BESMELE

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيمِ

10 Temmuz 2009 Cuma

TEMİZLENME HÜKÜMLÉRİ

Maide Suresi

TEMİZLENME HÜKÜMLÉRİ

6- Ey müminler, namaza durmak istediğiniz zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayınız. Başınızı meshediniz, topuklara kadar ayaklarınızı da.

Eğer cünüpseniz iyice yıkanınız. Fakat eğer hasta yada yolcu iseniz veya içinizden biri heladan gelmiş ise, yada kadınlara dokunmuşsanız ve bu durumlarda su bulamamışsanız temiz bir toprakla teyemmüm ediniz, temiz toprağı yüzlerinize ve ellerinize sürünüz.

Allah'ın istediği siz zor koşmak değildir. Fâkat O, sizi temizlemek ve size yönelik nimetini tamamlamak ister ki, şükredesiniz diye. "

Temiz yiyeceklerden ve pak kadınlardan bahseden ayetlerin yanısıra; namaz ve temizlenmeden bahsedilmesi, av, ihram ve Mescid-i Haram'da müslümanların yaptığı işlerin hükümlerinin yanısıra; temizliğin hükmünden bahseden ayetin gelmesi, sırf tesadüf eseri yada söz akışının genel havasından uzak birşey değildir. Bu ancak, konu bütünlüğünün ve Kur'an düzeninin hikmeti gereği olarak gelmiştir.

Ayetler; İlk olarak temizliğin farklı bir türünden bahsediyor:

Pak ruh temizliğinin yanısıra, yiyecek ve kadınların temiz olanlarından. Mümin kalp burada, diğer nimetlerde bulamadığı bütünü bulmaktadır. Bu, temiz pak ve huşu içerisinde Allah'a ulaşma nimetidir. Yiyecek ve kadınlardan söz edilmesi biter bitmez temizlik ve namaz nimetine geçiliyor. (İnsan hayatındaki tüm temiz nimet türleri tamamlansın diye, "insan"ın varlığını tekamül etti.

İkincisi ise, temizlik ve namaza ilişkin hükümler; yiyecek ve evlenme hükümleri, haremin içinde ve dışında avlanma hükümleri, savaş ve barışta insanlara karşı olan tavırlara ilişkin hükümler ve sûrenin geri kalanında bahsedilen tüm hükümler; Allah'a kulluktur, tamamı Allah'ın dinidir. Bu "din" de; fıkıhta, "ibadet hükümleri" ismini alanlar ile, "muamelat hükümleri" ismini alanların birbiriyle bağlantısı koparılamaz.

Meseleleri konularına göre ve bir düzen içerisinde incelemek zorunluluğundan doğan bu ayrımın; Rabbani sistemin temelinde ve İslâm şeriatının aslında hiçbir yeri yoktur. Bu sistem, hem ona, hem de buna eşit olarak birleştirmektedir. Her ikisi hakkındaki hüküm aynıdır: Onlar Allah'ın dinini, şeriatını ve sistemini oluşturmaktadır. İtaat ve bağlılık noktasında, birbirinin diğerine bir üstünlüğü yoktur. Her iki parça da, ancak diğeri ile ayakta durabilir. Din ancak müslüman toplumun hayatında, her ikisi de aynı seviyede gerçekleştirildiğinde ayakta durabilir.

Tümü, Allah'ın, müminlere yerine getirmelerini emrettiği "sözleşme"lerdir. Hepsi, müslümanın, Allah'a yakınlık niyeti ile gerçekleştirdiği `ibadetler'dir.

Tamamı, müslümanın, Allah'ın kulluğa tek layık olan merci olduğunun ilanıdır. Ortada "ibadetler" ve "muameleler" şeklinde iki ayrı kategori yoktur. Bu ayrım, yalnızca bir "ıstılah" sorunudur ve ancak fıkıh ilminde kullanıla gelen bir sıralama sorunudur. Yoksa bunların tümü, hem "ibadet", hem "farzlar" hem de, Allah ile yapılan `sözleşmelerdir. Onlardan herhangi birini ihlâl etmek, Allah ile yapılan `iman' sözleşmesini ihlâl etmek demektir.

Tüm bunlar, Kur'an'ın değindiği inceliklerdir. Konuların akışı içerisinde gelen bu değişik hükümleri anlatmayı sürdürüyoruz...

"Ey müminler namaza durmak istediğiniz zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayınız, başınızı meshediniz, topuklara kadar ayaklarınızı da.

Eğer cünüpseniz iyice yıkanınız. Fakat eğer hasta yada yolcu iseniz veya içinizden biri helâdan gelmiş ise, yada kadınlara dokunmuşsanız ve bu durumlarda su bulamamışsanız temiz bir toprakla teyemmüm ediniz, temiz toprağı yüzlerinize ve ellerinize sürünüz."

Namaz, Allah ile buluşma, huzurunda durma, gizlice ve fısıltı ile O'na dua etmektir. Şüphesiz bu duruş için hazırlık gereklidir. Ruhun hazırlanması yanısıra vücudun da temiz olması gereklidir. Sanırım bu yüzden abdest alınır. Doğrusunu Allah bilir. İşte ayette sözü edilen abdestin farzları şunlardır:

1- Yüzü yıkamak

2- Dirseklere kadar kolları yıkamak,

3- Başı meshetmek,

4- Bileklere kadar ayakları yıkamak.

Bu farzlar çerçevesinde önemsiz kimi fikir ayrılıkları söz konusudur. Bunların en önemlisi, "Sözü edilen sıralama farz mıdır? Yoksa bu sıralamaya uymamak caiz midir?" şeklindeki tartışmadır. Bu konuda iki farklı görüş vardır...

Bu, abdest almanın şeklidir. Cünüblükte -ister cinsel ilişki, isterse ihtilam sebebiyle olsun- tüm vücudu yıkamak farzdır.

Ayet, abdest ve guslün farzlarını açıkladıktan sonra, teyemmümün hükmünü izaha geçiyor. Teyemmüm, aşağıdaki durumlarda söz konusu olur:

1- Abdestsiz kişinin su bulamayacağı durumda.

2- Yıkanması veya abdest alması gerektiği halde, kişinin sudan zarar görecek şekilde hasta olması durumunda.

3- Yıkanması veya abdest alması gerektiği halde, kişinin yolculukta olması durumunda.

Ayet, abdestin gerektiği duruma "biriniz helâdan geldiğinde" ifadesi ile işaret ediyor. Helâ, insanların tabii ihtiyaçlarını giderdikleri mekandır. "Helâdan gelmek" sözü, büyük veya küçük ihtiyacı gidermekten kinayedir.

Ayet, guslün gerektiği duruma ise, "veya kadınlara dokunduğunda" ifadesi ile, işaret ediyor. Çünkü bu ince ifade, "cinsel ilişkiyi" kinaye yoluyla anlatmada yeterlidir.

Bu durumlarda abdestsiz veya gusülsüz kişi, -teyemmüm yapmadan- namaz kılamaz. Teyemmümü ise, -hayvanın sırtında veya duvarda bulunan tozlar bile olsa- temiz toprak adı verilebilen şeyler ile yapılır. Eller toprağa vurulur, sonra silkelenir, sonra eller yüze sürülür ve kollar dirseklere kadar sıvazlanır. Yüz ve eller için bir veya iki vuruş gerekir. Bu konu ihtilaflıdır.

Burada "kadınlara dokunduğunuzda" ayetinin kastettiği anlam çevresinde, fıkhî ihtilaflar söz konusudur. Bu mutlak olarak "dokunma" mıdır yoksa, "cinsel ilişki" midir?

Şehvetle veya şehvet duymadan yapılan bütün dokunmalar buna dahil midir? Bu sorularda fikir ayrılığına düşülmüştür. Her hasta teyemmüm eder mi yoksa, sudan zarar görecek hasta mı teyemmüm eder? sorusu da ihtilaflıdır. Soğuk su varsa hastalık ve eziyet korkusu ile teyemmüm olur mu? Tercih edilen görüşe göre "evet".

Ayetin sonunda şu ifade yer alıyor:

"Allah'ın istediği sizi zora koşmak değildir. Fakat O sizi temizlemek ve size yönelik nimetini tamamlamak ister ki, şükredesiniz diye.."

Temizlenmek -daha önce de belirttiğimiz gibi- Allah ile buluşmada gerekli bir durumdur. Bu ruh ve beden düzeyinde, abdest ve gusül gerçekleşir. Teyemmüm ise, sadece bu temizliği sağlar. Su bulunmaması veya suyun kullanılmasında zarara uğranılması durumlarında, teyemmüm ile temizlenme caizdir. Görüldüğü gibi, Allah, insanları günaha sürüklemek onlara, zorluk yüklemek ve güç gelen şeyleri teklif etmek istemez. O ancak, onları temizlemek, bu temizlik ile üzerlerindeki nimetini tamamlamak onları, nimetine şükretmeye -daha çok arttırması için- yöneltmek diler. Bunlar, bu sağlam ve kolay sistemdeki fayda, üstünlük, kolaylık ve gerçekliktir, pratikliktir.

Ardından, ayetin önümüze serdiği abdest, gusül ve teyemmümün hikmeti ile karşılaşıyoruz:

"Size yönelik nimetini tamamlamak ister ki, şükredesiniz diye..."

Ayet bizi, İslâm'ın duygular ve konularda aynı derecede gerçekleştirdiği bütünlüğe götürüyor. Abdest ve gusül, sırf vücudun temizlenmesi değildir. Çünkü böyle olsaydı; "Bedevi arapları gibi bizim de bu işlemleri yapmamıza gerek yoktur. Çünkü biz medeniyetin gereği olarak, banyoya giriyor ve organlarımızı temizliyoruz" diyenler haklı olurdu.

Bu işlemler, müslümanın Rabbine yöneldiği tek bir ibadetde ve amelde (ruh ve beden temizliğini) birleştirmek amacıyla, hizmet etmektedir. Ruh temizliği daha ağır basmaktadır. Çünkü su kullanılması mahzurlu olduğunda, sadece daha ağır basan -yani ruh temizliği için- bu yanının gerçekleştiği teyemmüm yapılır. Bütün bunlardan öte bu din, her durumu, tasvir ve şartlarda sağlam bir sisteme yönelten ve hikmetini bütün bu durumlarda gerçekleştiren genel yöntemi sebebiyle böyledir. Bu hikmeti, (herhangi bir durumda) ortadan kalkar ve de değişikliğe uğrar.

Biz ilimsiz, kılavuzsuz ve aydınlık bir kitap olmaksızın fetva vermeden önce, bu inancın gizliliklerini anlamaya ve Allah'a karşı bildiklerimiz ve bilmediklerimizde aynı derecede edebli olmaya yönelelim. (Bu durum, zekat ve mali vergilerde de böyledir. Mesele uzundur, doyurucu tafsilat veremiyoruz. Bu konu ilerde yine gelecektir.)

Abdest veya gusül ile temizlenmek mahsurlu olduğu, yada diğer zararlar söz konusu olduğu zaman, namaz kılmak için teyemmüm almak olayı, bizi, İslâm sisteminin namazın önündeki tüm engelleri kaldırarak onun ikamesine ne kadar istekli olduğunu göstermektedir.

Bu yargımız, korku halinde kılınan namaz, hastalık halinde imkan nisbetinde oturarak veya yatarak kılınan namaz gibi, diğer hükümler de bağlantılıdır. Tüm bu hükümler, namazın kılınmasına yönelik isteğin derecesini ve sistemin insan üzerindeki eğitsel amaçlarını gerçekleştirmek için, bu ibadete yüklediği görevin sınırlarını ortaya koymaktadır. Çünkü, Allah ile buluşmak ve huzurunda durmak; derin tesirler yapmakta, en zor şartlarda. bile ihmal edilmemekte ve müslüman bu duruşu, bu buluşması sonucu, Rabbi ile olan buluşması arasına hiçbir engel sokulmamaktadır. Hiçbir sebeple ertelenmemektedir. Çünkü namaz, kalbin yakarışı, gölgelikte istirahat ve buluşma sevincidir.

ADALETİN DAYANDIĞI TEMEL NOKTA

Temizlenme hükümleri ve daha önce geçen hükümlerin ardından iman edenler; Allah'ın kendilerine olan iman nimeti ve onlarla yaptığı dinleyip itaat etmek -İslâm'a bu `sözleşme' ile girilir- sözleşmesi hatırlatılmakta. Yanısıra Allah'tan korkmaları ve O'nun gönüllerde olanı bildiği belirtilmekte:

7- Allah'ın size yönelik nimeti ile "Duyduk ve uyduk " dediğiniz zaman, O'na verdiğiniz bağlayıcı sözü hatırlayınız. Allah'tan korkunuz. Hiç kuşkusuz Allah, kalplerinizin özünü bilir.

Bu Kur'an'a ilk kez muhatap olanlar, -yukarda da belirttiğimiz gibi Allah'ın bu din ile kendilerine verdiği nimetin değerini anlıyorlardı. Çünkü onlar,nimetin gerçeğini; varlıklarına, hayatlarına, toplumlarına ve tüm insanlar arasındaki konumlarına sevk ediyorlardı.

Bu yüzden bu nimete değinmek ve sadece işaret etmek, yeterli oluyordu. Çünkü kalplerinin yönelişleri ve hayatlarındaki yüce gerçeğe bakışları somut tu.

Yanısıra, dinleyip itaat etmek üzere söz verdikleri konusunda, Allah'ın sözüne değiniliyor ve onlara tanıdıkları bildikleri gerçekle hatırlatılıyor.

Bir taraftan da, Allah ile yaptıkları `sözleşmeleri' karşısında Allah'ın huzurunda durmanın, duyguda uyandıracağı yüce hislerin tesirinde bırakıyor.

Bu konum, gerçeğine sarılıp, tam anlamıyla düşünüldüğünde anlaşılacağı gibi, müminin duygularında büyük etkiler yapan bir durumdur. Bu yüzden AI!ah aynı ayette onları, takvaya ve kalplerinde ve ortaya dökülmemiş düşüncelerinde bile O'nun gözetimini hissetmeye yöneltiyor.

"...Allah'tan korkunuz. Hiç kuşkusuz Allah kalplerinizin özünü bilir."

"Kalplerin özünü bilir" ifadesi Kur'an'da karşılaştığımız canlı ve duygulandırıcı bir ifadedir. Taşıdığı incelik, güzellik ve ibretlere değinmek yerinde olacaktır.

"Kalplerin özünü bilir" gönüllerin sahibi, arkadaşı, ayrılmaz yoldaşı anlamında olup; gizli hisler, düşünceler ve sırlardan kinayedir. Kalbin, sürekli ve devamlı yanında olma özelliğini taşıdığını ifadelendiren bu sözler, gizlilik ve sırlarının Allah'ın ilminde apaçık ortada olduğunu ve Allah'ın "Kalplerin özünü" bilmekte olduğunu ortaya koymaktadır.

Allah'ın müslüman ümmetten aldığı söz; "insanlara adaletle davranma"yı da içermektedir. Dengesi, sevgi veya düşmanlık sebebiyle bozulmayan hısımlık, çıkar veya şahsi arzular gibi herhangi bir olgunun etkisinde kalmayan "katıksız adalet". Diğer tüm sebeplerden öte, yalnızca Allah için ayakta tutulan, Allah'ın gözetimi ve kalplerin gizlediklerini bildiğinin şuuruna varılmasından kaynaklanan adalet.. Bundan dolayı şöyle sesleniliyor:

8- Ey müminler, her davranışınızda Allah'ı sıkı sıkıya gözeten ve adalete bağlı şahitlik eden kimseler olunuz. .Sakın herhangi bir gruba karşı duyduğunuz kin, sizi adaletsiz davranmaya sevk etmesin. Adil olunuz, tak raya en yakın tutum budur. Allah'tan korkunuz. Hiç kuşkusuz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.

Allah iman edenleri; vaktiyle onları Mescid-i Haram'a sokmamış olanlara karşı duydukları kinlerinin kendilerini adaletsizliğe sürüklemesinden sakındırıyor. İşte bu, sağlam ilahî eğitim metodu sayesinde kendilerini Allah'a yükselten, nefis hakimiyeti ve hoşgörünün ulaştığı, en doruk noktadır. Onlar, kinleri yüzünden adaletten sapmaları men edilen kimselerdir.

Bu, ulaşılan zirve noktasıdır. Ayrıca nefse ağır ve zor gelen bir görevdir. Bu, hiç düşmanlık etmemek veya kendini zaptetmenin de ötesinde bir aşamadır. Varolan tüm hoşnutsuzluk ve kine rağmen, şuurlu olarak adaleti yerine getirmeye yönelmek! İlk teklif daha kolaydır. Çünkü bu, düşmanlık etmeyip kendini zaptetmekle yerine getirilen pasif bir tutumdur. İkinci teklif ise daha güçtür. Çünkü kişiyi tüm kin ve düşmanlığına rağmen, adaleti ve dengeyi sağlamaya yönelten aktif bir davranıştır. Hikmetli eğitim metodu, bu güçlükleri aşmaya muktedirdir. Ardından bu husustaki yardımları sıralıyor:

"Ey müminler, her davranışınızda Allah'ı gözetin.."

Bunu başka bir yardım izliyor:

"Allah'tan korkunuz. Hiç kuşkusuz Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır."

İnsan vicdanı, bu zirveye; Allah ile direkt bağlantı kurup bu konuda gayret sarf etmeden, bunu da Allah'ın dışındaki herşeyden uzaklaşıp ve herşeyi yalnızca O'nun için yerine getirmeden, O'ndan sakınmanın bilincine varıp, gizliliklerin ve kalplerin özünün O'nun gözetiminde olduğunu duymadan, kesinlikle ulaşamaz. Kendini Allah'a adamak ve O'nun gözetiminde eylemlerde bulunmak, tüm diğer değerlerden soyutlanmak dışında; yeryüzü kaynaklı hiçbir değer yargısı, insan vicdanını, bu zirveye ulaştırıp yükseltmeye güç yetiremez. Yalnızca yukarda bahsettiklerimiz, bu vicdanı, o zirveye ulaştırmaya yeteneklidir.

Yeryüzündeki hiçbir inanç veya sistem, taraftarlarına, kin besledikleri düşmanlarına karşı, "katıksız adalet" ile davranmaya sorumlu tutmamıştır. Yalnızca bu din, müminlere, bu emri Allah için yerine getirmelerini, O'nun gözetiminde amele koyulmalarını ve diğer tüm bakış açılarından uzaklaşmalarını öğütlediğinden onlara, bu sorumluluğu yüklemiştir.

Benimsesin benimsemesin, tüm insanları, adalet gölgesi altında yaşatmayı üstlenmiş ve taraftarlarına -kin ve düşmanlık duydukları insanlara karşı bile bu adaleti, Allah için uygulamayı farz kılmış olan bu din, bu prensipleri sebebiyle tüm insanlığa gönderilen evrensel son dindir.

Bu, güç ve gayret isteyen bir iş olmasına rağmen, bu ümmetin insanlara karşı yerine getirmesi zorunlu bir görevdir.

Bu ümmet, İslâm'a göre yaşadığı günlerde, prensipleri yerine getirmiş ve sorumluluğunu yüklenmiştir. Bu, soyut bir tavsiye ve sırf bir yüce örnek değildir. Aksine, günlük hayatta uygulanan bir realite, insanlığın gerek daha önce ve gerek daha sonra benzerini göremediği bir gerçektir. Bu aydınlık İslâm devirleri dışında, böylesi bir seviyeye ulaşılmamıştır.

Bu konudaki pek çok örnek, tarih sayfalarında yer almaktadır. Bu örnekler şuna tanıklık etmektedir:

Bu ilahî öğütler ve farzlar; bu ümmetin hayatında ve gerçeklik dünyasında rahatlıkla uygulanabilen dolayısıyla bu ümmetin günlük yaşamında somutlaşan bir sisteme dönüşmüştür. O, ne ulaşılmaz hayalî bir örnektir, ne de ferdi bir misaldir. Bu noktada o, insanların ona denk başkaca bir yol bulamadıkları hayat realitesidir.

Bu yüce zirvenin, her yerde ve her dönemde -Modern cahiliyet de dahil bütün cahiliye türlerine olan üstünlüğü göz önüne alınca; Allah'ın insanlık için ortaya koyduğu sistem ile, insanın insan için icad ettiği sistem arasındaki büyük farklılık ortaya çıkıyor. Bu sistemin sonuçları ile o sistemin sonuçları arasında; hem realitede hem de, zihinlerde kat edilemez mesafeyi görüyoruz.

İnsanlar bu prensipleri biliyorlar ve onlardan övgüyle söz ediyorlar. Fakat bu ayrı, onları gerçeklik dünyasında yürürlüğe koymak ise daha ayrı bir şey. İnsanın, bu insanlarla, öğütlediği bu prensiplerin gerçeklik aleminde uygulanamaması tabiidir. Çünkü önemli olan, insanları, bu prensiplere çağırmak değildir. Fakat asıl önemli olan, kimin onları bu prensiplere çağırdığı ve bu çağrıyı seslendiren kaynağın kimliğidir. Bu çağrının vicdanların ve zihnin üzerindeki otoritesi önemlidir. Yine önemli olan, insanların, bu prensipleri gerçekleştirmek için ısrar ve gayretle başvurdukları kaynaktır.

Bu prensiplere yönelik dini çağrının önemi; otoritesinin Allah'a dayanmasındadır. Falanın ve filanın söylediklerinin dayanağı nedir? Yani gönüller ve vicdanlar üzerinde bir otoritesi var mı? İnsanlar bu prensipleri kabul edip onları gerçekleştirmek uğrunda tüm gayretlerini ısrarla ortaya koyduklarında, bu otorite onlara ne karşılık verebilecektir. Binlerce davetçi adalete, temizliğe, hürriyete, hoşgörüye, onura, sevgiye ve fedakarlığa çağırabilir. Fakat onların bu çağrılarının, insanların vicdanında bir etkisi olmuyor, titreşim meydana getirmiyor ve gönüllerde yer etmiyor. Çünkü bu çağrıları, Allah, hiçbir delille desteklememiştir.. Söz önemli değildir. Önemli olan, bu sözlerin arkasında kimin olduğudur. İnsanlar, kendileri gibi herhangi bir insan olan davetçiden, Allah'ın desteğinden yoksun olan bu prensiplerin, örneklerin ve kuralların benzerlerini duymaktadır. Fakat bunların etkisi nedir? Onların fıtratı, bu direktiflerin kendileri gibi insandan kaynaklandığını idrak ediyor ve insanın damgasını taşıyan herşeyi; cahillik, acizlik, arzu ve kusur ile damgalıyorlar. İnsan fıtratı bu direktifleri temelde böyle algılamaktadır. Bunların insanların fıtratlarında bir yetkisi, varlıklarında bir coşkusu ve yaşamlarında -bazı istisnalar dışında- bir etkisi yoktur. Sonra, dindeki bu "tavsiyeler"in değeri; hayatın şeklini "icraatlar" ile birlikte tekamül ettirmesindedir.

Bunlar boş yere tavsiye edilmemişlerdir. Din sırf tavsiyeler ve prensipler koymakla yetinseydi, bu tavsiyeler ne uygulanır, ne de gerçeğe uygun düşerdi. Zaten şu sıralarda bu durumu, her yerde görmekteyiz.

Hayatın tamamı için dinin yöntemine uygun bir sistem gereklidir. Ancak bu sistemin gölgesinde, dinin tavsiyeleri uygulanabilir. Gerçekliğin ışığında uygulandığında, tavsiyeler ve "icraatlar" bütünleşir. İşte -başkasında değil ancak İslâmî anlayışta "din" budur. Yaşamın her alanında, ortaya koyduğu sistem ile somutlaşan din. Bu anlamıyla din, müslüman toplumun yaşamında uygulandığı zaman, tüm insanlık bu yüce zirveden haberdar olacak, Arap cahiliyesi yada diğer cahiliyelerin de bataklığından kurtulacak ve bu yüce zirveye tırmanacaktır. Din, minberlerdeki tavsiyeler ve camilerdeki vaazlara dönüşüp, hayatı düzenlemekten uzaklaştırıldığında, dinin realitede asıl şekliyle var olduğu iddia edilemez.

Allah'ın, davranışlarında sırf kendisini gözeten müslümanlara, bir müeyyide ve mükafat belirlemesi, önderlik sorumluluğunu üstlenmeye ve "sözleşmeyi" yerine getirmeye teşvik etmesi zorunlu idi. Gerçekten de, Allah katında kafir olup yalanlayanlar ile; iman edip, salih amel işleyenlerin akıbeti arasında bir fark olacaktır:

9- Allah, iman edip iyi ameller işleyenleri bağışlayacağını ve kendilerine büyük mükafat vereceğini vaad etmiştir.

10- Küfre sapıp ayetlerimizi yalanlayanlar ise cehennemliktirler.

Bu, yüce sorumlulukları yüklenen iyilik taraftarlarına, dünya hayatından mahrumiyetine karşılık verilen bir ödüldür. Bunlar ile karşılaştırılan -yeryüzündeki insanların inad arzu ve ısrarlarına rağmen- önderlik sorumluluğunu üstlenmek, çok basit bir iş olmaktadır.

Bu böyle bir ilahî adalettir ki, iyilik taraftarlarının ödülü ile, kötülük taraftarlarının ezası denk kılınmamıştır. Bu adalete ve bu cezaya, müminlerin kalplerini ve bakışlarını çevirmek gereklidir. Bu, hayatın olumsuz şartlarından soyutlanıp, sırf Allah'a bağlanmak için şarttır. Bu konuda kalplerin, Allah'ın rızasını duyması ve bu hoşnutluğun tadını tatması yeterlidir. Nitekim sözleşmeyi yerine getirmenin tadına varmak da böyledir. Fakat sistem, bütün insanları insanın doğasıyla birlikte değerlendiriyor. Allah, böylelerinin,bağışlanmaya ve büyük ödüle olan arzusunu bilmekte ayrıca, yalanlayan kafirlerin de cezasını bilmeye, ihtiyaç duyduklarını bilmektedir.

Bu iki bilgi, insanın tabiatını hoşnut eder; akıbetine ve cezasına karşı tatmin eder ve kötülerin tavırları karşısında öfkesini yatıştırır. Özellikle hile ve tuzaklarını gördükten sonra bile, bunlara karşı tüm nefretine rağmen, adaleti uygulanmakla yükümlü olduğu hesaba katılırsa! İlahî sistem, insan tabiatını, onu her yönüyle bilen Allah'ın bilgisi ile ele alıyor, duygularına nüfuz edecek ve varlığıyla bu davete uyacak şekilde ona sesleniyor.

Bu, Allah'ın hoşnutluğunu gösteren, büyük ödül ve bağışlanmanın ötesinde bir şeydir. Allah'ın ödül ve bağışlamasındaki hoşnutluğunun tadı, nimetlerinin tadından daha üstündür.

Sûrenin akışı, İslâm toplumunda adalet, dürüstlük ve hoşgörü ruhunu (ortamını) kuvvetlendirmeyi ve düşmanlık, adaletsizlik ve öç almak duygularını zayıflatmaya geçiyor. Müslümanlara, Hudeybiye yılında olduğu gibi, müşriklerin düşmanlıkla kendilerine uzanan elleri engellendiği zaman, Allah'ın üzerlerindeki nimeti hatırlatılıyor:

11- Ey müminler, Allah'ın size yönelik nimetini hatırlayınız. Hani bir grup size el uzatmaya yeltenmişti de Allah onların size el uzatmalarına engel olmuştu. Allah'tan korkunuz. Müminler Allah'a dayansınlar.

Bu ayetin kimin hakkında indiğini belirlenmesinde farklı görüşler vardır. Fakat tercih edilen görüşe göre bu ayet, Hudeybiye günü Hz. Peygambere ve müslümanlara olan sözlerini bozmaya ve onları ani boşlukta yakalamaya niyetlenen yahudi topluluğuna işaret etmektedir.

Fetih sûresinde ayrıntılı olarak incelediğimiz gibi, Allah, "onları müslümanların eline esir düşürmüştür."

Olay ne olursa olsun, bu eşsiz eğitim metodunda vurgulanan ve özendirilen şey; bunun taşıdığı ibret dersidir ki, o da, müslümanların gönüllerinde bu topluma karşı yerleşmiş bulunan kin ve nefreti dindirmektir. Müslümanlar, Allah'ın kendilerinin koruyucusu ve gözeticisi olduğunu bilerek, huzur ve güven ortamında yaşamışlardır. Bu huzur ve güven ortamında, nefislerine hakim olmaları; kalplerinin yumuşaması ve adaleti kolaylıkla yerine getirmeleri amaçlanmaktadır. Böylece müslümanlar, Allah'ın kendilerini koruyup gözetmesini ve onlara uzanan elleri engellemesini düşünüp, O'na olan ahidlerini yerine getirmemekten çekinsinler.

Kur'an'ın resmettiği ifadeler karşısında biran durmayı da unutmayalım:

"Hani bir grup size el uzatmaya yeltenmişti de, Allah onların size el uzatmalarına engel olmuştu..."

Ellerin uzatılması ve engellenmesi hareketinin tasviri, diğer soyut ifadelerden daha canlıdır. Kur'an'ın açıklaması, tasvir ve hareket metodunu izliyor. çünkü bu yöntem, açıklamalara mükemmellik ve duruluk vermekte.

Sanki bu ifade, ifadelendirdiği soyut gerçeği ortaya koymak, onun hareketli ve canlı bir resmini apaçık ortaya koymak için, ilk kez kullanılıyor.. İşte kur'an yolu...

Yukardaki dersimizin son bölümünde, Allah müslümanlara, onlarla yaptığı sözleşmeyi ve bu sözleşme ile kendilerine verdiği nimeti hatırlatmıştı.

Bu, Allah ile yaptıkları sözleşmeyi korumaları ve onu bozmaktan kaçınmaları içindi.

Hiç yorum yok: