BESMELE

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيمِ

10 Temmuz 2009 Cuma

HRİSTİYANLARIN HZ. İSA HAKKINDAKİ SAPIK GÖRÜŞLERİ

Maide Suresi

HRİSTİYANLARIN HZ. İSA HAKKINDAKİ SAPIK GÖRÜŞLERİ

Allah'ın katıksız, tek kulluk sunmaya layık olduğunun kabulü, bütün peygamberlerin tavrıydı. Fakat putperestlerin hristiyanlığa girmeleri ve onların beraberinde getirdiği tevhid inancıyla karıştırdıkları putperestlik tortularına isteklilikleri sebebiyle, bu pak inanca bozukluklar girdi. Öyle ki, artık onu bu bozukluklardan ayıklamak ve temizlemek, bu inancın özünü ortaya koymak imkansız hale geldi.

Bu sapmaların tümü bir defada meydana gelmedi. Ardından gelen toplumlar da belirli zaman aralıkları ile bu imana girdiler. Sonunda akılların hatta o dine inanan bozuk inancı şerh eden alimlerin akıllarının bile şaşa kaldığı efsane ve masallarla örülü bir acayip karışım meydana çıktı.

Tevhid inancı, Mesih İsa'dan sonra da öğrencileri ve tabileri arasında bir müddet yaşadı. Yazılan pek çok İncil'den biri olan Barnaba İncili, Hz. İsa'dan Allah'ın gönderdiği bir peygamber olarak söz ediyor. Sonra Hz. İsa'nın izleyicileri arasında fikir ayrılıkları meydana geldi. Kimi; "Mesih, diğer peygamberler gibi Allah'ın gönderdiği bir peygamberdir" dedi. Kimi "O evet peygamberdir. Fakat Allah ile özel bir bağı vardır" dedi. Kimi "O, Allah'ın oğludur. Çünkü babasız yaratılmıştır. Fakat buna rağmen Allah'ın yaratığıdır." dedi. Kimi de: "O, Allah'ın oğludur. Yaratılmış değildir. Aksine babası gibi "kadim" sıfatını taşır." dedi.

Bu ayrılıkları ortadan kaldırmak için M.S. 325 yılında İznik'de 48.000 patrik ve piskoposun katılımıyla "İznik Konsülü" toplandı. içlerinden hristiyan tarihçi İbn-i Patrik şöyle demiştir:

"Katılanların görüşleri ve mezhepleri farklı idi. Kimi, "İsa ve annesi Allah'ın dışında iki ilahtır." diyordu. Bunlar "Raymatiler" diye isimlendirilen berberiler idi.

Kimi: "İsa, babasından ateşten ayrılan alev gibi ayrılmıştır, ikinci parçanın ayrılması ile birinci bölümde bir azalma olmaz" diyordu. Bunlar "Sabliyus" ve taraftarları idi. Kimi: "Hz. Meryem, Hz. İsa'yı dokuz ay taşımadı. O, karnından suyun borudan geçtiği gibi geçti. Çünkü o söz (kelime) kulağından girdi. Aynı anda çocuğun çıktığı yerden de çıktı" diyordu. Bu da, "İlyan" ve taraftarlarının görüşüdür. Kimi: "Hz. İsa özde bizden biri olmasına rağmen, ilahî bir özellikle yaratılmış bir insandır. Öncelikle Meryem'in oğludur. O'nu insanı özünün katıksız olması sebebiyle göndermiş, ilahî nimeti beraberinde kılmış ve O'nda sevgi ve iradeyi birleştirmiştir.

Bu yüzden "Allah'ın oğlu" denilmiştir. Kimi de: "Allah kadîm biricik cevher ve biricik unsurdur. Üç isimle isimlendirilir" derler ve ne "kelime"ye ne de "Ruhu'l Kudüs"e inanırlar. Bu, Antakya patriği "Paulus" ve taraftarlarının görüşüdür.

Kimi de: "Onlar üç ilahtır. Birisi iyilik, diğeri kötülük tanrısıdır. üçüncüsü ise, aralarında adaleti sağlar" demiştir. Bu, lânetli "markyun"un havarilerinin başı olduğunu öne sürdüler ve "Petrus"u inkar ettiler.

Kimi ise, Hz. İsa'nın ilah olduğunu söyledi. Bu da "Aziz Paulus" ve 318 delegenin görüşü idi.

Putperestlikten hristiyanlığa geçmiş ve hristiyanlık hakkında birşey bilmeyen Roma İmparatoru "Kostantin" bu son görüşü tercih etti ve bu görüş taraftarlarını muhaliflerine musallat etti.

Diğer mezheplerin taraftarlarını -özellikle de sadece Baba'nın ilah ve Mesih'in insan olduğu görüşünde olanları- ise kovdu.

"Kıptî Ulus Tarihi" adlı kitap bu karardan şöyle bahsetmektedir:

Kutsal cemaat ve elçiler kilisesi, "Allah'ın oğlunun bulunmadığı bir zamanın mevcut olduğunu, O'nun doğmadan önce mevcut olmadığını ve O'nun yoktan var olduğunu" söyleyen herkesi veya "oğul, baba Allah'ın cevheri dışında bir usul veya cevherden meydana gelmiştir" diyeni yada "Onun yaratılmış olduğuna" inanan herkesi yahut ta "Değişmesinin, zamanın geçmesi ile bozulmasının mümkün olduğunu" söyleyen herkesi aforoz eder.

Fakat bu konsülün kararları, Aryusün izleyicilerinin Allah'ı birleyen inançlarını bozamamış ve fakat İstanbul, Antakya, Babil, İskenderiye ve Mısır'da egemen haline gelmiştir.

Sonra "Ruhul Kudüs" kavramı çevresinde yeni bir tartışma başladı. Kimileri "O ilahtır" dedi, diğerleri ise "İlah değildir" görüşünü ileri sürdü. Bu konudaki fikir ayrılığını gidermek için M.S. 381 yılında I. İstanbul Konsülü toplandı.

Hristiyan tarihçisi İbni Patrik, İskenderiye'yi delegelerinin sözlerine dayanarak bu konsülde alınan kararları şöyle nakletmektedir:

İskenderiye patriği "şöyle demiştir: "Bizce `Ruhu'l Kudüs' Allah'ın ruhu dışında bir anlama gelmemektedir. Allah'ın ruhu ise, O'nun hayatından ayrı bir şey değildir. Biz, `Ruhu'l Kudüs', yaratılmıştır dediğimiz zaman, "Allah'ın nuru yaratılmıştır" demiş oluruz. `Allah'ın ruhu mahluktur' dediğimiz de ise, `O'nun hayatı mahluktur' demiş oluyoruz. `Hayatı mahluktur' demek ise, O'nun diri olmadığını ileri sürmektir. Biz O'nun diri olmadığını ileri sürersek, O'na küfretmiş oluruz. O'nu inkar eden ise, laneti hak eder!

Böylece İznik Konsülü'nde Mesih'in ilahlığı karar altına alındığı gibi, bu konsülde `Ruhu'l Kudüs'ün ilahlığı da karara bağlandı. Baba, oğul ve Ruhul Kudüs şeklindeki "üçleme" tamamlanmış oldu.

Sonra, Mesih'in hem insanı hem de ilahî tabiatı bir arada bulundurduğu çevresinde ve onların deyimi ile ilahlığı ve insanlığı konusunda, başka bir tartışma meydana çıktı. (Kostantiniyye) İstanbul patriği "Nastur"un görüşü Uknum ve tabiatın bir arada bulunduğu şeklinde idi. İlahlık uknumu, babaya nisbetinden dolayı, insan tabiatı ise, Meryem'den doğmuş olmasından kaynaklanıyordu. Meryem, ilahın annesi değil, insanın annesi idi! İbni Patrik'in naklettiği gibi, O, insanlar arasında ortaya çıkan ve onlara seslenen Mesih hakkında şöyle demiştir:

"Ona Mesih" diyenler, bunu oğul kavramına bağımlı bir sevgi ile ileri sürüyorlar. Başkaları ise ona, Allah veya Allah'ın oğlu diyorlar. Bu da gerçek anlamda değil, Allah'ın lütfu anlamındadır. Sonra şöyle demiştir:

Nastur; "Rabbimiz, Mesihi aslında ilah olarak değil, hareket ve nimetle yada Allah'tan ilham alan bir insan olarak yeryüzüne bıraktı. Hata işlemez ve kötü birşey yapmaz görüşünü ileri sürdü.

Rum delegeleri, İskenderiye patriği ve Antakya delegeleri bu görüşe karşı çıktılar ve 4. Konsülü toplamayı kararlaştırdılar. M.S. 431 yılında "Efes Konsülü" toplandı. Bu konsül de İbni Patrik'in de söylediği gibi "Bakire Meryem, Allah'ın anasıdır. Mesih gerçekte hem ilah hem de insandır. İki tabiatlı olduğu bilinmektedir. Uknumda ise birdir" kararına vardılar. Nastur'u lanetlediler.

Sonra İskenderiye Kilisesi yeni bir görüş ortaya attı ve bunun için 2. Efes Konsülü" toplandı. Bu konsülde:

"Mesih tek tabiatlıdır. O'nda ilahlık, insanlık ile birleşmiştir" kararına varıldı .

Fakat bu görüş kabul edilmedi, tartışmalar sürüp gitti. Bunun üzerine M.S. 451 yılında "Kadıköy Konsülü" toplandı ve "Mesih'in bir değil iki tabiatı vardır. ilahlık bir tabiatı, insanlık ise diğer tabiatıdır. Her ikisi de Mesih'de birleşmiştir" kararına vardılar ve 2. Efes Konsülünü lanetlediler. Mısırlılar bu konsülün kararlarını kabul etmediler. Mısırlılar arasında "Menafis" mezhebi ile Roma İmparatorluğunun kurduğu mezhebi arasında Al-i İmran sûresinin tefsirinin girişinde Sör. T.V. Arnold'un, "İntişar-ı İslâm Tarihi" adlı kitabındaki sözlerine dayanarak naklettiğimiz sürekli görüş ayrılığı ortaya çıktı.

Mesih'in ilahlığı çevresindeki sapıklık düşüncelerini, sürekli ihtilaflarını, düşmanlıklarını ve kinlerini (bu sebeple gruplar arasında meydana gelen ve şu güne kadar devam eden kinlerini) bu kadarlık bir özetle tasvir etmekle yetiniyoruz..

Bu konudaki gerçeği ortaya koymak ve ayırd edici sözü söylemek için, bu son risalet geldi. Ve sahih inancın gerçeğini Kitap Ehli'ne açıklamak için son peygamber geldi:

"Allah Meryemoğlu Mesih'tir diyenler kesinlikle kafir olmuşlardır."

"Allah üçün üçüncüsüdür, diyenler kesinlikle kafir olmuşlardır."

"Onlara de ki: Eğer Meryemoğlu İsa'yı, annesini ve yeryüzünde bulunan varlıkların tümünü yok etmek isterse O'na, kim engel olabilir?"

Böylece yüce Allah'ın zatı, aslı, iradesi ve otoritesi ile, İsa'nın annesinin ve diğer tüm varlıkların zatları arasındaki tartışmayı ortadan kaldıracak kesinlikle mutlak ayrım ortaya kondu. Yüce Allah'ın zatı tektir, dileği bağımsızdır ve hakimiyeti biriciktir. Hiç kimse dilediğinden birşeyi geri çevirmeye (Eğer Mesih e Meryem'i veya annesini yada yeryüzündekilerin tümünü yok etmeyi dilerse) ve otoritesini geçersiz kılmaya güç yetiremez.

O, herşeyin hükümdarı ve herşeyin yaratıcısıdır. O, yaratılmışlardan ayrı ve her mahlûkun var edenidir:

"Göklerde, yeryüzünde ve ikisi arasında bulunan tüm varlıklar Allah'ın egemenlik tekelindedir. O, dilediğini yaratır. Allah'ın gücü herşeye yeter."

Böylece İslâm inancının netliği, açıklığı ve yalınlığı ortaya çıkmaktadır. Kitap Ehli gruplarının inançları ile karışan putperestlik, hikayeler, hayaller ve sapmalar yığını karşısında İslâm inancının parlaklığı artmakta ve orjinalliği belirginleşmektedir. İlahlığı gerçeği ile, kulluk sunmaya layık oluş gerçeği ve bu iki gerçek arasındaki keskin ve tam ayırım hiçbir şüphe, tereddüt ve karışıklığa yol açmayacak şekilde ortaya konmaktadır.

Yahudi ve hristiyanlar kendilerinin, Allah'ın oğulları ve sevdikleri olduklarını söylüyorlar:

"Yahudiler ve hristiyanlar, "Biz Allah'ın evladları ve sevdikleriyiz" dediler."

Onlar, kendi düşüncelerine dayanarak yüce Allah'a, babalık yakıştırıyorlar, cesed babalığı değil, ruh babalığı iddia ediyorlardı. Bu tevhid inancına ve ilahlık ile kulluk arasındaki kesin ayrıma gölge düşürmektedir. Bu ayrım kabullenilmeden ne düşünce doğru yolu bulur, ne de hayat doğru yöne yönelir. Böylece bütün kulların kulluk ile kendisine yöneldiği bir olsun. İnsanlara yasalar koyan, onlara değerler, ölçüler, kanunlar, hükümler, sistem ve prensipler var eden merciin bir olması sonucu; özellikler birbirine karıştırılmasın sıfatlar ile özellikler birleştirilmesin ve ilahlık ile kulluk alanları karıştırılmasını.

Burada temel sorun, sadece inançtaki sapma değildir. Sorun aynı zamanda, tümüyle bu sapmaya dayalı hayat tarzı yozlaşmasıdır. Yahudi ve hristiyanlar, Allah'ın oğulları ve sevdikleri olduklarına dair iddialarının peşi sıra, "Allah'ın onlara günahları yüzünden asla affetmeyeceğini" "onları asla cehenneme sokmayacağına, girseler bile orada, sadece bir kaç gün kalacaklarını" söylüyorlar. Bu ise; Allah'ın adaletinin yerine gelmeyeceği, O'nun kullarından bir grubu kayırdığı, onları yeryüzünde bozgunculuk yapmaya bıraktığı sonra da, diğer bozgunculara vereceği azabı onlara vermeyeceği anlamına gelir. Hayattaki hangi şey, bu düşünceler kadar fesat kaynağı olabilir? Hayattaki hangi şey bu sapma kadar kargaşalık ve ızdırap kaynağı olabilir?

Bu noktada İslâm, düşüncedeki bu bozukluğa ve hayatta fesat çıkarması mümkün olan herşeye kesin bir darbe vuruyor. Bu iddianın asılsız olduğunu ilan ettiği gibi, Allah'ın kimseyi kayırmayan adaletini de ortaya koyuyor:

"Onlara de ki; "O halde O, niçin günahlarınız yüzünden azaba çarptırıyor. Aslında O'nun yarattığı birer insansınız. O, dilediğini affeder, dilediğini azaba çarptırır."

Böylece, inancın kesin gerçeği ilan ediliyor, oğulluk iddiasının asılsız olduğu ve Kitap Ehli'nin de yaratılmış insanlar oldukları ortaya konuyor. Allah'ın adaleti; bağışlama ve azabının katında aynı temele dayandığı ilan ediliyor. Bağışlaması ve azab etmesinin her birinin kendine has sebepleri kabul edilerek bunlar O'nun yüce dileğine (oğulluk veya şahsi ilişkiye değil) dayandırılıyor.

Sadece Allah'ın herşeyin hükümdarı olduğu ve herşeyin kendisine döneceği tekrar ediliyor:

"Yahudiler ve hristiyanlar "Biz Allah'ın evladları ve sevdikleriyiz" dediler. Onlara de ki; "O halde O, niçin günahlarınız yüzünden azaba çarptırıyor. Aslında O'nun yarattığı birer insansınız. O, dilediğini affeder, dilediğini azaba çarptırır. Gökler, yeryüzünün ve ikisi arasında bulunan tüm varlıklar Allah'ın egemenlik tekelindedir. Dönüş O'nadır."

O, teba değil, hükümdardır. Zatı da biriciktir, dilemesi de biriciktir. Her şey kendisine döner.

Bu açıklama, Kitap Ehline yönelik bu sesleniş ile son buluyor; bu sesleniş ise, onların bütün bahanelerini özürlerini ortadan kaldırıyor ve kapalılık, mazeret ve gizlilik bulunmaksızın bir yol ayrımı ile bir akıbetle karşı karşıya bırakıyor.

"Ey Kitap Ehli, ilerde, "Bize bir müjdeci, bir uyarıcı gelmedi" demeyesiniz diye, peygambersiz geçen bir ara dönemin arkasından size gerçekleri açıklayan peygamberimiz geldi. İşte size müjdeleyici, uyarıcı geldi. Allah'ın gücü her şeye yeter."

Bu keskin karşılama ile, bütün Kitap Ehli'ne hiçbir bahane kılınıyor. Bu ümmi peygamberin kendilerine gönderilmediğine dair hiçbir delilleri kalmıyor. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Ey kitap Ehli, size peygamberimiz geldi..."

Onların uzun süre uyarılmadıkları, müjdelenip, korkutulmadıklarına (ve bu yüzden de unutup saptıklarına) dair hiçbir özürleri kalmıyor.

Şimdi onlara müjdeleyici ve korkutucu gelmiştir...

Sonra onlara, Allah için hiçbir şeyin imkansız olmadığı, ümmi bir peygamber göndermesinin engellenemeyeceği bunun yanısıra O'nun, Kitap Ehli'ni yaptıklarından dolayı hesaba çekmeye de muktedir olduğu ifade ediliyor:

"...Allah'ın gücü herşeye yeter."

Kitap Ehli ile olan bu hesaplaşma son buluyor. Daha önce kendilerine peygamberlerinin getirdikleri Allah'ın dosdoğru dininden saptıkları ortaya konuyor. Allah'ın müminlere seçtiği inancın gerçeği açıkça ortaya konuyor. Ümmi peygamber karşısındaki konumlarına ilişkin bahaneleri, asılsız olduğu için reddediliyor ve kıyamet günü ileri sürebilecekleri tüm yolları kapatılıyor.

YAHUDİI,ERİN DÖNEKLİĞİ

Bütün bunlarla, bir yandan hidayete çağrılırken, diğer yandan müslümanlara karşı kurdukları tuzakların etkisi azaltılıyor. Müslüman toplum ile hidayet isteklileri için, sırat-ı müstakime giden yol aydınlatılıyor.

Dersin sonunda, yahudilerin peygamberleri ve Allah'ın vaadettiği kutsal toprakların kapılarını kendilerine açan Hz. Musa'ya karşı konumları, Rableriyle yaptıkları "sözleşme"ye karşı tutumları, onu nasıl bozdukları ve verdikleri sözlerini bozmaları üzerine hak ettikleri cezanın ne olduğu meselesine değiniliyor.

20- Hani Musa kavmine demişti ki, ey kavmim, Allah'ın size verdiği nimetleri hatırlayınız. Hani içinizden peygamberler çıkardı, sizleri hükümdar yaptı, size dünyada hiç kimseye vermediğini verdi.

21- Ey kavmim, Allah'ın sizin için yurt olarak belirlediği kutsal topraklara giriniz, sakın geri dönmeyiniz, yoksa hüsrana uğrayanlardan olursunuz.

22- Dediler ki, "Ya Musa, orada zorba bir kavim var. Onlar oradan çıkmadıkça biz oraya kesinlikle girmeyiz. Eğer çıkarlarsa o zaman oraya gireriz.

23- Allah'tan korkan ve O'nun nimetine ermiş iki kişi dedi ki; "Onların üzerine şehrin kapısından yürüyünüz. Kapıda içeri girince onları yendiniz demektir. Eğer müminseniz sırf Allah'a dayanınız.

24- Dediler ki, "Ey Musa, onlar orada olduğu sürece biz oraya kesinlïkle girmeyiz. Git sen Rabbin ile birlikte savaş, biz burada kalıyoruz.

25- Musa dedi ki; "Ya Rabbi, kendimden ve kardeşimden başka hiç kimseye söz geçiremiyorum. Bizi bu yoldan çıkmış kavimden ayır.

26- Allah dedi ki; "Kırk yıl boyunca orası onlara yasaklandı. Bu süre içinde orada burada şaşkın şaşkın dolaşacaklardır. Yoldan çıkmış bu kavim için sakın üzülme.

Bu ayetler, Kur'an'ın ayrıntılı biçimde açıkladığı yahudilere ait kıssanın bir bölümüdür. Bunun böyle bölümlere ayrılmasının pek çok hikmeti vardır.

Bu hikmetin bir yönü, yahudilerin Medine ve tüm Arap yarımadasında İslâm davetine karşı düşmanlık, tuzak ve savaşta öncü olmalarıdır. İlk günden itibaren müslüman topluma karşı savaş ilan ettiler. Medine'de münafıklığı ve münafıkları himaye ettiler ve hem bu inanç sistemine hem de müslümanlara karşı her vesile ile tuzak kurdular. Müşrikleri vaadlerle müslüman cemaate karşı teşvik ettiler ve onlara karşı ortak komplolar kurdular.

İnanç ve liderlik çevresinde şüphe, tereddüt ve tahrifler oluşturmaya yöneldikleri gibi, müslüman toplumun saflarında harb, hile ve casusluğa da kalkıştılar. Tüm bunları, apaçık ilan edilmiş bir harbte yüzyüze savaşmadan yapıyorlardı. Onların düşmanlıklarının öğrenilebilmesi için, tabiatlarının, tarihlerinin, mücadele yöntemlerinin ve kalkıştıkları hareketlerin gerçeğinin ne olduğunun bilinmesi ve müslüman topluma gösterilmesi gerekiyordu.

Allah, onların geçmişlerinde Allah'ın kılavuzluğuna karşı düşmanlık gösterdikleri gibi, bütün tarihleri boyunca bu ümmete de düşman olacaklarını bilmektedir. Bu gerekçe ile bu ümmete, onların tüm durumları ve her türlü düşmanlık yöntemlerini uygun gördü.

Bu hikmetin diğer bir yönü de yahudilerin, Allah'ın son dini gelmeden önce, başka bir dinin mensupları olmalarıdır. İslâm'dan önceki tarihleri, tarihin uzun bir dönemini kaplamaktadır. İnançlarından sapmalar olmuş, Allah'la yaptıkları "sözleşme"yi pek çok kez bozmuşlardı. Bu sapma ve bu sözde durmamaların etkisi; ahlâk ve geleneklerine yerleştiği gibi, hayatlarına da yansımıştır. Geçmiş bütün peygamberlerin ve ilahî inanç birikiminin varisleri olan müslüman ümmetin; bu kavmin tarihini, bu tarihin dönemlerini, bu yolun kaygan yerlerini ve yahudilerin yaşamlarında ve ahlâklarında somutlaşan tehlikeleri öğrenmesi gerekmektedir. İnanç ve hayat alanındaki bu tecrübeleri de tecrübelerine eklemesi, asırlar boyu süren bu sözleşmelerden faydalanması ve yoldaki tuzaklara düşmemesi, şeytanın müdahalelerine kapılmaması ve inançdaki sapmalara ve sürçmelere kapılmaması için, bu tecrübelerin kılavuzluğuna gerek duymaktadır.

Yahudilerin tecrübeleri uzun dönemler boyunca çeşitli sahneler arz ediyor. Allah, ümmetlerin üzerinden uzun zaman geçtiğinde, kalplerinin katılaştığını ve nesillerin saptığını, müslüman ümmetin de tarihlerinin kıyamete dek süreceğini ve yahudilerin hayatlarında örnekleri olan dönemlerin müslümanların başına da gelebileceğini bilmektedir. Bu yüzden bu ümmetin nesiller boyu gelecek, imamlarının, önderlerinin ve davetçilerinin önüne diğer milletlerin başına gelen akıbetlerden örnekler koymakta ve teşhis ettikten sonra problemlerini nasıl çözeceklerini bunlardan öğrenmelerini sağlamaktadır. Şöyle ki, hidayet ve doğruluğa baş kaldırmak isteyen kalplerin en şiddetlisi, doğruyu bilipte ondan sapan kalptir. Hem bu gerçekten habersiz kalpler, daveti kabule daha yakındır. Çünkü bu kalpler, kendilerini coşturan yeni bir davetle karşılaştıklarında, üzerinde ciddiyetle dururlar ve fıtratlarına seslenen bu yeni davete hemen kulak verirler. Kendilerine daha önce de seslenilmiş kalpler ise, ikinci seslenişi ciddiye almazlar, onunla sarsılmazlar, büyüklük ve önemini hissetmezler. Bu yüzden daha fazla gayrete ve uzun boylu sabıra gerek vardır. Allah'ın yahudilerin kıssalarını böylesine uzun açıklamasında ve dine inanan varisleri, tüm insanların önderleri olan müslüman ümmete uzun boylu sunmasında pek çok hikmetli yönler vardır. Burada, bu kısa değinilerin ötesinde, daha fazlasını gösteremeyeceğimiz pek çok yönleri vardır. Bu sûrede, bu derste, bahsettiğimiz bu meseleye tekrar dönelim.

"Ey kavmim, Allah'ın sizin için yurt. olarak belirlediği kutsal topraklara giriniz, sakın geri dönmeyiniz, yoksa hüsrana uğrayanlardan olursunuz."

Hz. Musa'nın bu sözlerine göz attığımızda, Hz. Musa'nın kavminin tereddütleri ve geri dönmeleri karşısındaki şefkatini anlarız. Daha önce uzun yol boyunca pek çok yerde onları denedi: Mısır'dan çıkarıldıklarında, ezilmişlik ve perişanlıktan hürriyete kavuştuklarında, Allah'ın adı ve otoritesiyle nehir onlar için yarıldığında ve Firavun ve ordusunu boğduğunda onları denemişti. Onlar, putlarının çevresinde toplanmış bir topluluğa rastlayınca, "Ey Musa, onların ilahları gibi bize de bir ilah yap" dediler. Musa, Allah ile sözleşmesi gereği onları bir süre yalnız bıraktığında ise, Samiri, Mısırlı kadınlardan çaldıkları altınlardan böğüren bir buzağı yaptı. Sonra, onun çevresinde toplandıklarında, "Hz. Musa'nın buluşmaya gittiği ilah budur", iddiasını ileri sürdüler.

Hz. Musa onları sahranın ortasında kayayı yararak kendilerine su çıkardığında ve üzerlerine iştah açıcı bir yiyecek olarak kudret helvası ile bıldırcın yağdırdığında da denemişti. Onlar ise aşağılandıkları ülke Mısır'ın alışkın oldukları yiyeceklerini arzu etmişler; baklasını, kabağını, sarımsağını, mercimeğini ve soğanını istemişler ve kendileri şaşkın halde yollarını kaybetmişken Hz. Musa'nın yönelttiği yüce hedef, üstünlük ve kurtuluş yolunda yaşamaya ve ulaştıkları yiyeceklerden ayrılmaya dayanamamışlardı!

Hz. Musa onları, kesmekle emr olundukları inek olayında da denemişti. Onlar, Allah'ın emri karşısında duraksadılar ve boyun eğip emri yerine getirmekte tereddüt ettiler.

"İneği kestiler, ama nerede ise, kesemeyeceklerdi!"

Hz. Musa, Allah ile buluşmasından sonra, içinde Allah ile yaptıkları sözleşme ve anlaşmanın yer aldığı levhalar ile döndüğünde de onları denemişti. Tüm bu lütuflara ve bütün hatalarının bağışlanmasına rağmen sözleşmeyi kabulden ve Allah ile anlaşmaktan kaçındılar. Büyük bir kayayı, "Sanki üzerlerine düşecekmiş sandıkları" şekilde başları üzerinde sallanır bulunana kadar "söz" vermediler.

Hz. Musa onları uzun yol boyunca pek çok yerde denemişti. İşte, mukaddes toprakların kapılarda yahudilerle olan durumu... Uğrunda Mısır'dan çıktıkları vaad edilmiş topraklar... Allah'ın orada hakimiyet kurmalarını vaadettiği ve Allah'ın gözetiminde ve önderliği altında yaşamaları için orada aralarından peygamberler gönderdiği topraklar...

Hz. Musa Yahudileri denedi ve onlara şefkatli davranmaktan başka çıkar yol görmedi. Onları son bir kez daha çağırdı. Bu çağrı, en parlak hatırlatmaları, en büyük müjdelemeleri en güzel yüreklendirmeleri ve en şiddetli sakındırmaları içermekte idi:

"Hani Musa kavmine demişti ki, ey kavmim, Allah'ın size verdiği nimetleri hatırlayınız. Hani içinizden peygamberler çıkardı, sizleri hükümdar yaptı, size dünyada hiç kimseye vermediğini verdi."

"Ey kavmim, Allah'ın sizin için yurt olarak belirlediği kutsal topraklara giriniz, sakın geri dönmeyiniz, yoksa hüsrana uğrayanlardan olursunuz." Allah'ın nimeti ve aralarından peygamberler göndereceği ve onları hükümdar yapacağı şeklindeki vaadi gerçektir. Onlara verdiği bu nimet ve vaadi yeryüzünde şu ana değin hiçbir kimseye vermemiştir. Girmeye çağırıldıkları kutsal topraklar, Allah'ın vaadi ile kendilerine verilmiştir. Bu kesindir. Allah'ın vaadinde nasıl durduğunu daha önce görmüşlerdi. İşte şu vaade dilen yere ayak basmak zordur.

Gerisin geriye dönmeleri ise, açık bir hüsrandır.

Fakat yahudiler... Şu yahudiler... Korkak, sahtekar dönek ve sözde durmaz yahudiler.

"Dediler ki, "Ya Musa, orada zorba bir kavim var. Onlar oradan çıkmadıkça biz oraya kesinlikle girmeyiz. Eğer çıkarlarsa o zaman oraya gireriz.'

Yahudinin cahiliyeti, burada gerçek şekliyle beliriyor ve apaçık ortaya çıkıyor. Nezaketle karışık bir inceliğin arkasına saklanmış olsa bile... Çünkü onlar bir tehlike ile karşı karşıyalar. Şu anda onlarda, incelikten de bir eser kalmamıştır. Bu durumda ne cesaretlendirmeye kalkışmanın, ne de teşvik etmenin bir anlamı kalmamıştır. Çünkü tehlike, çok yakındır. Bu yüzden bu topraklara sahip olmalarına dair, Allah'ın onlara verdiği söz bile onları kurtaramaz. Allah, bu toprakları onlara yazmıştı. Ama onlar ucuz ve değersiz ve emeksiz bir zafer kazanmayı umuyorlardı, üzerlerine bıldırcın ve kudret yağıyormuş gibi bir zafer!

"Orada zorba bir kavim var... Onlar oradan çıkmadıkça, biz oraya kesinlikle girmeyiz. Eğer çıkarlarsa o zaman oraya gireriz.

Fakat zafere ulaşma yolunda katlanacak zorluklar; kalpleri imandan yoksun yahudilerin sanıldığı gibi az değildi.

"Allah'tan korkan ve O'nun nimetine ermiş iki kişi dedi ki; "Onların üzerine şehrin kapısından yürüyünüz. Kapıdan içeri girince onları yendiniz demektir. Eğer mümin iseniz sırf Allah'a dayanınız."

Burada, Allah'a iman ve O'ndan korkmanın değeri karşımıza çıkmaktadır. Bu, Allah'tan korkan iki adamın kalplerinde taşıdıkları Allah korkusu; zorbaları küçümsemelerini sağlıyordu. Muhtemel tüm tehlikeler karşısında bile cesaretle doluydular. Bu iki adamın sözleri, zorluk anlarında imanın önemine insanlardan korkulan yerlerde Allah korkusunun değerine tanıklık etmektedir. Yüce Allah, bir gönülde iki korkuyu, "Allah'tan korkma ile insanlardan korkmayı" birleştirmez. Allah'tan korkan kimse, O'ndan başka hiç kimseden hiçbir şeyden korkmaz.

" ..Onların üzerine şehrin kapısından yürüyünüz. Kapıdan içeri girince, onları yendiniz demektir."

Gönüller savaşlarla ilgili ilmin ortaya koyduğu bir kuraldır bu. İleri atılın ve (hiç bir şeye aldırmayın)... Kavmin yurtlarının merkezine girdiğiniz zaman, kalplerin sizin gönüllerinizin sağlamlığı nisbetinde sarsılır, bozguncu ruhlarında duyarlar. Artık onlara karşı zaferin kesinleşti demektir.

"... Eğer mümin iseniz, sırf Allah'a dayanınız."

Mümin, yalnızca Allah'a dayanır. Bu, imanın karakteristiğidir. Bu, imanın zorunlu neticesidir.

Fakat bu iki adam bu sözü kime söylüyorlar? Yahudilere mi?

"Dediler ki; Ey Musa, onlar orada olduğu sürece biz oraya kesinlikle girmeyiz. Git sen, Rabbin ile birlikte savaş, biz burada kalıyoruz."

Böylece korkaklar belirlendi. Utanmıyorlardı. Önlerindeki tehlikeden korktular ve merkepler gibi ayak direterek, bir adım bile ilerlemediler. Korkaklık ve utanmazlık birbirine zıt ve yek diğerinden uzak hasletler değildir. Aksine bunlar, ikiz kardeştirlerdir. Korkak bir göreve kalkışır! Yüreğini korku bürür. Görevini bırakıp, gider ve bu göreve sayıp döker. İstemediği halde omuzlarına yüklenen davaya karşı da küstahca bir tavır takınır.

"... Git sen Rabbin ile birlikte savaş, biz burada kalıyoruz."

İşte böyledir acizin küstahlığı... Dil küstahlığı, ona dille sataşmadan başka bir yükümlülük getirmez. Fakat görevi yerine getirmeye kalkışmak, aynı zamanda dili tutmayı da gerektirir.

"Git sen Rabbin ile birlikte..."

Allah, ilâhlığı gereği olarak, onları savaşla yükümlü kıldığı zaman, onların Rabbi değilmiş gibi davranıyorlar.

"... Biz burada kalıyoruz."

Biz ne hükümranlık istiyoruz ne şeref ne de vaad edilmiş toprakları istiyoruz. Çünkü bunların ucunda zorbalarla karşılaşma var.

Bu Hz. Musa'nın yolculuğunun sonu. Büyük gayretlerinin uzun seferinin ve yahidilerden gördüğü kötülükten sapıklıklara ve dönekliklere karşı gösterdiği sabrın sonu! Evet, işte onlarla kapısına kadar geldiği halde, mukaddes topraklardan geri dönmek ve Allah'ın yahudiler ile yaptığı anlaşmasını bozmak. Bu kadar dolaşıp durmalarını sonunda elde ettiği netice.. Hz. Musa ne yapacak, kime dert yanacak?

"Musa dedi ki; "Ya Rabbi, kendimden ve kardeşimden başka hiç kimseye söz geçiremiyorum. Bizi bu yoldan çıkmış kavimden ayır."

Elem dolu, sığınma ve teslimiyet dolu bir dua. Bunların yanısıra yahudilerle ilişki kesme, azim ve kararlılık içeren bir dua!

O, kendisi ve kardeşi dışında kimseye söz geçiremediğini Allah'ın da biliyor olduğunu bilmektedir. Fakat Musa da bir insandır ve çaresiz bir insanın zaafı içerisindedir. Allah ile konuşabilen bir peygamberin imanı ve dosdoğru bir müminin azmine sahipken Allah'tan başka yönelecek bir mercii bulamamaktadır. Fısıltı ve yakarışla Allah'a şikayette bulunuyor, kendisiyle yoldan çıkmış kavmin arasının tamamen ayrılmasını istiyor. Artık Allah'ın sağlam anlaşmasını bozduktan sonra onlarla hiçbir ilişkisi kalmamıştır. Hz. Musa'yı yahudilere ne soy bağlayabilir ne tarih ortaklığı, ne de geçmiş çabası. Onu yahudilere sadece Allah'a davet ve Allah ile anlaşma bağı bağlamaktadır. Yahudiler bu bağı koparınca Hz. Musa ile aralarına derin bir uçurum girdi. Yahudilerle ilişkisini sağlayan hiç bir bağ kalmadı. Çünkü yahudiler yoldan çıkmışlardı. Hz. Musa, Allah'ın anlaşmasına dosdoğru uymuş, yahudiler yan çizmiş iken, Hz. Musa Allah'ın sözleşmesine sımsıkı sarıldı.

İşte bu peygamber ahlâkıdır. Bu, mümin çizgisidir. Bu, müminlerin ayrılma ve birleşme kararlarına gerekçe olan bir bağdır. Artık ne cinsiyet, ne ırk, ne millet, ne dil, ne tarih ne de yöre bağlarından herhangi biri, inanç bağı koptuğunda, sistem ve yöntemler değiştiğinde bu bağın yerini tutabilir. Allah peygamberinin davasını kabul etti ve sapıklar aleyhine adil bir ceza hükmetti.

"Allah dedi ki; "Kırk yıl boyunca orası onlara yasaklandı. Bu süre içinde orada-burada şaşkın şaşkın dolaşacaklardır. Yoldan çıkmış bu kavim için sakın üzülme."

Böylece Allah onları, -mukaddes toprakların kapılarına geldikleri halde çöle saldı ve onları vaadettiği topraklardan yasakladı. Tercihine göre Allah orayı bu nesile yasakladı. Böylece yeni bir nesil türesin, bu nesilden farklı bir nesil oluşsun bu durumdan dersler çıkaran ve çölün sert ve sıcak havasından zorluğa alışmış olarak yetişen bir nesil..

Mısırda aşağılık, kölelik ve zulüm altında bozulmuş bu nesilden farklı olan ve bu yüce görevi yerine getirmekten caymayacak bir nesil. Aşağılanma, kölelik ve zulüm hem kişilerin, hem de milletlerin fıtratını yozlaştırır.

Ayetlerin akışı onları çölün perişanlığı içerisinde bırakıyor ve sözü burada kesiyor. Edebi güzellikleri, mükemmel ibretleri içeren bu sahne Kur'an'ın ifade üslubuna uygundur.

Müslümanlar -Allah'ın kendilerine anlattığı kıssalardan- gerekli dersleri çıkarmışlar ve Bedir savaşında Kureyş ordusu karşısında az olmalarına rağmen zor olanı tercih ederek peygamberlerine şöyle demişler:

"Şu halde "Ey peygamber, biz sana yahudilerin peygamberlerine söylediği gibi, "Git sen, Rabbin ile birlikte savaş, biz burada kalıyoruz" demiyoruz. Fakat git sen, Rabbin ile savaş biz de seninle birlikte savaşacağız" diyoruz.

İşte bunlar, Kur'an'ın genelde kıssalar ile terbiye metodunun kimi sonuçları ve Allah'ın yahudilerin kıssasını ayrıntılı olarak anlatmadaki kimi hikmetleridir.

Önümüzdeki ders, insanların hayatında temelli yere sahip bazı şer'i hükümleri açıklamaya başlıyor. Bunlar, Allah'ın sistemine ve kanunlarına göre hükmedilen müslüman toplumda kişinin ve hayatın korunmasına, düzeninin himayesine, Allah'ın kanunları gölgesindeki kamu düzenine ve onu Allah'ın emriyle yürütmeye çalışan otoriteye ve İslâm şeriatı ve kanunları altında yaşayan müslüman topluma karşı yapılan ayaklanmaların önlenmesine, yanısıra toplumsal nizamın tamamen Âllah'ın kanunlarına uygun olarak yürütüldüğü bu toplumdaki herhangi bir kişinin malının ve mülkiyetinin dokunulmazlığına dair hükümlerdir.

Bu ders, toplum hayatındaki bu temel işlere ilişkin bu hükümleri incelemeye geçiyor. Suçun tabiatı ve insan ruhunda meydana getiren sebepleri ortaya koyan, yanısıra suçun çirkinliği ve bozgunculuğu, ona karşı ona karşı durmanın gerekliliği, suçluların cezalandırılmasının ve nefsi suç işlemeye yücelten sebeplere karşı direnmenin zorunluluğunu açıklayan "Adem'in iki oğlu" ile ilgili kıssaya ilişkin bu hükümler ile giriliyor.

Kıssa ve içerdiği öğütler, Kur'an ayetlerinin akışı içerisinde, onu izleyen diğer hükümlerle kuvvetli bir şekilde kaynaştırılıyor.

Ayetlerin sıralamasını düşünen okuyucu, bu kıssanın buradaki fonksiyonunu, ruhuna işleyen ve yerleşen ikna edici öğütlerin derinliğini, gönlünde ve aklında, hisseder. Allah'ın hükümleri ile hükmedilen ve sistemin uygulandığı İslâm toplumunda, cana, hayata ve toplum düzenine yönelik tecavüzlerin mala ve ferdi mülkiyete yönelen saldırıların, oluşturduğu suçlara getirdiği şiddetli hükümleri kabullenecek bir kabiliyetin oluştuğunu far keder. İslâm toplumu, her yönüyle hayatı Allah'ın sistemine ve hukukuna göre düzenler. Bütün işlerini ve ilişkilerini bu sistemin temellerine ve bu hukukun kanunlarına göre tanzim eder... Bu yüzden, her toplumda olduğu gibi ve her ferde de adaleti, güvenliği istikrarı ve huzuru her yönüyle sağlamayı üstlenir. Baskı ve eziyetlerin tüm çeşitlerini korku ve anarşinin bütün sebeplerini zulüm ve düşmanlığın bütün yollarını, yokluk ve güçlüklerin bütün etkilerini, ondan uzaklaştırır. Böylece -erdemli, adaletli, dengeli ve sorumluluk taşıyan bu toplumun bir benzerinde cana, hayata ve kamu düzenine, ferdi mülkiyete yönelik saldırılar kabul edilemez ve genel özelliğiyle hiçbir hafifletici sebep tanımaz.

Bu durum sorunsuz insanlara normal olmak yolunda uygun şartlar sunduğu ve hem ferd, hem de toplum hayatında suça yönelten tüm sebepleri ortadan kaldırdıktan sonra, İslâm'ın suç ve suçlulara yönelik sertliğini anlaşılır kılmaktadır. Tüm bunların yanında, İslâm nizamı, bir de iyi bir kavuşturma ve sağlıklı bir hüküm için, kural tanıma suçlulara bütün garantileri sağlamayı üstleniyor ve en ufak bir şüphe sebebiyle hadleri uygulamaktan vazgeçer. Yanısıra, suçluya dünya da bazı hallerde, ahirette ise her suçun bağışlanmasına yarayan tevbe kapısını sonuna kadar açıyor. Yukarıdaki hükümleri içeren bu derste, bahsettiğimiz tüm bu durumlar için birer örnek göreceğiz:

Fakat ayetlerin akışıyla birlikte konuyu ve içerdiği bu hükümleri ele almadan önce bu hükümlerin uygulanacağı ortamdan ve yürütme gücü sağlayan şartlardan genel olarak söz etmemiz gerekmektedir.

Bu derste sözü geçen gerek cana karşı, yapılan saldırılar ve gerekse kamu düzenine ve mala yönelik saldırılara ilişkin hükümlerin durumu da şeriatın koyduğu, kısas ve ta'zir gibi diğer hükümler ile aynıdır. Hepsi de, sadece "daru'l İslâm"da kurulan "İslam toplumu"nda yürütme gücü ile uygulanabilirler. Bu yüzden şeriatın "daru'l-İslâm" kavramı ile neyi amaçladığını açıklamamız gerekmektedir. Bütün dünya İslâm nizamına ve müslümanların değer yargılarına göre sadece iki kısma ayrılmaktadır:

1- İslam yurdu (dar'ul-İslâm):

İslâm kanunlarının uygulandığı ve İslâm hukukuna göre hüküm verilen bütün toplumları kapsamaktadır. İdarecileri İslâm kanunlarını uygular ve İslâm hukukuna göre hüküm verirlerse, halkının tamamının müslüman olması veya hem müslüman hem de gayri müslimlerden (zımmî) olması ya da tamamının zımmî olması durumlar aynıdır. Halkı tamamen müslüman veya hem müslüman hem de zımmîlerden oluşmakta olan bir beldeyi savaşla ele geçirmişler ve bununla birlikte aralarında İslâm hukukuna göre hükmediyor ve İslâm kanunlarını uyguluyorlarsa, hüküm yine aynıdır. Bir beldenin, "Dar'ul-İslâm" olabilmesi için değerlendirmelerin temel ekseninde, orada, İslâm kanunlarının uygulanması ve yasamanın. İslâm şeriatına göre yapılması yer almaktadır.

2- "Dar'ul-Harb" (Savaş Yurdu): İslâm kanunlarının uygulanmadığı ve İslâm hukukuna göre hüküm verilmeyen bütün beldeleri kapsamaktadır. Halkı ne olursa olsun, ister müslüman oldukları ister ehli kitap oldukları ya da kafir olduklarını söylesinler fark etmez. Bir beldenin "Savaş Yurdu" olabilmesi için değerlendirmelerin temel ekseninde, orada İslâm kanunlarının uygulanmaması ve yasamanın İslâm hukukuna göre yapılmaması yer almaktadır. Böyle bir belde gerek müslüman gerekse İslâm toplumu açısından "Savaş Yurdu" sayılır. Tüm bu tanımlamalara göre İslâm toplumu "İslâm Yurdu"nda yaşayan bir toplumdur. Bu toplum Allah'ın sistemine göre düzenlemiştir ve O'nun hukuku uygulanmaktadır. Bu toplumda canlar, mallar ve kamu düzeni korunmayı haketmiştir. Can ve mallara saldıranlara, İslâm hukukunda haklarında hüküm bulunan bu derste ve diğer bölümlerde bahsedilen cezaların uygulanması gerekmektedir. Çünkü bu toplum, gerek güçlüler, gerekse güçsüzler için çalışma güvenliği ile can güvenliğini garanti eden yüce, erdemli, bağımsız ve adil bir toplumdur. Ayrıca -her yönüyle- iyiliğe özendiren etkenleri bol olarak barındırma, kötülüğe teşvik eden etkenleri ise en aza indiren bir toplumdur. Şu halde, bu toplumda yaşayan her bireyin bu sistemin kendisine sağladığı bu bol nimetleri muhafazası, bütün diğer bireylerin de haklarını can, mal, namus ve ahlâklarını gözetmesi tüm hakları garanti altına alınmış olarak güven, huzur ve refah içerisinde yaşadıkları "İslâm Yurdu"nun selametini koruması hakkıdır. Çünkü bu toplum, onun lehine olarak tüm insanî değerleri ve bütün sosyal hakları kabul etmekte bu değerleri ve hakları korumayı da üstlenmektedir. Tüm bunlardan sonra, bu İslâm yurdundaki düzene karşı ayaklanan kimseler, en şiddetli cezaya çarptırılmayı hakeden asi ve günahkar saldırganlardır. Buna rağmen İslâm , bu saldırganlara, bile zan yüzünden ceza vermeyerek ve şüpheler sebebiyle hadleri kaldırarak her türlü garantiyi sağlamıştır. "Daru'l-Harb"e gelince... Tanımı yukarıdaki şekildedir. Ne oranın, ne de halkının İslâm şeriatının cezalarını uygulayarak esenliğinden faydalanmaya hakları yoktur. Çünkü onlar, öncelikle İslâm şeriatını uygulamıyorlar ve İslâm'ın hakimiyetini tanımıyorlar. Onlar, Dar'ul-İslâm'da yaşayan ve hayatlarında İslâm şeriatını uygulayan müslümanlara oranla, güvenlik altında değillerdir. Canları ve malları İslâm'a göre -müslümanlarla anlaşmaları, Dar'ul-İslâm ile aralarında sözleşme bulunması durumu dışında- dokunulmaz değildir. Bu anlaşmazlıkların yanısıra İslâm hukuku dar'ul-harp'ten gelip eman ahdi ile dar'ul İslâm'a giren her ferdine bu eman süresince ve müslüman devlet başkanının otoritesi dahilindeki "daru'l İslâm" sınırları içerisinde yukardaki garantileri vermektedir.

27- Ey Muhammed, onlara Adem'in iki oğlunun gerçeğe dayalı hikayesini anlat. Hani ikisi birer kurban sunmuşlardı da birinin kurbanı kabul edilmiş öbürününki kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen kardeşine "yemin ederim ki seni öldüreceğim" deyince öbür kardeş şöyle dedi; "Allah sadece takva sahiplerinin ibadetlerini kabul eder.

28- Eğer sen öldürmek amacı ile elini bana doğru uzatacak olursan ben öldürmek amacı ile elimi sana doğru uzatacak değilim. Çünkü ben alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım.

29- İstiyorum ki,hem kendi günahını hem de benim günahımı yüklenerek cehennemliklerden olasın. Zalimlerin cezası budur.

30- Buna rağmen öbür kardeş ihtiraslarına boyun eğerek kardeşini öldürdü ve böylece hüsrana uğrayanlardan oldu.

31- Bunun üzerine Allah, kardeşinin ölüsünü nasıl gözlerden saklayacağını göstermek üzere ona toprağı eşeleyen bir karga gönderdi. "Kardeş katili, eşinen kargayı görünce "Yazık bana, şu karga kadar olup kardeşimin cesedini gömemiyor muyum?" dedi ve arkasından ettiğine pişman olanlardan oldu. "

Bu kıssa düşmanlık ve kötülüğün fıtratını ve yardım bekleyen düşmanın durumunu örnek olarak bize bildiriyor. Çünkü iyilik ve hoşgörü fıtratın ve gönülden dostluğun en güzel örneğidir. Şu bir gerçek ki bunlar daima yüz yüzedir. İyi veya kötü kendi yapısına uygun davranışta bulunurlar. Suç tiksindiricidir, kötü insan tarafından ilgi uyandırır. Yardım isteyen insanın çığlıkları diğer insanların vicdanlarında büyük çapta etkili ve tesirli olur. Şuur adil bir kısası emreden kanunun varlığına büyük ihtiyaç duyar. Bundan dolayı kötü insan bu yaptırımdan dolayı suçu işlemeye korkar. Buna rağmen suçu işlerse, işlediği suç oranında cezaya çarptırılır. İyi insan daima masumdur ve yaşaması gerekir. Adil bir nizamın gölgesi altında huzur içinde korunması gerekir.

Hz. Adem (selâm üzerine olsun) oğullarının kıssası ne zamanla ne mekanla ne de o iki insanla sınırlıdır. Bu örnek hakkında birçok rivayetler vardır. Fakat biz ayet-i kerimenin bildirdiği sınırlar çerçevesinde kalmayı benimsiyoruz. Çünkü ileri sürülen tüm rivayetler şüphelidir. Kıssa Tevrat'ta geçmektedir ve isimleri, zamanı, mekanı sabittir. Sahih hadislerde ise fazla bilgi verilmemiştir. İbn-i Mesut Resulullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Zulme uğrayıp bir insan öldürülürse, onun kanında Adem'in.-ilk oğluna bir pay düşmemesi imkansızdır. Çünkü adam öldürmeyi ilk icad eden odur."

Bu hususta söyleyebileceğimiz yegane söz şudur: Bu olay insanlığın ilk çağında meydana gelmiştir ve kasten adam öldürmenin ilk örneğidir. Katil cesetlerin nasıl gömüleceğini bile bilmiyordu. Kapsamlı öğütlere, yer verilmiş, fakat bu temel hedeflere fazla bir şey ilan edilmemiştir... Bu yüzden, bu genel ayet karşısında duruyor ve onu ne özelleştiriyor ne de fazla izaha kalkışıyoruz..

"Ey Muhammed onlara Adem'in iki oğlunun gerçeğe dayalı hikayesini anlat. Hani ikisi birer kurban sunmuşlardı da birinin kurbanı kabul edilmiş, öbürünün ki kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen kardeşine, "Yemin ederim ki, seni öldüreceğim" deyince öbür kardeşi şöyle dedi: "Allah sadece takva sahiplerinin ibadetini kabul eder."

Yahudilerin Hz. Musa ile başlarından geçen kıssayı okuduktan sonra, insanlığa birer numune olan şu iki kişinin hikayesini anlat; Onlara gerçeği anlat. Bu hikayenin, rivayeti gerçek ve doğrudur. O insan fıtratını gerçek şekliyle bildirmekte ve caydırıcı adil şeriatın zorunluluğunu doğru bir şekilde ortaya koymaktadır. Adem'in bu iki oğlu, temiz bir ruhun saldırganlık hissine kapılmak için bahane bulamayacağı bir konumdalar. Çünkü onlar, Allah'ın huzurunda itaat etmek ve kendisiyle Allah'a yaklaşacakları kurban sunmak üzereler:

"Hani ikisi birer kurban sunmuştu.."

"Birinin kurbanı kabul edilmiş öbürününki kabul edilmemişti."

Ayetteki fiil, kabul edilme ve edilmeme işinin gizli bir kuvvete dayandığı ve gizli bir şekilde olduğuna işaret etmek için edilgen çatı kurmuştur. Bu sorgu ile bize iki durum hatırlatılıyor:

1- Bu kabul edişin nasıl olduğundan bahsetmememiz ve Tevrat'ın hikayelerinden alındığı görüşünde olduğumuz, rivayetlere tefsir kitaplarının daldığı gibi dalmamamız hatırlatılıyor.

2- Kurbanı kabul edilenin, kin duyulmasını gerektiren ve öldürülmesine gerekçe olacak bir suçu olmadığı hatırlatılıyor. Çünkü kurban kabulünde, onun bir rolü yok. Onu ancak meçhul bir kuvvet, bilinmeyen bir şekilde kabul etmiş ve olay her ikisinin de kavrayış alanı ve iradesi dışında gerçekleşmiştir. Burada bir kardeşin kardeşini öldürmesi ve kişinin ruhunda adam öldürecek derecede kin oluşması için hiçbir neden yoktur. Öldürme fikri bu noktada... İbadet ve Allah'a yakınlık noktasında, kardeşinin iradesinin hiçbir müdahalede bulunmadığı gizli-meçhul bir kudret karşısında böylesi bir sahada dosdoğru birinin düşünebileceği en uzak şeydir.

"... Yemin ederim seni öldüreceğim.." dedi.

Böylece -kararlılığını gösteren- bu sözler, nefreti körükleyen bir davranışı ortaya çıkarıyor. Çünkü bu sözler, yere söylenmiştir. Yalnız şu ne pis ve inkarcı duygu, kör bir kıskançlık duygusu. Onun hiçbir vicdanda yeri yoktur. Böylece sözün akışı henüz tamamlanmadığı halde, ayetin sayesinde, kendimizi daha ilk andan itibaren bir saldırganlığın karşısında buluyoruz. Fakat sözün akışı, ikinci bir örnek olan diğer kardeşin cevabını, duasını ve temiz kalbini tasvir ederek saldırganlığı daha bir iğrenç ve daha bir korkunç hale sokarak devam ediyor.

" ..Öbür kardeşi şöyle dedi: Allah sadece takva sahiplerinin ibadetini kabul eder."

Böylece, bu adağın kabulünün sebeplerini anlayabilecek bir iman ve bağışlanma ortamında ve saldırıya kalkışan kardeşini Allah'tan korkmaya ve ibadetlerini kalbe götüren yola girmeye teşvik eden direktifler arasında işin aslı ortaya konuyor. Üstelik ayet bunları ince bir sanatla ve kulakları tırmalayan bir sesleniş ile ifade ediyor:

"Bunun üzerine Allah, kardeşinin ölüsünü nasıl gözlerden saklayacağını göstermek üzere ona toprağı eşeleyen bir karga gönderdi. Kardeş katili, eşinen kargayı görünce `Yazık bana, şu karga kadar olup kardeşimin cesedini gömemiyor muyum?" dedi ve arkasından ettiğine pişman olanlardan oldu."

Sonra imanlı, takva sahibi müslüman kardeş, kötü kardeşinin ruhundaki kini ve kötü niyetleri yumuşatıp gidermeye çalışıyor:

"..Eğer sen öldürmek amacı ile elini bana doğru uzatacak olursan ben öldürmek amacı ile elimi sana doğru uzatacak değilim. çünkü ben alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım."

İnsanın vicdanını etkileyen çok güç bir durumda bile saldırının karşısında saldırıya uğrayanın yiğitliği, saldırganın korkutması karşısında şaşılacak şekilde güven ve huzur içinde olması, kalbinin sadece alemlerin Rabbi Allah'tan korkup sakınması... İşte tüm bunlar, huzur, güven ve takva örneğinin vasıfları olarak tasvir ediliyor..

Bu pek yumuşak sözler, kinleri dağıtmakta, kıskançlığı kaldırmakta, kötülüğe direnmekte, kabarmış sinirleri teskin etmekte muhatabına kardeşlik bağını, iman neşesine ve takva duyarlılığına yöneltmektedir.

Evet bu sözler yeterli idi. Fakat salih kardeş, yanı sıra korkutup, sakındırmayı da unutmuyor:

"İstiyorum ki, hem kendi günahını hem de benim günahımı yüklenerek cehennemliklerden olasın. Zalimlerin cezası budur."

Sen öldürmek amacı ile elini bana uzattığın zaman, benim de senin yaptığın bu fiili işlemem ne durumuna ne de tabiatına uygundur. Bu fikir -öldürmek fikri- kesinlikle aklına gelmemiş, fikrimi hiçbir şekilde çelmemiştir. Çünkü ben alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım. Yoksa bu cinayeti işleyemem. Ben seni, Allah'ın kurbanını kabul etmemesine sebep olan günahına ek olarak beni öldürme günahını da yüklenmiş halde bırakıyorum. Böylece günahın da azabın da kat kat artar. "Zalimlerin cezası budur..."

Buna rağmen müslüman kardeş kendine karşı aklına gelen bu fikirden utanç duyması ve yeltendiği şeyden vazgeçmesi için, cinayet suçunu işlemeye kalkışan kardeşine acıyor.

Nefret etmesi için bu günahını ona gösteriyor ve alemlerin Rabbi Allah korkusuyla katmerli günahtan kurtulmasını göstermeye çalışıyor. Böylece bir insanın kalbini kötülükten çevirip, engelleyebilmek için harcanacak bütün çabayı sarf ediyor. "Buna rağmen öbür kardeş ihtiraslarına boyun eğerek kardeşini öldürdü ve böylece hüsrana uğrayanlardan oldu."

Fakat kötü kardeş -onun nasıl bir tepki gösterdiğini öğrenmemizi de sağlayacak şekilde- kötü örnekliğinin tablosunu tamamlıyor.

Tüm bunlardan sonra... Bu hatırlatma, nasihat, barışma teklifleri ve sakındırmalardan sonra... Tüm bunlardan sonra bile, bu kötü nefis saldırdı ve suçu işledi, işledi ve nefsi onu bütün neticeleri ile rezil etti. Bütün engelleri aşmasını teşvik etti.. Cinayeti kendisine güzel gösterip onu özendirdi. Kimi öldürdü? Kardeşini öldürdü... Ve cezayı hakketti..

"... Ve hüsrana uğrayanlardan oldu."

Hüsrana uğradı ve kendini perişanlık yollarına saldı. Kardeşini kaybetti ve bir yardımcı, bir dosttan oldu. Dünyası perişan oldu. Çünkü katillik hakkı yoktur. ahireti de perişan oldu. Çünkü önceki günahı ve son günahını taşıyarak geçip gitti.

İşlediği suçun cesedi, onu somut bir biçimde hayattan ayrılmış, bozulmaya başlayan bir et ve kemik yığını haline gelmiş ve hiç kimsenin tahammül edemeyeceği şekilde kokmaya başlamış bir ceset olarak gösterildi. Allah'ın takdiri onun kardeşinin cesetini gözlerden saklamaktan acziyeti karşısında saldırgan bir katil olarak kala kalmasını diledi. Kuşların en değersiz sayılan bir karga gibi olamamanın acziyet içerisinde:

Bunun üzerine Allah, kardeşinin ölüsünü nasıl gözlerden saklayacağını göstermek üzere ona toprağı eşeleyen bir karga gönderdi. Kardeş katili, eşinen kargayı görünce "Yazık bana, şu karga kadar olup, kardeşimin cesedini gömemiyor muyum? dedi ve arkasından ettiğine pişman olanlardan oldu."

Kimi rivayetlerde: "Karga, başka bir kargayı öldürdü, veya bir karga ölüsü buldu ya da bir karga ölüsü getirdi. Yere bir çukur açtı. Sonra kargayı oraya gömdü. Bunun üzerine katil yukarıdaki sözü söyledi ve kargadan gördüklerinin aynısını yaptı" denilmektedir.

Açıktır ki, katil daha önce bir cesedin gömülüşünü görmemişti. Görseydi bunu yapabilirdi. Bu cesedin yeryüzünde Adem oğullarından ölen ilk kişi olması veya bu katilin daha önce bir ölünün gömülmesini hiç görmemesi şeklinde iki ihtimalin birinden kaynaklanmaktadır. Açıktır ki, katilin pişmanlığı tevbe pişmanlığı değildir. Öyle olsaydı Allah tevbesini kabul ederdi. Pişmanlığı ancak işlediği cinayetin gerekçesiz oluşundan ve karşılaşacağı eziyet, yorgunluk ve üzüntüden kaynaklanmaktaydı. Karganın kendi cinsi kargayı gömmesine gelince... Kimi bunun kargalar arasında bir adet olduğunu kimi de Allah'ın icra ettiği fevkalade bir olay olduğunu söylemiştir. Her iki şekilde de durum değişmez. Canlılara tabiatlarını veren Allah, onlara istediğini yaptırabilir. Bu O'nun gücü dahilindedir. Burada ayetlerin dizilişi, ruhlarda yaptığı derinlemesine etkileri bırakarak, bir haberin ardarda nakline geçiyor. Bizde, bu zincirleme içinde olayı nakletmenin ve vicdanlarda bıraktığı izleri birleştirerek duygusal bir gerekçe oluşturuyor. Bu sayede de, kendisini bekleyen kısasın acılarının suçu onu işlediğinden dolayı, suçlunun ruhunda bilinçte, suçun karşılığını bulması ve adilce bir kısasın yapılması için gerekli gördüğü hükümleri duygusal bir ağırlık noktası oluşturmayı amaçlıyor.

32- İşte bu olaydan dolayı İsrailoğullarına şu yazılı direktifî gönderdik. kim öldürülmüş bir insana ya da yeryüzünde çıkarılmış kargaşaya, bozguncuya eyleme karşılık olmaksızın bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir insanı ölümden kurtaran ise bütün insanlara hayat sunmuş gibïdir.

Peygamberlerimiz İsrailoğullarına açık belgeler getirdiler. Fàkat buna rağmen onların çoğu yeryüzünde bozgunculuğa ve kargaşaya çıkarmaya devam ediyorlar.

Bunun için... Bu örnek insanlar arasında bulunduğu için... Şerefli, hayırlı, temiz ne kötülük ne de düşmanlık amaç güden müslümanlara saldırdığı için... Öğüt ve nasihatlerin,cibilliyeti kötülükle damgalanmış kimi insanlara hiçbir etki yapmadığı şeref ve sulhun kötülük, ruhun en derinliklerine işlemiş olduğunda şeref ve barış ortamı teklifi saldırıya engel olmadığı için... Bunun için, bu bir cana kıyma suçunu bütün insanları öldürme suçuna denk olan çok büyük bir suç saydık. Cinayete engel olma ve bir canı ölümden kurtarmayı ise, tüm insanları kurtarmaya denk olan büyük bir iş saydık... Kendilerine şeriat kıldığımız hukukta bunları yahudilere de yönelik (Surede az ilerde gelecek olan derste bu özel emri, geniş olarak incelenecektir) Öldürülmüş bir insan yada yeryüzünde çıkarılmış bir kargaşaya karşılık olmadığı halde bir cana kıymak, bütün insanları öldürmeye denktir. Çünkü her bir can bütün canlar gibidir. Her bir can aynı derecede hayat hakkına sahiptir. Bu canlardan birini öldürmek, hayat hakkının özüne saldırmaktır. Bir cinayete engel olmak ve bu sayede bir hayatına devamını sağlamak da böyledir. Bu durum hayatta iken ona yapılan saldırıyı engellemek veya başka birinin daha öldürülmesini önlemek için bir cana yapılan saldırıyı kısasla cezalandırmak şeklinde bile olsa, tüm canlıların hayatını kurtarmak gibidir. Çünkü o, tüm canlıların ortak olduğu "hayat hakkı"nı koruma altına almalıdır. Bu hükümlerle ilgili olarak yukardaki açıklamamıza bakılırsa, bunların -yalnızca- İslâm yurdunda bulunan müslüman. Zımmî ve eman ehline uygulandığı görülecektir. "Savaş Yurdu"nda bulunanların kanı ise "İslâm yurdun"dakiler ile aralarındaki bir anlaşma yapılmamışsa -mubahtır- malları da böyledir. Bu şer'î kuralı daima akılda tutmamız iyi olacaktır. Onu burada tekrar hatırlatıyoruz: "İslâm yurdu" İslâm hukukunun uygulanan ve bu şeriate göre hüküm verilen bölgedir. "Savaş Yurdu" ise Allah'ın hukuku uygulanmayan ve bu hukuk ile hüküm verilmeyen bölgedir. Allah, bu prensibi yahudilere de yazmıştı. Çünkü onlar -o sırada- kitab ehli idiler. Aralarında değiştirilip bozulmamış Tevrat şeriatını uyguladıkları sürece "İslâm yurdu"nu temsil ediyorlardı. Fakat bu kendilerine peygamberler apaçık deliller getirdikleri halde şeriatlerinin kurallarını çiğnemişlerdi. Peygamberimiz zamanında, aralarından şeriatlarının kurallarını çiğnemeyi sürdürüyorlardı. Kur'an'ın onların gerekçesiz olarak yaptıkları bu aşırılık, tecavüz ve saldırganlıklarını belgeliyor. Yanı sıra, kendilerine peygamberler gelmesini ve şeriatlerini kendilerine açıklamaları sebebiyle Allah'a karşı hiçbir bahanelerinin kalmadığı da belgeleniyor:

Peygamberlerimiz İsrailoğullarına açık belgeler getirdiler. Fakat buna rağmen onların çoğu yeryüzünde bozgunculuğa ve kargaşa çıkarmaya devam ediyorlar.

Allah'ın şeriatını ihmal ederek veya değiştirerek saldırmak ve sınırlarını çiğnemekten daha büyük bir aşırılık düşünülebilirmi? Yukarıdaki ayet de Allah, insan öldürme ile yeryüzünde bozgunculuk yapmayı birlikte anıyor. Her ikisinin de öldürülme (kısas) nedeni olduğunu bunların yaşama hakkını dışında yer aldıklarını ve cana kıymanın kötülüğünü belirtiyor... Böylece, "İslam yurdu"ndaki müslüman toplumu güvencede olur, emniyet içerisinde gelişen kamu düzeni korunur ve güvenlik içerisinde iyilikler yapılmaya devam eder. Tüm bunlar da fertlerin güvenliği gibi gereklidir. Hatta daha zaruridir. Çünkü fertlerin güvenliği ancak bunlarla sağlanabilir. Erdemli örneği korunmasından öte, bu fertlerin toplumda hayırlar işlemesi ve insan hayatının onun gölgesinde gelişip ürünler oluşturması ve o ortamda iyiliğin erdemliliğin gelişme ve verimliliğin filizlerinin oluşması için onu her türlü yerleşik garantilerle donatır. Özellikle bu toplumun tüm insanlarına, hayatın her alanında garantiler verir ve onları hayır tohumlarını yeşertecek ve şer tohumlarını yok edecek bir ortam ile kuşatır. İlaçlar tedavi öncesinde, koruyucu hakimliği uygular. Buna rağmen koruma tedbirleri yetersizse ilâca başvurulur. Normal bir insana, kötülüğe ve saldırıya kalkışması için ne bir gerekçe ne de bir bahane bırakır... Tüm bunlardan sonra, toplumun güvenliğini tehdit eden kişi, doğru yola dönüp, islah olmadığı takdirde yok edilmesi gereken habis bir mikroptur. Şimdi bu habis unsurun akıbeti belirleniyor. Bu ceza İslâm hukukunda "terörist, anarşistin" cezası olarak bilinmektedir.

Hiç yorum yok: