BESMELE

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيمِ

10 Temmuz 2009 Cuma

İHRAMLI İKEN AVLANMA

Maide Suresi

İHRAMLI İKEN AVLANMA

Daha sonra ayetlerin seyri; helal ve haram kılma sahasında ilerleyerek ihram halinde avlanmaktan, avlanmanın kefaretinden, söz etmekte; Allah'ın, Kabe'yi, kutsal ayları, kurbanlıkları ve gerdanlıkları haram kılmasının hikmetini izah etmektedir. Daha önce sûrenin giriş kısmında, bunlara dokunmak yasaklanmıştı. Bu bölüm müslüman fertlere ve İslâm toplumuna en hassas ölçünün bildirilmesiyle sona eriyor. Bu ölçüye göre, tertemiz olan nesne; az da olsa, çok olan pis nesnelere ağır basar.

94- Ey müminler, Allah' kendisini görmeksizin O'ndan kimlerin korktuğunu belirlemek için sizleri, ihramlı iken ellerinizin ve mızraklarınızın erişebileceği av hayvanları aracılığı ile dener. Kim bu denemeden sonra yasakları çiğnerse, kendisini acıklı bir azap beklemektedir.

Daha sonra, sûrenin baş tarafında yüce Allah, müminlere şöyle hitab etmişti:

"Ey müminler, yaptığınız sözleşmeleri yerine getiriniz. İhramlı iken avlanmayı helal saymamanız şartı ile ilerde sayılacak olanlar dışında kalan bütün hayvanlar size helal kılındı. Allah dilediği hükmü verir."

"Ey müminler, Allah'ın ibadet amaçlı sembollerine, içinde savaşılması yasak olan aya, Kabe'ye armağan edilen kurbanlığa, gerdanlıklı kurbanlık hayvanlara, Rabblerinin bağışını ve rızasını kazanmak amacı ile Kabe'yi ziyaret etmeye gelenlere sakın saygısızlık etmeyiniz. İhramdan çıkınca da avlanabilirsiniz. (Maide Suresi, 1-2)

İhramlı iken avlanmayı helal saymaya, Allah'ın nişanelerini; kutsal ayları, kurbanlıkları, gerdanlıkları veya Allah'ın Evi'ni ziyaret etmek amacındaki insanlara dokunmayı normal görmeyi yasaklayan bu ayetler, aykırı davrananlara bu dünyada bir cezayı öngörüyor, yalnızca onların günaha girdiklerini bildiriyordu. Şimdi ise, bu eylemlerin cezası olan kefaret açıklanıyor; "işlediği suçun vebalini tadması için". Bu haram şeyleri daha önce helal saymış olanların, bağışlandığı ilan ediliyor. Bu açıklamaya rağmen hâlâ onları helal sayacak kimseleri, Allah'ın kendilerinden öç alması ile tehdit ediyor.

Bu bölümün her maddesi gibi, bu maddesi de, alışılan hitap ile başlıyor: "Ey müminler..."

Sonra onlara, ihramlı halde avlanma yasağı dolayısıyla, Allah tarafından sınanacakları, bir denemeden geçirilecekleri haber veriliyor:

"Ey müminler, Allah, kendisini görmeksizin O'ndan kimlerin korktuğunu belirlemek için sizleri, ihramlı iken ellerinizin ve mızraklarınızın erişebileceği av hayvanları aracılığı ile dener. Kim bu denemeden sonra yasakları çiğnerse, kendisini acıklı bir azap beklemektedir."

Bu basit bir avdır. Allah onu kendilerine gönderir. Yakında ellerinin ulaşabileceği, mızraklarının zorluk çekilmeden ulaştığı bir avdır bu. Rivayet edildiğine göre Allah onlara bu avı öyle çok göndermişti ki, onların çadırları ve evleri yakınında dolaşıp duruyorlardı. Bu insanın kendisiyle sınandığı bir aldanıştır. Bu, daha önceleri yahudilerin kendisine dayanmadığı aldanışın kendisidir, onlar peygamberleri olan Musa'ya (selâm üzerine olsun) ısrarla ricada bulunarak, Allah'ın, kendileri için günlük hayatın hiçbir işiyle uğraşmayacakları bir dinlenme ve dua günü tayin etmesini istemişlerdi. Allah da onlara Cumartesi gününü tayin etmişti. Daha sonra Cumartesi günleri balıkları kıyılara kadar göndermiş, onların gözleri önünde dolaştırmıştı. Cumartesi günleri dışında balıklar, sudaki normal haline dönüyorlardı. Bunun üzerine yahudiler, Allah'a verdikleri sözde duramadılar. Yahudi'dirler, meşhur karakterleri gereği; Allah'a karşı kurnazlıklara başvurdular. Cumartesi günü gelen balıkları kaçırmamak için, denize bir set geriyorlardı. Ancak, o gün avlanmıyorlar, ertesi gün sabah olunca setlerdeki balıkları tutmaya gidiyorlardı! Yüce Allah'ın, yahudilerin tavırlarını ve karakterlerini bildirmek için Peygamberine (salât ve selâm üzerine olsun) yönelttiği şey de buydu:

"Onlara deniz kıyısındaki kasabanın halkının yaptığını sor. Hani onlar Cumartesi yasağını çiğniyorlardı. Çünkü Cumartesi yasağına uydukları gün, onlara akın akın balık geliyordu. Fakat, Cumartesi yasağını çiğnedikleri gün, onlara hiç balık gelmiyordu. Öteden beri fasık oldukları için, biz onları böylece sınavdan geçiriyorduk." (Araf Suresi, 163)

Yüce Allah müslüman ümmeti de aynı şekilde sınamış, yahudilerin kaybettiği bu sınavdan İslâm ümmeti başarı ile çıkmıştı. Bu da yüce Allah'ın bu ümmetle ilgili sözlerinin bir realite olarak gerçekleşmesiydi:

"Siz insanlar için ortaya çıkarılmış en bayırlı ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten sakındırır ve Allah'a inanırsınız. Eğer Kitap Ehli iman etseydi onlar için daha iyi olurdu. Onlardan mümin olanlar vardır, yalnız çoğunluğu fasıktır." (Al-i İmran Suresi, 110)

Bu ümmet, yahudilerin kaybettiği pek çok yerde, başarıya ulaşmıştır. Bu nedenle Allah, yeryüzündeki hilafet görevini yahudilerin elinden almış ve onu bu ümmete emanet etmiştir. Yeryüzünde daha önceki hiçbir ümmete tanımadığı imkanları ona vermiştir. Çünkü Allah'ın nizaını, hayatın tamamına hükmeden realiteye dayalı bir sistem olarak, müslüman ümmetin hilafetinde temsil edildiği gibi, hiçbir ümmet tarafından temsil edilmemiştir. Elbette bu görevi ancak, gerçek müslüman olduğu günlerde, İslâm'ı Allah'ın dini ve yasası olarak beşer hayatına hakim kıldığı günlerde, bu büyük emaneti yüklendiğinin bilincinde olduğu devrelerde, Allah'ın nizamını insanlara tatbik etmek ve Allah'ın emaneti ile onları idare etmekle yükümlü olduğunun bilincinde olduğu sıralarda, yerine getirmiştir.

İhramlı olunduğu sırada rahat avlanabilecek hayvanların avlanma yasağı, bu ümmetin başarıyla geçtiği sınavlardan biriydi. Yüce Allah'ın bu ümmeti bu tür sınavlarda eğitmesi, O'nun, bu ümmeti diğer ümmetlerin arasından seçtiğinin ve onu koruduğunun bir görüntüsüydü.

Yüce Allah, iman edenlere bu sınavın hikmetini açıklamıştır.

"Allah kendisini görmeksizin O'ndan kimlerin korktuğunu belirlemek için."

Görmeksizin Allah'tan korkmak, bu akidenin müslüman gönüllerdeki ana kaidesidir. Akide binasının, yaşam tarzının üzerinde kurulduğu sağlam kaidedir. Yeryüzünde hilafet görevini Allah'ın sarsılmaz nizamına uygun bir şekilde yerine getirmenin de ana kaidesidir bu.

İnsanlar Allah'ı görmezler. Yalnız iman ettikleri zaman O'nu, içlerinde bulurlar. Yüce Allah, insanlar açısından gaybtır. Fakat insanların kalpleri görmeden O'nu tanır ve kendisinden korkarlar. Bu tüyleri ürperten hakikatin, görmeden Allah'a iman ve O'ndan korkma hakikatının gönüllerde yer etmesi, bundan sonra gözle görmeye ve müşahedeye ihtiyaç duyulmayacak hale gelinmesi, şehadete denk düşecek hatta ondan daha da ağır basacak biçimde bu gaybın bilincine varılması, Allah'ı görmediği halde mümini, Allah'tan başka ilah olmadığına şahitlik etmeye sevk etmesi... Evet bu hakikatın bu şekilde gönüllerde yer etmesi, insan denen varlığın yücelmesinde, fıtrî yapısında mevcut olan bütün yeteneklerini en güzel biçimde kullanmasında büyük bir aşamadır. Bu yükselişi ölçüsünde insanın yetenekleri düzeyinde gayb alemini tanımayan hayvanî alemden onu uzaklaştırır. Ayrıca insanın ruhu ve duyu organlarının ötesindeki dünyalara açılmasını, sevgisinin sırf duyu organlarının dairesi içinde sıkışıp kalmamasını, değerli olan ilişki ve buluşma cihazlarının hareketsiz kalmamasını sağlar. İnsanın, "Maddi" hislerden oluşan hayvanî düzeyde kaybolmasına müsaade etmez!

Bu nedenle Allah, bu hakikatı, bu sınamanın bir hikmeti olarak göstermiştir. Müminlere de bu hakikatı açıklamıştır ki, onların gönülleri bu hakikatı elde emek için harekete geçsin. Yüce Allah, ledünni bir ilimle görmeksizin kimin kendisinden korktuğunu bilmektedir. Yalnız yüce Allah, kendileri hakkındaki ledünni ilmiyle insanları hesaba çekmez. Onları yalnız kendilerinin bir realite olarak yaşadığı eylemlerden sorumlu tutar. İnsanın bu bilgiye uygun olarak yaşaması, Allah'ın ledün ilmini realiteler ilmine dönüştürür.

"Kim bu denemeden sonra yasakları çiğnerse, kendisini acıklı bir azap beklemektedir."

Müminlere sınanma haberi verilmiş, bu sınavla karşılaşmasının hikmeti bildirilmiş, sınavı kaybetmemeleri için gerekli uyarı yapılmış ve başarının bütün yolları gösterilmişti. Bütün bunlardan sonra kim yasakları çiğnerse, acıklı bir azaba çarptırılması hak ve adaletin gereğiydi. Bu cezayı bizzat kendisi seçmiş ve onu hak etmiş olurdu.

Bütün bunlardan sonra, bu aykırı davranışın karşılığı daha ayrıntılı olarak yasakla başlayıp tehditle sona ermektedir:

95- Ey müminler, ihramlı iken av hayvanı vurmayınız. Kim bu durumdayken bilerek bir av hayvanı vurursa, işlediği suçun vebalini tadması için, içinizden iki adil kişinin vurulan av hayvanının dengi olduğuna karar verecekleri bir kurbanlığı, ceza olarak, Kabe ye ulaştırıp kesmesi ya kefaret olarak yoksullara yemek yedirmesi yada bunun dengi kadar gün oruç tutması gerekir. Allah geçmiştekileri affetmiştir. Fakat kim bir daha aynı suçu işlerse Allah ondan öç alır. Hiç kuşkusuz Allah üstün iradeli ve öç alıcıdır.

Buradaki yasak, ihramlı kişinin bile bile avı öldürmesi ile ilgilidir. Yanlışlıkla öldürdüğü takdirde ise ne günah ne de kefareti vardır. Bilerek öldürdüğü takdirde, bunun kefareti, öldürdüğü avın dengi olan bir başka hayvanı kurban etmesidir. Buna göre, ceylanı öldürenin bir koyun veya keçiyi, geyiği öldürenin, bir ineği, devekuşunu ve zürafayı öldürenin bir deveyi kurban etmesi gerekir. Tavşan, yaban kedisi ve benzeri hayvanların kefaretinde ise, bir tavşan yeterlidir. Hayvan olarak karşılığı bulunmayanların değerini, para olarak vermek gerekir.

Bu kefaret hususunda, adalet sahibi iki müslümanın hüküm vermesi gerekir. İki müslüman bir hayvanın kesilmesine karar verince, kurbanlık hayvan serbest bırakılır. Kâbe'ye ulaştığında orada kesilir ve yoksullara yedirilir. Bir hayvan bulunmadığı hallerde ise, bu iki müslüman, hayvanın veya avın değerine karşılık olacak miktarda, yoksullara yedirilecek bir yemeği vermeye hükmedilir. Bu konuda, fıkıhçıların bir kısmı avın değerini, bir kısmı ise onun yerine, kurban edilen hayvanın değerini esas aldıklarından dolayı, görüş ayrılığı söz konusudur.

Kesecek hayvan bulamayan kimse hayvanın değerini verir. Malı olmayan oruç tutar. Oruç ise, avın veya kurbanlık hayvanın değeri üzerinden hesaplanır. Bu değer, değerin kendilerine verileceği yoksulların sayısına bölünür. Ve böylece fakirlerin sayısı belirlenir. Her bir yoksula verilecek miktar karşılığında, bir gün oruç tutulur. Bir kişiyi yedirmenin değeri ne kadardır meselesi ise, fıkıhçılar arasında tartışmalıdır. Yalnız bu zamana, mekana ve şartlara bağlıdır. Kur'an-ı Kerim, bu kefaretin hikmetini de belirtiyor:

"İşlediği suçun vebalini tadması için."

Buna göre kefarette ceza da söz konusudur. Zira burada suç, İslâm'ın özellikle büyük önem verdiği bir kutsallığı çiğnemek şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle hemen sonra, geçmiştekilerin affedildiği belirtilmekte ve bundan elini çekmeyenler Allah tarafından cezalandırılmakla tehdit edilmektedir.

"Allah geçmiştekileri affetmiştir. Fakat kim bir daha aynı suçu işlerse, Allah ondan öç alır. Hiç kuşkusuz Allah üstün iradeli ve öç alıcıdır."

Eğer onun katili, Allah'ın kendisi için emniyet dilediği ve emin yerde bulunan avı vurmak suretiyle, güç ve kuvveti ile övünüyorsa, Allah daha üstün iradeli, güçlü ve öç almaya kadirdir.

Kara avının durumu budur. Deniz avına gelince bu ihramın dışında da ihramlı iken de helaldir:

96- Deniz hayvanlarını avlamak ve hem kendiniz hem de yoksullar için besin maddesi olarak yemek size helâl kılındı. Huzurunda bir araya getirileceğiniz Allah'tan korkunuz.

Buna göre deniz hayvanlarını avlamak helâldir. Onun etini yemek hem ihramlı olmayana hem de ihramlıya helâldir. Deniz hayvanlarının avlanması ve yenmesinin helâl olduğunu belirttikten sonra, ihramlıya kara avının haram olduğunu tekrar hatırlatıyor:

"Fakat ihramlı olduğunuz sürece size kara avı haram kılındı."

Bu konuda, fıkıhçıların söz birliği ile kabul ettiği görüş ihramlıya, kara avının haram olduğudur. İhramlı olmayan biri tarafından vurulan av hayvanını ihramlı yiyebilir mi? Av hayvanından kastedilen nedir? Normal olarak avlanan hayvanları mı kapsar yoksa, bu yasak avlanan hayvanlardan olmasa da kendisine av hayvanı adı verilmese de, tüm hayvanları içine alır mı? Bu konularda farklı görüşler vardır.

Haram ve helal kılma ile ilgili bu bölüm vicdanlarda Allah korkusunu harekete geçirmek, Allah'ın huzurunda toplanma ve hesaba çekilmeyi hatırlamakla sona eriyor:

"Huzurunda bir araya getirileceğiniz Allah'tan korkunuz." Sonra... bu yasaklar neden?...

EMİN ŞEHİR

Kâbe bir huzur bölgesidir. Yüce Allah, onu mücadelenin egemen olduğu insanlık için güven yeri yapmıştır. Allah'ın kutsal saydığı Kabe'dir. Kutsal aylardır. Bütün çeşitleri ve bütün cinsleriyle hayat için; arzular, istekler, şehvetler ve zaruri ihtiyaç için birbiriyle sürtüşen, boğuşan, mücadele eden, savaşan düşmanlar arasına konmuş engeldir. Bu engel, onların korkularını gönül huzuruna, düşmanlıklarını barışa dönüştürür. Sevgiden, kardeşlikten, güvenden, barıştan kanatlar çırpmaya başlar aralarında. İnsanın arzularını; teori ve ideal dünyasında değil, realiteler dünyasında bu duygulara ve bu olgulara göre eğitir. Buna bağlı olarak sevgi, kardeşlik, huzur ve barış uçup giden sözlerden, tatlı rüyalardan ibaret kalmaz. Hayat realitesinde gerçekleşmekten uzak kalmaz:

97- Allah, Kabe'yi, o dokunulmaz evi, insan/ar için güvenli bir barınak kıldı. Savaşılması yasak ayları, kurbanlıkları ve (bu bölgeye sığınma göstergesi olarak takılan) gerdanlıkları da bu dokunulmazlığın kapsamına aldı. Allah'ın gök/erde ve yeryüzünde olan her şeyi bildiğini, O'nun bilgisinin her şeyi kapsamına aldığını bilesiniz diye bunu böyle yaptı.

98- Biliniz ki, Allah, azabı ağır olan, bunun yanında da affedici ve merhametli olandır.

99- Peygamberin görevi sadece duyurmaktır. Allah gerek açığa vurduğunuz ve gerekse gizlediğiniz duyguları iyi bilir.

Cenabı Allah, bu haramların, Beytu'l-Haram'da insanların, kuşların, hayvanların ve böceklerin güvenliğini sağlamasını dilemişti. Bu yasaklar ihram süresi boyunca, ihramlı kişiyi, Haram Bölge'de olmasa da bağlayıcı nitelikteydi. Ayrıca hiçbir öldürmenin ve savaşmanın asla caiz olmadığı Zil-Kade, Zil-Hicce, Muharrem ve Recep aylarını savaşılması yasak olan dört ay olarak belirlemişti. Yüce Allah, cahiliye dönemlerinde bile Arapların kalplerine bu ayların kutsallığını yerleştirmişti. Onlar, bu aylarda hiç kimseyi öldürmez, kimseyle kan davası gütmez, hiç kimseden intikam almazdı. Öyle ki, adanı, bu aylarda babasının, kardeşinin ve oğlunun katiliyle karşılaşır fakat ona dokunmazdı. Bu aylar seyahatin,yeryüzünde dolaşmanın ve rızık temin etmenin en güvenli zamanıydı. Allah bu yasakları koymuştu. Çünkü Kabe'yi (Allah'ın kutsal evini) barış ve güven yeri kılmayı dilemişti. insanları orada toplayan ve onları korku ve endişeden koruyan bir ev yapmayı istemişti. Kabe'yi yer olarak bir güven bölgesi kıldığı gibi, Haram Ayları da zaman olarak bir güven bölgesi yapmayı dilemişti. Sonra güvenin sahasını zaman ve mekan bölgesinin dışına taşırmıştı. Bu hakkı kurbanlık bir hayvana da tanımıştı. Hac'da ve Umre'de Kabe'ye adanan kurbanlıklara tanınan bu hak, yoldaki hayvana herhangi bir kimsenin zarar vermesini önlüyordu. Allah'ın kutsal evine sığınmasının bir ifadesi olarak, Harem'in ağaçlarından yapılan gerdanlıkları taşıyanlara da dokunulmazlık vermişti.

Cenabı Allah, bu yasakları, Kabe'nin İbrahim ve İsmail tarafından yapıldığı günden beri koymuş ve orayı insanlara güvenli bir barınak kılmıştı. Hayatta Allah müşriklerin bile bu güvenden yararlanmasına müsaade etmişti. Çünkü Allah'ın evi onlar için de güvenli bir barınaktı. Etraflarındaki insanlar yerlerinden sürülürken, onlar, orada ve onun sayesinde güven içinde bulunuyorlardı. Buna rağmen onlar, Allah'a şükretmiyorlardı. Tevhid evinde yalnız Allah'a ibadet etmiyorlardı. Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) kendilerini tevhide çağırdığında: Eğer biz seninle beraber doğru yola girersek yerlerimizden sürülürüz, diyorlardı. Cenabı Allah onların bu sözlerine Kur'an'da işaret etmiş ve onları korku ve güvenin gerçekliğiyle yüzyüze getirmiştir:

"Dediler ki, eğer biz doğru yola uyar da seninle beraber olursak yurdumuzdan kovuluruz. Katımızdan bir rızık olarak onları her şeyin ürününden toplandığı dokunulmaz ve güvenli bir yere yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bunu bilemezler." (Kasas Suresi, 57)

Buhari ve Müslim'de, İbni Abbas'tan gelen bir hadiste; Mekke'nin fethedildiği günde peygamberimizin şöyle dediği rivayet ediliyor: "Bu şehir kutsaldır. Ağacı kesilmez, otları yolunmaz. Avı kovalanmaz. Bilinenin dışında yitik mallarına dokunulmaz."

Canlı varlıklar içinde Haram Bölgesi'nde ve ihramlıya öldürülmesi caiz olan hayvanlar yalnızca karga, yılan, akrep, fare ve kuduz köpektir. Zira Buhari ve Müslim'de yeralan, Hz. Aişe'nin hadisi bu konuya ışık tutmaktadır: "Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) ihramlı ihramsız halde, zararlı beş hayvanı öldürmeyi emretti. Bunlar; karga, delice (Dölengeç) kuşu, akrep, fare vé kuduz köpektir."

Müslim'deki İbni Ömer hadisinde, bunlara ilave olarak yılan yer alır. Medine de kutsaldır. Çünkü Hz. Ali hadisinde, Peygamberimizin; "İyi ile Sevr (dağları) arasında bulunan Medine kutsaldır" buyurduğu rivayet edilmiştir.

Buhari ve Müslim'de yer alan Ubad b. Temin hadisinde peygamberimizin şöyle buyurduğu belirtiliyor: "Hz. İbrahim Mekke'yi kutsal yaptı ve orası için dua etti. Ben de Hz. İbrahim'in Mekke'yi kutsal kıldığı gibi Medine'yi kutsal kılıyorum."

Ayrıca burası sadece zaman ve mekan açısından güvenli bölge olarak kalmıyor. Güvenin sahası yalnız insanları ve hayvanları kapsamına alıyor. Bu aynı zamanda, insanın vicdanına kadar inen bir güven bölgesidir. Çok boyutlu bir çatışma alanı olarak insanın maneviyatı üzerinde derin etkileri bulunan, coşup kaynayan, alevleri ve dumanı zaman ve mekanı, insanı ve hayvanı kuşatan insan vicdanında... Evet işte bu çatışma alanında, bir barış ve hoşgörü bölgesidir. Öyle ki artık, ihramlı adam elini kuşa ve hayvana uzatmaktan çekinir. Halbuki bu ikisi, bu bölgenin dışında insana helaldir. Yalnız onlar burada güvenli barınakta, güvenli zamanda, güvenli gönülde bulunmaktadır. Burası insan nefsinin eğitildiği, iyi şeylere alıştırıldığı yerlerdir. Burada insanın nefsi eğitilir, iyi işlere alıştırılır ki temizlensin, yükselsin, kanatlanıp, ruhlar alemine ulaşsın, ruhlar alemine ilişkiye hazırlansın.

Dikkat edin ki, bugün korku ve dehşet içinde kıvranan, birbiriyle boğuşan, birbirini yiyip bitiren insanlık Allah'ın, İslâm dininde insanlara bahşettiği ve Kur'an-ı Kerim'de açıkladığı bu tür bir güven ortamına ne de çok muhtaçtı.

"Allah'ın göklerde ve yeryüzünde olan herşeyi bildiğini, O'nun bilgisinin herşeyi kapsamına aldığını bilesiniz diye bunu böyle yaptı."

Burada ilginç bir açıklamadır bu. Ve rahat anlaşılıyor! Yüce Allah bu yasayı koyuyor ve bu barınağı belirliyor ki, insanlar, Allah'ın göklerde ve yerde olan herşeyi bildiğini ve Allah'ın bilgisinin herşeyi kuşattığını öğrensinler. İnsanlar, Allah onların karakterlerini, ihtiyaçlarını, içlerinde gizlediklerini, ruhlarının seslerini bildiğini, yasalarını bu karakterlere ve ihtiyaçlara karşılık vermek, içlerinde gizli arzu ve isteklere cevap vermek için koyduğunu bilsinler. İnsanların kalpleri. Allah'ın rahmetini yasalarında gördüklerinde, bu yasalar ile kendi engin fıtratları arasındaki uygunluğun güzelliğini tattıklarında, Allah'ın göklerde ve yeryüzünde olan herşeyi bildiğini ve O'nun bilgisinin herşeyi kuşattığını kavrayacaklardır.

İslâm dini insan fıtratının tüm ihtiyaçlarına tam karşılık vermesi ve insan hayatının her türlü isteklerine en gerçek anlamda karşılık vermesi açısından ilginçtir. İslâm'ın projesi, fıtratın projesiyle, İslâm'ın yapısı fıtratın yapısı ile uyum içindedir. Bir gönül İslâm'a açıldığında öyle bir güzellik, öyle bir huzur, öyle bir aşinalık, öyle bir anlayışla karşılaşır ki, onun tadına varandan başkasına tanıtılması mümkün değildir!

İhramlı ve ihramsız hallerle ilgili helâl ve haramların belirtildiği bu bölüm; açıkça azaptan sakındırmayı ve Allah'ın rahmet ve bağışlamasına ümitle bakmayı, telkin ederek sona eriyor:

"Biliniz ki, Allah azabı ağır olan, bunun yanında affedici ve merhametli olandır."

Bu sakındırmanın yanında dönüş niyeti olmayan isyankârlara bir uyarı ve işaret verilmektedir:

"Peygamberin görevi sadece duyurmaktır. Allah, gerek açığa vurduğunuz ve gerekse gizlediğiniz duyguları iyi bilir."

Bu madde Allah'ın değerler için belirlediği bir ölçü ile sona eriyor. Müslüman bu ölçüye göre ölçecek ve hükmedecektir. Bu ölçüde güzel şeyler ağır basar, kötü şeyler hafif kalır. Böylece hiçbir zaman ve hiçbir durumda, kötü şeyler çoklukları ile müslümanı aldatamaz!

100- De ki; "Murdar "ın çokluğu (yaygınlığı) senin beğenini kazanmış olsa da, murdar ile temi- (aslında) bir değildir. Buna göre ey sağduyulu kimseler, Allah'tan korkunuz ki, kurtuluşa eresiniz.

Burada murdar olan şeylerle temiz şeylerin veriliş nedeni, avda ve yemeklerde helal ve haramın birbirinden ayrılışı ile ilgisinden kaynaklanıyor. Haram murdardır. Helâl ise temiz. Murdar'ın çokluğu aldatıcı bir beğeni kazandırsa da, temiz ile murdar bir olmaz. Temiz olan şeyler, sonunda pişmanlık ve zarar olmayan, hastalık ve acıya neden olmayan nimetlerdir. Murdar şeylerdeki lezzet, mutlaka normal ölçüde dünya ve ahiretin akıbetinden emin olunacak biçimde temiz şeylerde de vardır. İnsanın aklı, şehevi arzuların etkisinden kurtulduğunda, takva ile birlikte ve kalbin denetimi ile hareket ettiğinde, temiz olan şeyi murdar şeye tercih eder. Böylece hem dünyada hem ahirette kurtulmuş olur:

"Buna göre ey sağduyulu kimseler, Allah'tan korkunuz ki, kurtuluşa eresiniz."

Bu iki konu arasındaki özel ilgi budur. Yalnız ayet bundan öte daha geniş bir alana, daha uzak ufuklara varıyor. Hayatın tamamını kapsamına alıyor. Ve bir çok alanda gerçekleşiyor:

Bu ümmeti yoktan var eden ve onu insanlara örnek gösterilen en hayırlı ümmet kılan yüce Allah, onu son derece önemli bir göreve hazırlıyordu. Onu, yeryüzündeki sistemin emanetini yüklenmesi için hazırlıyordu. Hazırlıyordu ki, bu ümmet, daha önce hiç bir ümmete nasib olmayan bir biçimde bu emaneti dosdoğru yüklensin. Onu, daha önce hiçbir ümmete nasip olmayan bir biçimde insanların hayatına uygulasın. Bu ümmetin uzun bir süre eğitilmesinden, herşeyden önce kendisini cahiliyeden arındıracak olan cahiliyenin bataklığından alıp yüksek yerlere, İslâm'ın muhteşem zirvesine çıkaracak bir eğitimden geçtikten sonra, düşüncelerini, alışkanlıklarını ve duygularını cahiliyenin tortularından arındırmaya, iradesini hakkı ve hakkın gerekli kıldığı yükümlülükleri yerine getirmek için eğitmeye yönelmesinden daha tabii ne olabilirdi? Bundan sonra hayatı hem bir bütün olarak hem de detaylarına varıncaya kadar, Allah'ın ölçülerindeki İslâmî değerlere uygun biçimde değerlendirmeye varması... Gerçek anlamda ilahi bir niteliğe kavuşuncaya, kendi insanlığını en yüksek düzeye çıkarıncaya kadar çaba sarf etmesi gerekiyordu. İşte o zaman bu ümmetin ölçüsünde, temiz ile pis olan şeyler bir olmaz. Pis şeylerin çokluğu onları etkilemez! Çokluk göze gelir ve insanın duygularını dehşete iter. Fakat tertemiz olanın pis şeylerden ayrılması, insanın manevi yönden yükselerek Allah'ın ölçüleriyle ölçebileceği konuma gelmesi, çokluğuna rağmen pis şeylerin kefesinin hafif kalmasını sağlar, azlığa rağmen tertemiz şeylerin kefesini bastırır. İşte bu durumda, İslâm ümmeti, güven içinde hakimiyet görevini.. insanlığa hakim olma görevini, rahatlıkla üstlenebilir. İnsanlığa Allah'ın ölçüsüne göre muamele yapar. Allah'ın değer verdiği şekilde değerlendirir. İnsanlığa iyi, temiz şeyleri seçer. Kötü şeylerin çokluğu onun gözünü almaz, içini büyülemez!

Bu ölçünün faydalı olduğu bir yer daha var. Batılın kabararak insanlara çok göründüğü sırada... Sonra Allah'ın ölçüsü ile bu şişirilmiş batıla baktığında müminin eli titremeyecek, gözleri kamaşmayacak, ölçüsü şaşmayacaktır. Bu batıla karşı, hiçbir köpüğü, hiçbir kabarcığı, hiçbir teçhizatı ve sayı yönünden hiçbir gücü bulunmayan, yalnız haktan ibaret olan hakkı seçer. Zatından ve sıfatlarından, Allah'ın ölçüsündeki ağırlığı ve sebatı, kendisinden olan güzelliği ve egemenliği dışında hiçbir niteliği bulunmayan hakkı tercih eder!

Yüce Allah, İslâm ümmetini Kur'an metodu ile eğitti. Peygamberimizin komutasında yetiştirdi. Allah'ın dinini gerçekten emanet alabilecek düzeye ulaştırdı. Yalnız içlerinde ve vicdanlarında değil, yeryüzündeki yaşamında ve hayatında onu bir bütün olarak üstlenebilecek seviyeye geldi. Hayatın her çeşit isteklerini, arzularını, duygularını eğitimlerini, menfaatler arasındaki çatışmalarını, bireyler ve topluluklar arasındaki istilalarını aşabilecek konuma geldi. Hayatın her alanında insanlığı kumanda etmek için bütün gücünü kullandı.

Yüce Allah, bu ümmeti çeşitli yönlendirmelerle, değişik olaylarla, çeşitli sınırlarla, değişik hükümlerle eğitti. Bunların hepsi de sonuçta tek bir noktaya varıyor, bir tek noktada birleşiyordu. Tüm bunların amacı, bu ümmeti, akidesi ve düşünceleriyle, duyguları ve reaksiyonlarıyla, yaşantısı ve ahlâkıyla, yasası ve nizamıyla yeryüzünde Allah'ın dinini hakim kılması ve insanlığın kumandasını üstlenmesi için hazırlanmaktı. Ve cenabı Allah bu ümmete dilediğini gerçekleştirdi. yeryüzü hayatında Allah'ın dininin bu parlak şekli, bir realite olarak gerçekleşti. Bu realite olarak yaşanan bir idealdi. Çünkü Allah'ın gücü herşeye yeter. Ayrıca insanlık böyle bir ideale ulaşmak için çalıştığında, her zaman Allah'ın yardımını yanında bulacaktır.

Hiç yorum yok: