptan koruduk.

Tehdidimizi gerçekleştirip soydaşlarını imha etmeye ilişkin emrimiz geldiğinde Hz. Hud ile yanındaki mü'minleri dolaysız rahmetimizin eseri olarak kurtardık. Soydaşlarının başına inen genel azabımızdan onları uzak tuttuk. Onları kötü akıbetin kapsamı dışına çıkardık. Böylece onlar ilahi mesajı yalan sayanların başına gelen "katı" azaptan sağ olarak kurtuldular. Burada azap "katı" sıfatı ile nitelendiriliyor. Bu sıfat, ifadeye somutluk kazandırıyor. Bu "katı''lık, hem ayetin atmosferi ile ve hem de sözkonusu soydaşların kaba ve serkeş karakterleri ile uyumlu bir ifadedir.

Adoğulları'nın yokolduğu bu noktada, onların yok edilişlerine uzak bir geçmişin olayı olarak işaret ediliyor, işledikleri suçların dosyasına dikkatler çekiliyor, arkasından lânetle ve Allah'ın rahmetinden kovularak uğurlanıyorlar. Bu açıklamalarda ayrıntılı, tekrarlayıcı ve vurgulayıcı bir anlatım tarzı kullanılıyor.

59- İşte sana o Adoğulları; onlar Rabblerinin ayetlerini yalanladılar, O'nun peygamberlerine karşı geldiler ve ne kadar küstah zorba varsa hepsinin emirlerine uydular.

60- Gerek bu dünyada gerek kıyamet gününde Allah'ın lânetine uğradılar. Haberiniz olsun, Adoğulları Rabblerini inkâr ettiler. Hey, kahrolsun Hud'un soydaşları olan Adoğulları!

"İşte sana o Adoğulları..." Uzakta kalmış, geçmişin karanlığına gömülmüş bir olgudan sözedilir gibi. Oysa ayette az önce onların serüvenleri anlatılıyordu, yokoluşları da canlı bir sahne halinde okuyucuların gözleri önüne serilmişti. Fakat artık geçip gittiler. Bakışlardan ve düşüncelerden uzaklaştılar. Şimdi ayeti incelemeye çalışalım:

"İşte sana o Adoğulları; onlar Rabblerinin ayetlerini yalanladılar; O'nun peygamberlerine karşı geldiler."

Gerçekte Hz. Hud'un soydaşları bir tek peygambere karşı gelmişlerdi. Ama tüm peygamberlerin getirdikleri mesaj aynı değil midir? Buna göre kim bir peygamberin sözünü dinlemez ise, aslında tüm peygamberlere karşı gelmiş olur. Ayrıca "ayetler" ve "Peygamberler" kelimelerinin çoğul olarak kullanılması bir başka üslup inceliği taşır. Bu yolla adamların suçları büyük gösterilmiş, alçaklıklarına projektör tutulmuş oluyor. Bu adamlar "ayetleri" yalanlamışlar ve "peygamberler"e karşı gelmişlerdir. Ne büyük bir suç işlemişler ve ne kadar iğrenç bir cürmü gerçekleştirmişlerdir! Devam ediyoruz:

"Ne kadar küstah zorba varsa hepsinin emirlerine uydular."

Başlarına çöreklenen her zorbanın, gerçeğe teslim olmaya yanaşmayan her şımarık diktatörün emirlerine boyun eğdiler. Oysa onlar başına buyruk diktatörlerin boyunduruğundan çıkmakla, kendilerine ait işleri kendileri düşünmekle, zorbalara kuyruk olup insanlık haysiyetlerini çiğnetmemékle yükümlü idiler. Bundan açıkça anlaşılan şudur: Hz. Hud ile Adoğulları arasındaki ana mesele, temel tartışma konusu; Adoğulları'nın sırf yüce Allah'ın rabblığını kabul edip etmemeleri, kula kul olmayı kesinlikle reddederek tek Allah'ın kesin egemenliğini benimseyip benimsememeleri idi, mesele egemenlik ve bağlılık meselesi idi. Başka bir deyimle aradaki tartışmanın ağırlık noktasını "Egemenliğine girecekleri ve emirlerine uyacakları Rabb kimdir?" sorusunun cevabı idi. Bu gerçek yüce Allah'ın az önce okuduğumuz şu ayetinde açıkça ortaya çıkıyor:

"İşte sana o Adoğulları; onlar Rabblerinin ayetlerini yalanladılar, peygamberlerine karşı geldiler ve ne kadar küstah zorba varsa hepsinin emirlerine uydular."

Temel tartışma konusu peygamberlerin emirlerini çiğneyip zorbaların emirlerine boyun eğme meselesidir. İslâm; peygamberlerin emirlerine uyup -çünkü bu emirler aslında yüce Allah'ın emirleridir- zorbaların emirlerine karşı gelmek, baş kaldırmaktır. Her peygamberlik misyonunda ve her peygamberin mesajına göre bu nokta cahiliye ile İslâm arasındaki, kâfirlik ile müminlik arasındaki yol ayrımıdır.

Söylediklerimiz şunu ortaya koyuyor. Tek Allah çağrısının öncelikle üzerinde ısrarla durduğu ilke, yüce Allah'dan başkasının egemenliğinden kurtulmaktır; zorba diktatörlerin sultasına baş kaldırmaktır. Bu çağrıya göre kişilik onurunu çiğnetmek, özgürlükten fedakârlık etmek, kendilerini bir şey sanan zorbalara boyun eğmek müşriklik ve kâfirlik suçudur. Bu suçu işleyenler, bu alçaklığı içlerine sindirenler, dünyada helâk edilmeyi ve ahirette azaba çarpılmayı hakederler. Yüce Allah, insanları özgür olsunlar, hiçbir yaratığa kul-köle olmasınlar, bu özgürlüklerini feda edip herhangi bir zorbaya, herhangi bir diktatöre, herhangi bir başına buyruk lidere körü-körüne itaat etmesinler diye yaratmıştır. İnsanların onurlu oluşlarının gerekçesi budur. Eğer insanlar bu onurluluk gerekçeleri üzerinde titizlikle titremezlerse yüce Allah katında ne onurları kalır ve ne de kurtuluşa erebilirler. Yüce Allah'ın egemenliğinden çıkarak kullardan birinin sultası altına giren bir toplumun onurlu olduğunu, insan toplumu olduğunu iddia etmesi mümkün değildir. Öte yandan kulların egemenliğini, zorbaların boyunduruğu altına girmeyi kabul edenler, güçlüler karşısında zayıf kaldıkları gerekçesi ile bu baskıya boyun eğdiklerini ileri sürebilirler. Fakat bu geçerli bir mazeret değildir. Çünkü ezici çoğunluğu onlar oluşturur, karşılarındaki zalimler, zorbalar bir avuçluk bir azınlıktır. Buna göre eğer bu zorbaların boyunduruğundan kurtulmak isteseler bu yolda bazı fedakârlıkları göze almak pahasına haksız baskılara karşı başkaldırarak diktatörlere aşağılanma vergisi ödemekten, ırzlarını ve mallarını bu canavarların ağız yemi olmaktan kurtarabilirler.

Adoğulları helâk oldu, çünkü başlarına geçen her zorba diktatörün emirlerine boyun eğdiler. Dünya ve ahiret lâneti ile uğurlanarak helâk oldular. Okuyoruz

"Gerek bu dünyada, gerekse kıyamet gününde Allah'ın lanetine uğradılar."

Yüce Allah, yine de onların peşini bırakmıyor. Kendilerini lânetli yolculuklarına çıkarırken, sicillerini, kirli çamaşırlarını, bu duruma düşmelerinin ana sebebini herkese açık bir duyuru ve yüksek frekanslı bir uyarı ile insanlara ilan ediyor. Okuyoruz:

"Haberiniz olsun ki, Adoğulları Rabblerini inkâr ettiler."

Sonra da onlara kovulma ve uzaklara sürülme bedduası okunuyor. Okuyalım:

"Hey kahrolsun, (gözlerden ırak olsun), Hud'un soydaşları olan Adoğulları!"

Hedefi son derece net biçimde belirlenmiş bir beddua ifadesi ile karşı karşıyayız. Sanki üzerlerine salınan lânete açık adres veriliyor, hedéfini şaşmadan hemen başlarına çöreklensin diye! Bir daha okuyalım:

"Hey, kahrolsun (gözlerden ırak olsun) Hud'un soydaşları olan Adoğulları."

Hiç yorum yok: