BESMELE

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيمِ

10 Temmuz 2009 Cuma

Maide Suresi-8

KISAS

Allah'ın tüm dinlerindeki bu temel prensibin açıklanmasından sonra, Tevrat'taki şeriattan örnekler sıralanıyor. Ki Allah Tevrat'ı gerek Allah'a teslim olmuş peygamberler, gerekse Allah'a bağlı bilginler ile din adamları -Allah'ın bu kitabının koruyucuları ve doğruluğunun şahitleri sıfatıyla- yahudiler arasında ondaki ayetlere göre hüküm versinler diye indirmişti:

"Tevrat'ta yahudilere yazılı olarak indirdik ki, canın karşılığı can, gözün karşılığı göz, burnun karşılığı burun, kulağın karşılığı kulak, dişin karşılığı diştir ve yaralanmalarda da kârşılıklı (kısas) ilkesi geçerlidir."

Tevrat'ta belirtilen bu hükümler, İslâm şeriatında da aynen muhafaza edilmiştir. Bu hükümler, kıyamete dek tüm insanlığın şeriatı olmak üzere indirilmiş bulunan, müslümanların şeriatının da bir parçası olmuştur. Gerçi bunlar, pratik zorunlulukların gereği olarak sadece "daru'l-İslâm"da uygulanabilir. Zira, "daru'l-İslâm" olmayan yerlerde, bu hükümleri uygulayabilecek bir İslâmî otorite yoktur. Ancak, madem ki İslâm şeriatı Allah'ın iradesiyle her zaman ve tüm insanlar için geçerli olacak bir şeriat olarak indirilmiştir, bu durumda her nerede olursa olsun İslâmî bir yönetim iş başına geldiğinde, söz konusu hükümleri yürürlüğe koymak ve uygulamakla yükümlüdür.

Tevrat'ta da geçen bu hükümlere İslâm, bir hüküm daha ekliyor:

"Kim kısas hakkını bağışlarsa bu, onun günahlarına kefaret olur."

Tevrat'ta bu hüküm yer alınıyordu. Tevrat'taki hükme göre kısas, mutlaka uygulanırdı. Bu konuda ödün vermek, kısas hakkından vazgeçmek ve bu o kişinin günahlarına kefaret olması söz konusu değildi.

Burada, kısas cezalarına bir parça da olsa değinmekte yarar var.

Allah'ın şeriatında kısasla getirilen ilk şey, eşitlik prensibidir. İslâm şeriatında, kanda ve cezada eşitlik prensibi esastır. İnsanların makamları, sınıfları, soyları, ırkları ne olursa olsun, onlar arasında cana canla ve yaralara da karşılıklı ödeşmeyi getirmek, can konusunda tüm insanları eşit kabul etmek, Allah'ın şeriatı dışında hiç bir şeriatta söz konusu değildir.

Allah'ın şeriatında canın karşılığı candır. Gözün karşılığı gözdür. Burnun karşılığı burundur. Kulağın karşılığı kulaktır. Dişin karşılığı diştir. Yaralamalarda da karşılıklılık ilkesi geçerlidir. Bu hükümlerin uygulanmasında insanlar arasında hiçbir ayrım yapılmaz. Kişi hangi ırka, hangi sınıfa mensup olursa olsun, ister yönetici, ister yönetilen olsun, gerektiğinde bu hükümler kendisine uygulanacaktır. Çünkü her insan, Allah tarafından yaratılmıştır ve Allah'ın şeriatı önünde, herkes eşittir.

Allah'ın şeriatında getirilen bu yüce prensip, gerçekten de "insan"ın yeniden doğuşunu muştulamaktadır. Artık, her insan eşittir. Çünkü bu şeriat sayesinde insanlar, birincisi aynı kanun ve aynı yargı huzurunda mahkemeleşme, ikincisi ise aynı esasla ve aynı ölçüde ödeşme imkanına kavuşmuş bulunmaktadırlar.

Bu prensibi ilk kez İslâm getirmiştir. Asırlar boyunca beşer tarafından pek çok görece şeriatlar belirlenmişti. Bu şeriatlarda, kanun bakımından teorik düzlemde oldukça iyi düzeyde bulunanlar olduysa da, pratikte aynı düzeyin korunabilmesi mümkün olmadı.

Yahudiler, kendilerine indirilen Tevrat'ta da bulunan bu yüce prensipten sapmışlardı. Kendileri ile diğer insanlar arasında bu yüce prensibi bir kenara bırakmışlardı: "Ümmilere (kendi dinimizden olmayanlara) karşı hiçbir sorumluluğumuz yoktur." (Ali İmran Suresi, 75) diyorlardı. Hatta kendi aralarındaki ilişkilerde bile bu yüce prensibi unutmuşlardı. Benî Kurayza ile Beni Nadir kabileleri arasında olup bitenler bunun en güzel örneğiydi. Sonunda peygamberimiz geldi de onları tekrar Allah'ın şeriatına eşitlik ilkesini getiren şeriata döndürdü ve de perişan durumdaki Benî Kurayza ile üstün durumdaki Benî Nadir arasında tam bir eşitlik sağladı.

Bu yüce prensiple belirlenen kısas, -insanın yeniden doğuşunu muştulamasından da öte- bir insanı öldürmeye, yaralamaya ya da onun bir organına zarar vermeye kalkışabilecek kişilere karşı, aynı zamanda caydırıcı bir cezadır. Çünkü kısas söz konusuysa, bunları yapmaya kalkışan kişi, böyle bir eylemi gerçekleştirmezden önce, olayı kendi kendine, nedeniyle niçiniyle, defalarca düşünmek zorunda kalacaktır. Çünkü bilir ki karşısındaki insanı öldürdüğünde; -görevi, soyu-sopu, sınıfı, ırkı ne olursa olsun- kendisi de öldürülecektir. Karşısındaki insana ne yaparsa, aynısı kendisine de yapılacaktır. Bilir ki karşısındaki insanın elini ya da ayağını kesse, kendi eli ya da ayağı da kesilecektir. Karşısındakinin göz, kulak, burun ya da dişine zarar verse, kendi organının da aynı şekilde zarara uğramasına neden olacaktır. Ama kişi bu suçları işlediğinde, sadece hapis cezasına çarptırılacağını biliyorsa, bu durumda cezanın caydırıcılığı kısastakiyle hiç bir zaman eşdeğer olamaz. Hapis cezası uzun olmuş, kısa olmuş birşey fark etmez. Bedende yaşanan acı ya da bir organın yitirilmesiyle duyulan ıstırap ile hapiste yatmanın verdiği acı kesinlikle eş değildir. Bunları, hırsızlığın cezasına ilişkin ayetin açıklanması sırasında da açıklamıştık.

Bu yüce prensiple belirlenen kısas, -yine insanın yeniden doğuşunu muştulamasından da öte- aynı zamanda, insanın öz benliğini rahatlatan, iç dünyasındaki sarsıntıları ve yüreğindeki yaraları gideren, gözü kör bir öfkeyle harekete geçen dayanılmaz intikam tutkusunu yatıştıran bir hükümdür. Kimi insanlar bir yakınları öldürüldüğünde, diyet almaya ya da yaralandıklarında sadece tazminat almaya razı olabilirler. Ama kimi insanlar da acılarını, ancak aynı şeyin suçluya da yapılmasıyla, yani kısasın uygulanmasıyla dindirebilirler.

Allah'ın İslâm'la belirlediği şeriat -tıpkı Tevrat'la belirlediği şeriat gibi insanın doğasını gözeterek, kısas hakkını garanti altına almıştır. Ancak, insanların vicdanlarına ve hoşgörülerine seslenerek, kısas uygulanmasını isteme hakkına sahip olan kişileri, yine de bağışlamaya özendirir:

"Kim kısas hakkını bağışlarsa bu, onun günahlarına kefaret olur.."

Kişinin kendi arzusuyla, kısas hakkını bağışlamasında durum bu şekildedir. İster bir yakını öldürülen kan sahibi olsun, (Bu durumda bağışlama, kan sahibinin, kısas yerine diyet alması ya da hem kısas hem de diyet hakkından vazgeçmesiyle olur. Her ikisi de kan sahibinin hakkıdır. Zira, cezayı uygulatmak ya da bağışlamak ona bırakılmıştır. Onun bağışlaması durumunda hükümdara düşen, kâtil için uygun bir tazir cezası belirlemektir.) isterse yaralanmış durumdaki hak sahibi olsun, dilerlerse kısasın uygulanmasını istemeyebilirler. Kişinin, kısas hakkını bağışlaması durumunda bu, onun günahlarına kefaret olur ve Allah, onun günahlarını affeder.

Bu çağrı daha çok, insanları hoşgörü ve bağışlamaya, özendirmeye ve yürekleri Allah'ın affına ve bağışlamasına, eğitmeye yöneliktir. Çünkü öyle insanlar olabilir ki, yitirdikleri kişi ya da uğradıkları zarar sonucu duydukları acıyı, ne aldıkları tazminat ne de uygulattıkları kısas dindiremeyecektir... Öldürülen kişinin velisi, katili öldürtse bile, giden geri gelecek midir? Yitirdiği kişi için tazminat alacak olsa da bunun ne kıymeti olacaktır? Burada asıl amaç, yeryüzünde azami düzeyde adaleti sağlayabilmek ve toplumu güvenlik altına almaktır. Bu durumu yaşayan bir kişinin, yüreğinde elbette bir acı olacaktır. Ancak bu acıyı, yüreğini, Allah katından gelecek karşılığa bağlamaktan başka hiçbir biçimde dindiremez...

İmam Ahmed'in rivayetine göre: "Vekî' ve Yunus bin Ebî İshak'ın aktardıklarına göre Ebû Sufr şöyle dedi: "Kureyşli bir erkek, Ensar'dan bir erkeğin dişini kırınca, Muaviye'den yardım istedi. Muaviye de: `Onu ikna ederiz' dedi. Ancak dişi kırılan kişi ikna olmuyordu. Muaviye bunun üzerine: `Meseleni arkadaşınla hallet' dedi. O arada, orada oturmakta olan Ebû Derdâ dedi ki; Peygamberimizin şöyle dediğini işitmiştim: `Bedeni zarara uğratılan bir müslüman eğer hakkını bağışlayacak olursa, Allah da onun derecesini yükseltir ya da bir günahını bağışlar'. Bunun üzerine Ensardan olan kişi de: `Öyleyse bağışladım' dedi."

İşte, kendisine Muaviye'nin tazminat olarak önerdiği karşılığı kabul etmeyip kısasta direten söz konusu kişi, bu hadisi duyar duymaz rahatlamış ve hakkından vazgeçmeye razı olmuştu.

İşte, yaratıkların, onların iç dünyalarındakï duyguları ve kımıltıları, yüreklerinin derinliklerinde neler olduğunu ve nasıl huzur bulacağını en iyi biçimde bilen Allah'ın şeriatı budur. O, belirlediği hükümleriyle, insanların yüreklerinde gerçek huzur ve güvenceyi en iyi biçimde sağlamaktadır.

Aynı zamanda, Kur'an'ın da bir parçası haline gelen, Tevrat'tan bu parçalar aktarıldıktan sonra, genel bir hüküm belirtiliyor:

"Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyenler, zalimlerin ta kendileridirler."

Bu, genel bir ifadedir. Bunu özele indirgeyebileceğimiz herhangi bir dayanak söz konusu değildir. Ancak burada, "zalimler" diye yeni bir nitelik daha ekleniyor.

Bu yeni nitelik, daha önce geçen "kafirler" biçimindeki nitelikten farklı bir durumun olduğu anlamında değildir. Bu, Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyen kişiye sadece yeni bir niteliğin eklenmesinden ibarettir. Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyen kişi, Allah'ın ilahlığını ve kullar üzerindeki yasama yetkisinin ona özgü olduğunu reddetmesinden ve de insanlar üzerinde yasama yetkisini kendisine mal ederek ilahlık iddiasına kalkışmasından ötürü kafirdir. Yine, insanları, -onlar için en uygun olan- Allah'ın şeriatından koparıp başka bir şeriata uymaya zorlamasından ötürü de zalimdir. Aslında bu tür bir kişi, tehlikeli bir yola atılmakla, küfrün cezasına çarpılmayı haketmekle ve -aralarında yaşadığı- insanların yaşamlarını kargaşaya, bozguna maruz bırakmakla, bizzat kendisine de zulmetmektedir.

Gönderme yapılan nokta ve "Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyenler" biçimindeki şart cümlesi, ayeti böyle anlamamızı gerektiriyor. İkinci şart cümlesinin cevabı, birinci şart cümlesinin cevabına ekleniyor. Her ikisinde de, mutlaklık ve genellik ifade eden şart edatı "men (kim ki...)" kullanılmış ve aynı noktaya gönderme yapılmıştır.

46- Bu peygamberlerin ardından kendisinden önce gelen Tevrat'ı onaylayıcı olarak Meryemoğlu İsa'yı gönderdik; O'na doğru yol bilgisi ile ışık içeren, önündeki Tevrat'ı onaylayan, takvalılar için yol gösterici ve öğüt olan İncil'i verdik.

47- İncil ümmeti, Allah'ın bu kitapta indirdiklerine göre hüküm versin. Kim Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermez ise onlar fasıkların, doğru yoldan çıkmışların ta kendileridir.

Meryemoğlu İsa, İncil'i bir yaşam düzeni, hüküm verilecek bir şeriat olsun diye getirmişti. İncil'de, Tevrat şeriatındaki bazı meselelerde küçük değişiklikler dışında yasamaya ilişkin yeni esaslar bulunmuyordu. Ama İncil, önündeki Tevrat'ı onaylayıcı olarak indirilmişti. Söz konusu meselelerdeki küçük değişiklikler arasında, Tevrat şeriatını da yine kabul ediyordu. İncil de, bir doğru yol kılavuzu, bir aydınlatıcı, bir öğüt olarak indirilmişti. Ama kimlere? Elbette ki takvalı insanlara... Takvalılar, Allah'ın kitaplarının birer doğru yol kılavuzu, birer ışık, birer öğüt olduğunu kavrayanlardır. Onlar, yürekleri Allah'ın kitabı sayesinde doğru yolu bulmuş, aydınlanmış kimselerdir. Onlar, yürekleri bu kitaptaki doğru yolu ve ışığı algılayabilmiş kimselerdir. Ancak, yürekleri taşlaşmış, körelmiş ve algılama gücünü yitirmiş kişilere gelince... Onlar öğütten anlamazlar. Ayetlerin anlamını kavrayamazlar. Ayetlerdeki buyrukların esprisini kavrayamazlar. İnancın ne denli güzel olduğunu bilemezler. Kitabın doğru yol kılavuzu oluşundan, aydınlatıcılığından faydalanamazlar. Doğru yolu bulamazlar. Gerçek bilgiye kavuşamazlar. Kitab'ın çağrısına olumlu yanıt vermezler. Gerçi ışık, önlerindedir. Ama, ışığı görebilmek için açık bir göz gerekir. Doğru yol, önlerindedir. Ama onu kavrayabilmek için aydınlanmış bir ruh gerekir. Öğüt, önlerindedir. Ama ondan yararlanabilmek için bilinçli bir kalp gerekir.

Allah, İncil'i bir doğru yol kılavuzu, bir aydınlatıcı, takvalılar için bir öğüt, İncil ümmeti için bir yaşam düzeni, hüküm verebilecekleri bir şeriat olsun diye indirmiştir. Bir başka deyişle bu kitap sadece İncil ümmetine özgüdür. Tüm insanlığa gönderilmiş bir kitap değildir. İslâm dininden önceki, her kitap, her peygamber için aynı olgu söz konusudur. Ancak İncil'de -ki bu bir bakıma Tevrat'ta demektir- Kur'an'ın hükmüne uyan şeriat esasları, yine İslâm şeriatı demektir. Nitekim, bunu kısas cezasına ilişkin hükümlerde görmüştük.

Dolayısıyla İncil'e inananların, Allah'ın İncil'de belirlediği ve Tevrat'taki şeriattan da onayladığı esaslar doğrultusunda hüküm vermeleri gerekiyordu:

"İncil ümmeti, Allah'ın bu kitapta indirdiklerine göre hüküm versin."

Bu konuda kural, sadece Allah'ın indirdiklerine göre hüküm vermektir.

Hristiyanlar ve yahudiler -İslâm öncesinde- Tevrat ve İncil'in gereklerini yerine getirmemişlerse ve -İslâm sonrasında- Allah katından gönderilen Kur'an doğrultusunda harekât etmemişlerse, neticede bir hiçtirler. Tüm bu kitaplarda tek bir şeriat söz konusudur. Onlar bu şeriata uymakla yükümlüdürler. Allah'ın, tek bir harfi bile olmaksızın korunmuş son şeriatı da İslâm'dır:

"Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyenler, fasıkların, doğru yoldan çıkanların ta kendileridirler."

Buradaki nassta da yine genel ve kesin bir ifade kullanılıyor. Yalnız burada, daha önceki "kâfirler" ve "zalimler" biçimindeki niteliklere, "fasıklar" diye bir yenisi daha ekleniyor. Bu, daha önceki ayetlerde bahsedilenlerden farklı bir topluluk ya da değişik bir durum söz konusu olduğu anlamında değildir. Durum yine aynıdır. Olay, bu ayetle, hangi ulustan ve hangi kuşaktan olursa olsun Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyen kişiye, daha önceki iki niteliğe ek olarak, yeni bir niteliğin daha eklenmesinden ibarettir.

Küfür, Allah'ın şeriatını reddederek O'nun ilahlığını inkâr ederek olur. Zulüm, insanları Allah'ın belirlediği şeriat dışında bir şeriata uymaya zorlamak ve onların yaşamlarında kargaşaya, bozguna neden olmakla işlenir. Fasıklık ise, Allah'ın sistemini bırakıp başka bir sisteme tabi olmak demektir. İşte ilk fiil, bu niteliklerin her üçünü de kapsamakta ve söz konusu fiili işleyen kişi her üç niteliği de -aralarında hiçbir ayrım yapılmaksızın- bütünüyle haketmektedir.

NİHAİ MESAJ

Nihayet sıra, Allah'ın insanlığa gönderdiği son mesaja, son şeriata gelmiştir. Bu şeriat insanlığa "İslâm"ı nihaî biçimiyle sunmaktadır. İslâm, kendi şemsiyesi altında toplayan bir nihâî kaynak olmak üzere gönderilmiştir. İnsanların yaşamında Allah'ın sistemini egemen kılmak üzere indirilmiştir. Yaşamın her alanı bu sistem üzerine oturtulacaktır. Yaşamda bu şeriat eksen kabul edilecek, onun buyrukları doğrultusunda hareket edilecektir. İnanç esasları, sosyal düzen, bireysel ya da toplumsal davranışların nasıl olacağı, bu şeriata göre belirlenecektir. İslâm, sadece okunsun öğrenilsin ve sonuçta defterler ve kitaplar arasına sıkışıp kalmış bir kültür olsun diye değil, tam tersine Kur'an'ın ayetlerine göre hüküm verilsin diye gönderilmiştir. İslâm her şeyi dikkatle inceleyen, kılı kırk yaran bir dindir. Yaşama ilişkin hiç bir meselede boşluk bırakmamıştır. Yaşama ilişkin hiçbir meselede onun koyduğu hükümler, şu ya da bu şekilde kesinlikle değiştirilemez... Bu konuda ya İslâm'ın hükmü vardır, ya da keyfï arzular doğrultusunda belirlenen cahiliyye hükmü... İnsanları uzlaştırabilmek, biraraya getirebilmek için dini kolaylaştırmak yaftası altında da olsa hiç kimsenin İslâm'a aykırı davranmaya hakkı yoktur. Allah, dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı. Ancak Allah, şeriatının egemen olmasını istemektedir. Gerisi insanlara kalmış bir iştir:

48- Sana da daha önceki kutsal kitabı onaylayıcı ve içeriğini koruyucu olan bu hak kitabı indirdik. Buna göre onların arasında Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm ver, sana gelen gerçekten saparak onların keyfi arzularına uyma.

Her ümmet için ayrı bir şeriat, ayrı bir ana yol belirledik. Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat belirlediği yolda sizleri denemeyi diledi. Buna göre hayırlı işlerde yarışınız. Çünkü hepiniz Allah'a döneceksiniz ve O anlaşmazlığa düştüğünüz meselelerin içyüzünü size haber verecektir.

49- O halde onların arasında Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm ver, onların keyfi arzularına uyma, onların seni Allah'ın indirdiği hükümlerin bir kısmından bile şaşırtmalarından sakın, eğer sana sırt çevirirlerse bil ki, Allah, günahlarının bazısı yüzünden onları cezalandırmak istiyor. Kuşku yok ki, insanların çoğu fasıktır.

50- Yoksa istedikleri cahiliye düzeni midir? Kesin inançlılara göre Allah'ın düzeninden, Allah'ın verdiği hükümden daha iyisi düşünülebilir mi hiç?

Anlatımdaki bu netlik, ifadedeki kesinlik, kimi durumlarda ve koşullarda kişiyi bu şeriattan -küçük çapta da olsa- herhangi bir hükmü terk etmeye özendirebilecek aldatıcı gerekçeler karşısında bu denli kesin önlemler alınmış olması, insanı ister istemez duraksatıyor... Bu ayetler karşısında insan elinde olmaksızın oturup düşünmek zorunda kalıyor. Kimi insanlar, koşullar ve durumlar bunu gerektiriyor diyerek Allah'ın şeriatını tümüyle inkar etmelerine karşın, hâlâ nasıl oluyor da müslümanlık iddiasında bulunabiliyorlar, şaşırmamak elde değil!.. Kişi, Allah'ın şeriatını tümüyle terk etmesine karşın, nasıl oluyor da hâlâ müslüman olduğunu iddia edebiliyor? Bu tür insanlar kendilerini, nasıl oluyor da hâlâ "müslüman" olarak niteleyebiliyor? İslâm'la hiçbir bağları kalmamasına karşın, Allah'ın şeriatını tamamen terk etmelerine karşın, her koşulda her durumda geçerliliğini koruyan ve her koşulda her durumda uygulanmak zorunda olan Allah'ın şeriatını reddederek O'nun ilahlığını inkar etmiş olmalarına karşın, hâlâ nasıl "müslümanlık" iddiasında bulunabiliyorlar? Bu tür insanlara, şaşırmamak, hayret etmemek elde değil..

"Sana da bu hak kitab (Kur'an)'ı indirdik"..

Ayetteki "bak" kelimesine, ilahlık açısından yani şeriat belirleme, kanunlar koyma yetkisinin Allah'a ait olacağının belirtilmesi açısından bakmamız gerek. "Hak", Kur'an'ın içeriğinde, ondaki inanç ve şeriat esaslarında, orada anlatılan her olayda ve verilen her buyrukta somut bir biçimde ortadadır.

Kur'an, "daha önceki kutsal kitabı onaylayıcı ve içeriğini koruyucu" olarak indirilmiştir.

Kur'an, Allah'ın dininin, nihâî biçimidir. Allah'ın dini ve de yaşam biçimi ile insanların uyacakları şeriat ve sistem noktasında nihai kaynak, Kur'an'dır. Artık Allah'ın dininde hiç bir değişikliğe gidilmeyecektir.

Semavi dinlere mensup insanlar arasında, ister inanç esasları, isterse şeriat prensipleri noktasında bir anlaşmazlık baş gösterdiğinde, bunu çözümleyebilmek için müracaat edilmesi gereken kitap Kur'an'dır. Müslümanlar arasında bir anlaşmazlık çıkarsa başvurulacak kitap Kur'an'dır. Yaşama ilişkin herhangi bir meselede görüş ayrılıkları olduğunda, müracaat edilmesi gereken kitap, Kur'an'dır. Bu noktalarda, temelde söz konusu nihai kaynaktan beslenmeyen kişilerin sunacağı görüşlerin hiçbir "kıymet-i harbiye"si yoktur.

Ayette hemen ardından, bu gerçeğin getirdiği zorunluluklar ekleniyor:

"Buna göre onların arasında Allah'ın indirdiği ayetlere göre büküm ver, sana gelen gerçekten saparak onların keyfi arzularına uyma!".

Bu buyruk, kendisine o dönemde aralarında hüküm vermesi için başvurmakta olan hristiyanlar hakkında, öncelikle peygamberimize yöneliktir. Ancak, ayeti salt bu olaya özgü kılmak doğru değildir. Madem ki artık nihai kaynak olan Kur'an'ı değiştirmek üzere yeni bir peygamber ya da yeni bir şeriat gönderilmeyecektir, öyleyse bu ayetteki hüküm, kıyamete dek geçerliliğini koruyacak genel bir hükümdür.

Allah'ın dini Kur'an'la tamamlanmış bulunmaktadır. Allah'ın bu noktada kendisine teslim olanlara verdiği nimet Kur'an'la son bulmuştur. Allah, Kur'an'ın tüm insanlar için bir yaşam düzeni olmasını uygun görmüş bulunmaktadır. Kur'an'ı değiştirmek, onun hükümlerinden herhangi birini terk etmek, ya da başka bir şeriatı bu şeriata yeğleyebilmek için, artık hiçbir gerekçe bırakılmamıştır. Allah bu dini insanlara uygun gördüğünde, onun tüm insanları kapsayacağını biliyordu. Yine Allah, bu kitabı nihai kaynak olarak uygun gördüğünde, bunun tüm insanların yararına olacağını, kıyamete dek bütün insanları kapsayacağı biliyordu. Bu kitaptan, değil uzaklaşmak, bir bölümünü değiştirmek bile, İslâm'a ilişkin bu bilginin bulunması hasebiyle, kişiyi inkara götürür. Buna yeltenen bir kişi, diliyle bin kez müslüman olduğunu söylese bile dinden çıkmış demektir.

Allah, bazı insanların, Allah'ın indirdiklerinden ödün vermeye götürecek kimi mazeretler ileri süreceklerini ve de yönetenlerin ya da yönetilenlerin keyfï arzularına kapılabileceklerini biliyordu. Kitabında belirttiği hükümleri -hiçbir ödün vermeksizin- yürürlüğe koymak, zorunlu olmasına karşın, bazı insanların kimi durumlarda kendi duygularına kapılarak bu zorunluluğun gereğini ihmal edebileceklerini biliyordu. Bu nedenle de söz konusu ayetlerde peygamberimizi, yönetilenlerin keyfî arzularına kapılmaması için uyarıyor ve de kendisinden, insanların onu Allah'ın indirdiği hükümlerin bir kısmından bile şaşırtmalarından sakınmasını istiyor...

İnsanları buna yeltenmeye iten faktörlerin başında, aynı ülkedeki değişik grupları, fraksiyonları ve öğretileri benimsemiş olan farklı kimselerin tümünü uzlaştırıp biraraya toplama noktasında insanların içgüdüsü gelmektedir. Buna kapılan kimseler, karşılarındaki insanların istemleriyle şeriatın hükümleri çatıştığında işi basitleştirme ya da ayrıntı gibi görünen meselelerde –bunlar anladığımız kadarıyla şeriatın temel meselelerinden değildir deyip- işi kolaylaştırma yoluna başvururlar.

Rivayete göre yahudiler peygamberimize gelerek, recm hükmü başta olmak üzere belirli hükümlerin uygulanmasında kendilerine hoşgörülü davranacak olursa, iman edebileceklerini söylediler. Peygamberimizi bu noktada uyaran ayet de, yahudilerin bu önerileri üzerine indirilmişti.. Ama meseleye -açıkça görüldüğü üzere- daha genel bazda bakmak gerekir. Zira bu şeriata inananlar da değişik vesilelerle her zaman için bu meseleyle karşılaşabilirler. Bu nedenle Allah, meseleyi son derece net bir biçimde ortaya koymayı ve de belirli koşulları göz önünde bulundurarak ya da farklı istemlerle, farklı arzularla karşılaşıldığında bir orta yol bulup insanları uzlaştıracağız diyerek ihmalkarlığa itebilecek beşerî içgüdülerin yolunu kesinkes kapatmayı uygun görmüş ve peygamberimize şöyle buyurmuştur: Allah, dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı. Ama O, onların her biri için ayrı bir yol, ayrı bir yöntem belirledi. O, gönderdiği din ve şeriatla, yaşam boyunca verdiği nimetlerle, insanları sınamayı diledi. Her insan kendi seçtiği yolda yürüyecektir. Sonunda ise tüm insanlar Allah'a döneceklerdir. Orada, gerçek, kendilerine bildirilecektir. Her biri dünyada seçtikleri yol ve benimsedikleri sistem konusunda sorguya çekilecektir. Öyleyse, değişik görüşlerdeki değişik düşüncelerdeki kimseleri birleştirebilmek için şeriattaki herhangi bir hükmü kolaylaştırmayı düşünmek doğru değildir. Onlar zaten birleşmezler:

"Her ümmet için ayrı bir şeriat, ayrı bir anayol belirledik. Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat belirlediği yolda, sizleri denemeyi diledi. Buna göre hayırlı işlerde yarışınız. Çünkü hepiniz Allah'a döneceksiniz ve O, anlaşmazlığa düştüğünüz meselelerin içyüzünü size haber verecektir."

Allah'ın şeriatı bâkîdir, herşeyden daha değerlidir. Onun bir bölümünü de olsa, Allah'ın uygun görmediği bir şey uğruna kurban etmeye değmez! İnsanlar Allah tarafından yaratılmıştır. Her birinin kendine göre bir yeteneği, mizacı, kafa yapısı ve seçtiği bir yol vardır. İnsanlar, Allah'ın hikmeti gereği, birbirlerinden farklı yapılarda yaratılmışlardır. Allah onlara doğru yolu göstermiş ve bu noktada onları serbest bırakmıştır. Bu, onları sınamak istediğindendir. İnsanlar sonuçta Allah'a döneceklerdir. Ve o gün dünyada benimsedikleri yola göre, yaptıklarının karşılığını göreceklerdir.

Öyleyse bir kimsenin, Allah'ın şeriatını gözetme adına, bir başka deyişle insanların yararını ve kurtuluşunu gözetme adına, tüm insanları aynı çatı altında birleştirebilmek için çırpınması, boşa kürek çekmek demektir. Allah'ın şeriatından ödün vermek yada onda bazı değişiklikler yapmak, neticede, yeryüzünde bozguna neden olmak, biricik sapasağlam sistemi bırakıp sapıtmak, insanların yaşamında adaleti ortadan kaldırmak, insanların birbirlerine köle olmalarına, Allah'ı bırakıp birbirlerini rabb edinmelerine zemin hazırlamak dışında hiçbir işe yaramayacaktır. Bu ise en büyük kötülük, en büyük yıkımdır..: Sonu gelmeyecek, olmayacak girişimler peşinde koşmak, doğru değildir. Çünkü insanın doğası için Allah, bu tür girişimleri uygun görmemiştir. Bu, Allah'ın hikmeti gereği insanların farklı kafa yapılarına, farklı mizaçlara, farklı görüşlere, farklı eğilimlere sahip olmalarına da terstir. İnsanları yaratan Allah'tır. Onların geçmişlerini de geleceklerini de çok iyi bilmektedir. Sonuçta herkes O'na dönecektir.

Böylesi bir amaçla, Allah'ın şeriatındaki herhangi bir hükmü kolaylaştırmaya kalkışmak -bu ayetten anlaşıldığı ve de yaşamın her noktasında- görüldüğü kadarıyla, boşa yorulmaktır. Böylesi bir girişim, realiteyle bağdaşmamaktadır. Allah'ın iradesine de uymamaktadır. Böyle bir girişimi, -Allah'ın isteklerini gerçekleştirmek için didinen- müslümanlar da onaylayamaz. Bu durumda, kendilerini "müslüman" olarak yaftalayan bazı kimseler, nasıl oluyor da örneğin şöyle laflar edebiliyorlar: "Turistleri kaybetmek istemiyorsak,şeriatı tatbik etmeyi düşünmemiz hiç de doğru olmaz" Abartmıyorum! Aynen böyle laflar eden insanlar var bugün!

Burada, daha net bir biçimde, aynı gerçeğin altı bir kez daha çiziliyor. Bu konudaki ilk ayette: "Buna göre onların arasında Allah'ın indirdiği ayetlere göre büküm ver, sana gelen gerçekten saparak onların keyfi arzularına uyma!" denilmiştir. Kısacası, Allah'ın şeriatını bütünüyle onların keyfî arzusuna terk etmek yasaklanmıştı. Şimdi ise peygamberimiz, insanların kendisini Allah'ın indirdiği hükümlerin bir kısmından bile şaşırtmalarından sakınması için uyarılıyor:

"O halde onların arasında Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm ver, onların keyfi arzularına uyma, onların seni Allah'ın indirdiği bükümlerin bir kısmından bile şaşırtmalarından sakın!"

Buradaki uyarı, daha kesin ve daha vurguludur. Burada mesele, tüm çıplaklığıyla ortaya koyuluyor. Bu fitneden, böylesi şaşırtmacalara kanmaktan, özenle kaçınmak gerekir. Bu meselede iki olay söz konusudur: Ya Allah'ın indirdiği hükmü aynen vermek ya da insanların -Allah tarafından sakınılması istenen- keyfî arzularına ve şaşırtmacalarına tâbî olmak.

Ayette daha sonra keyfî arzulara uyma konusuna açıklık getirilerek, peygamberimizin, kendisine gelen yahudilerin önerileri meselesini çözümleyebilmesi kolaylaştırılıyor. Artık söz konusu yahudiler, bu şeriattaki küçük büyük herşeye bütünüyle bağlanmazlarsa, İslâm'ı benimsemeyip sırt dönerlerse, Allah'ın şeriatıyla yargılanmaktan yüz çevirirlerse, peygamberimizin yapacağı bellidir. (O dönemde, bu konuda serbestlik vardı. Ancak daha sonra, "daru'l-İslâm"da İslâm şeriatıyla hüküm vermek zorunlu kılındı):

"Eğer sana sırt çevirirlerse bil ki, Allah, günahların bazısı yüzünden onları cezalandırmak istiyor. Kuşku yok ki, insanların çoğu fasıktır."

Sana sırt çevirirlerse, yapabileceğin bir şey yoktur. Onların bu tutumları seni, Allah'ın hükmüne ve şeriatına bütünüyle sarılmaktan ödün vermeye itmesin. Onların getirdikleri öneri, senin gücünü kırmasın, tavrını değiştirmesin. Onlar, sırtlarını dönüp yüz çevirmekteler. Çünkü Allah onları, işledikleri kimi günahlardan ötürü cezalandırmak istiyor. Bu tutumları nedeniyle başı derde girecek olanlar, onlardır. Onların bu tavırları ne sana zarar getirir, ne Allah'ın şeriatına, ne dinine; ne de dinlerine bağlı müslümanlara... İnsanın yapısı böyledir:

"İnsanların çoğu, fasıktır"..

Onlar dinden çıkarlar, sapıtırlar. Çünkü yapıları böyledir. Bu noktada sen, onların bu durumuna bir çare bulamazsın. Bunda şeriatın da günahı yoktur. Onların doğru yolu bulmaları da mümkün değildir.

Böylece şeytanın, müslüman yüreğine girebileceği tüm pencereler kapatılıyor. Hangi amaçla ve hangi durumda olursa olsun, bu şeriatın hükümlerinden herhangi birini terk etmeye yol açabilecek tüm gerekçeler, ortadan kaldırılmış bulunuyor.

Sonra insanlar, bu yol ayrımı üzerinde iyice düşünmeye sevk ediliyor. Ya Allah'ın hükmü ya da cahiliyyenin hükmü... Bu ikisinin ortası olamaz. Bu ikisi dışında başka bir alternatif yoktur. Ya, yeryüzünde Allah'ın hükmü egemen olacak, insanların yaşamında Allah'ın hükmü yürürlüğe konacak, insanların yaşamı Allah'ın sistemine göre yönlenecek... Ya da, cahiliyye hükmü, keyfï arzulara göre belirlenmiş bir şeriat, kölelik sistemi yürürlükte olacak... Bu iki alternatiften hangisini istiyorlar?

"Yoksa istedikleri, cahiliyye düzeni midir? Kesin inançlılara göre Allah'ın düzeninden, Allah'ın verdiği hükümden daha iyisi düşünülebilir mi hiç?"

Cahiliyyenin anlamı bu ayette belirgin bir biçimde ortaya konuluyor. Cahiliyye -Allah'ın belirttiği, Kur'an'da ifade edildiği üzere- insanların insanlar için hüküm belirlemesi, insanın insana köle kılınması, Allah'a kulluğun bırakılması, Allah'ın ilahlığının reddedilmesi ve de buna karşılık, kimi insanların ilah kabul edilmesi ve -Allah'a değil- onlara tapılmasıdır.

Olaya bu ayetin ışığında baktığımızda, cahiliyyenin tarihsel bir süreçten ibaret olmadığını görüyoruz. Cahiliyye, bir olgudur. Geçmişte yaşanmış olan bu olguyla, bugün de yarın da yine karşılaşılacaktır. Cahiliyyenin niteliği, İslâm la çelişme, İslâm`a karşı olmadır.

Nerede ve hangi zamanda olursa olsun eğer insanlar, tek bir konuda bile ödün vermeksizin Allah'ın şeriatına göre hükmediyorlarsa, bu şeriatı benimsiyorlar ve ona gerçek anlamda teslim oluyorlarsa, Allah'ın dinine mensup olmuş demektirler. Yok eğer, beşer aklının ürünü olan bir şeriat, bir öğretiye göre hüküm veriyorlarsa -hangi şekilde olursa olsun- söz konusu öğretiyi benimsiyorlarsa, onlar cahiliyye sınıfındadırlar. Onlar, öğretisi doğrultusunda hüküm verdikleri kişinin dinini benimsemiş durumdadırlar, Allah'ın dinini değil! Allah'ın hükmünü istemeyen, cahiliyye hükmünü istiyor demektir. Allah'ın şeriatını reddeden, cahiliyye düzenini kabul ediyor, cahiliyyeyi yaşıyor demektir.

Bu, yolların ayrılış noktasıdır. Allah bu noktada, insanlardan iyice düşünmelerini istiyor. Gerisi insanlara kalmıştır. Diledikleri yolu seçmekte özgürdürler.

Ardından Allah bu tür insanlara, cahiliyye düzenini istemelerinden ötürü kınayıcı bir soru yöneltmektedir. Yine bu soru, Allah'ın hükmünün daha üstün olduğunu vurgulamaya yöneliktir:

"Kesin inançlılara göre Allah'ın düzeninden, Allah'ın verdiği hükümden daha iyisi düşünülebilir mi hiç?"

Evet! Allah'tan daha iyi hüküm koyabilecek olan kim vardır?

İnsanlar için Allah'ın şeriatından ve hükmünden daha iyi bir şeriat ve hüküm belirleyebileceği iddiasında bulunmaya kim kalkışabilir?

Böylesi büyük bir iddiaya kalkıştığında, bunu hangi gerekçeyle açıklayabilir?

Bu iddiaya kalkışan, insanları, onların yaratıcısından daha iyi tanıdığını söyleyebilir mi? İnsanlara karşı, onların rabbinden daha hoşgörülü olduğunu ileri sürebilir mi? İnsanlar için en uygun olanı, onların yararını Allah'tan daha iyi gözetiyorum diyebilir mi? Nihai şeriatını gönderen, son peygamberini gönderen, onu peygamberlerin sonuncusu, getirdiği mesajı kitapların sonuncusu kılan, İslâm şeriatını kıyamete dek geçerli olarak niteleyen Allah'ın durumların değişebileceğini, yeni gereksinimlerin ortaya çıkacağını, farklı koşullar söz konusu olabileceğini bilemediğini iddia edebilir mi? Bir insan, Allah tüm bunları bilemediği için şeriatında belirtmemişti, ancak bugün işte tüm bunlar bizler tarafından kavranmıştır diyebilir mi?

Allah'ın şeriatını yaşamdan koparan, onun yerine cahiliyye şeriatını, cahiliyye hükmünü ikame eden, kendi keyfî arzusunu ya da herhangi bir halkın veya neslin keyfî arzularını Allah'ın şeriatından, Allah'ın hükmünden üstün tutan kimseler, bu tür sözler söyleme cüretini nasıl gösterebiliyorlar?

Özellikle de kendini müslüman olarak adlandıran bir insan, bu türden sözler edebilir mi?

İçinde bulunduğumuz koşullarmış. Durum çok değişmişmiş! İnsanların istememesiymiş! Düşmanlardan çekinmemiz gerekirmiş! Allah müslümanlardan kendi aralarında şeriatını yürürlüğe koymalarını, Kur'an doğrultusunda hayat sürmelerini, onlardan kimi insanların kendilerini indirdiği şeriatından ufacık bir noktada bile şaşırtmalarından sakınmalarını isterken, daha sonra olup bitecek herşeyi bilmiyor muydu?

Beklenmedik gereksinimler, yenilenen koşullar ve görmezlikten gelinemeyecek durumları, Allah'ın şeriatı ihata edemeyecek denli eksikmiş! Bu nasıl iddia edilebilir? Şeriatından ödün verilmemesi için bu denli kesin bir ifade ' kullanan ve insanları özenle uyaran Allah, tüm bunların olacağını bilmiyor muydu?

Bu konuda, müslüman olmayan bir kimse dilediğince konuşabilir. Ama müslüman olan ya da müslüman olduğunu iddia eden bir kimse bu türden sözler edebilirmi? Bu türden sözler edebiliyorsa onun İslâm'la artık ne ilgisi kalmıştır? Tüm bunlardan sonra, onda İslâm'ın en ufak bir izi görülebilir mi?

Bu, tam bir yol ayrımıdır. Kişi seçimini yapmak zorundadır. Seçimini yapmışsa artık tartışmanın gereği yoktur.

Ya İslâm, ya cahiliyye! Ya iman, ya küfür. Ya Allah'ın hükmü ya cahiliyye düzeni.

Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyenler, kafirlerin, zalimlerin, fasıkların ta kendileridirler. Yönetilenlere karşı Allah'ın hükmüyle hükmetmeyenler, kesinlikle mümin değildirler.

Bu meseleyi müslüman, kesin ve net bir biçimde kafasına yerleştirmelidir. Yaşadığı çağda, insanlara karşı Allah'ın hükmünü uygulama noktasında asla tereddüde düşmemelidir. Bu gerçeğin zorunlu sonucu olarak, dosta da düşmana da Allah'ın şeriatını uygulamalı ve de bunun neticesine katlanmalıdır.

Müslüman bu meseleyi kafasına net olarak yerleştiremezse, bir türlü istikrara kavuşamayacak, kendini yöntem kargaşasının içinde bulacak, hak ile batılı birbirinden ayıramayacak, doğru yolda bir adım bile ilerleme kaydedemeyecektir... Bu meselenin sıradan insanların kafasında bu denli netleştirilemeyeceği doğru kabul edilse bile, "müslüman" olmayı isteyen, müslümanlığın gereklerini yerine getirmeye azmeden insanların kafasında iyice netleştirmeyi savsaklamak asla doğru değildir...

Buradaki ayetlerin tümü, surenin başında belirttiklerimizi doğrulamaktadır. Orada da ifade ettiğimiz üzere, bu suredeki ayetlerin tümü, hicretin altıncı yılında Hudeybiye'de indirilen Fetih suresinden sonra indirilmiş olamaz. Tam tersine bu surenin pek çok bölümü, -Uhud savaşının ardından Benî Nazîr, Bedr savaşının ardından da Benî Kaynuka yahudilerinin sürülmelerinden önce indirilmemişse de- Fetih suresinden -en azından- Ahzab savaşının meydana geldiği hicrî dördüncü yılda Benî Kureyza yahudilerinin Medine'den sürülmelerinden önce indirilmiş olmalıdır.

Buradaki ayetlerde, birtakım olaylara, Medine'deki İslâm toplumunun tanık olduğu gelişmelere, ayrıca yahudilerin, münafıkların tutumlarına ve konjonktürel durumlarına değiniliyor. Söz konusu tutumlar ve konjonktürel durumlar, yahudilerin gücünün kırılmasıyla bertaraf edilecekti. Bunun son örneği Beni Kureyza sorunuydu.

Bu ayet, yahudilerin ve hristiyanların dost edinilmelerine ilişkindir. Ayetteki uyarıda -hatta tehditte- onları dost edinenin onlardan biri olacağı vurgulanıyor. Bu vurgu, onlarla dostluk kuran ve bunu başlarına bir bela geleceğinden korkmakla gerekçelendiren, kalpleri hastalıklı kişilere yöneliktir. Yine ayette müslümanların, dinlerini hafife alıp alay konusu yapan kimselerle dostluktan nefret etmeleri istenmektedir. Bununla da, -müslümanlar namaza durduklarında- onların namaz kılmalarını hafife alan ve alay konusu yapan kimselere işaret ediliyor. Tüm bu olumsuzluklar, Medine'de yahudilerin güçlü, etkin ve çeşitli imkanlara sahip oluşlarından kaynaklanıyordu. Dolayısıyla, bu tür kargaşaların olması, böylesi olayların yaşanması, ayrıca ayetlerde böylesine sert bir uyarı ve tekrar tekrar tehdide gerek görülmesi, ardından yahudilerin gerçek durumlarının açıklanması, teşhir edilip kınanmaları, bu bağlamdaki binbir komplolarının, entrikalarının, manevralarının, her türlü kirli çamaşırlarının ortaya dökülmesi son derece olağandır.

Buradaki ayetlerin iniş nedenlerine ilişkin çeşitli rivayetler vardır. Bunların kimisinde bu ayetlerin, Bedir savaşından sonra ortaya çıkan Benî Kaynuka sorunu, Abdullah bin Ubey bin Selûl'un tavrı ve kendisi ile yahudiler arasındaki dostluk ilişkisini, "Doğrusu ben başımı belaya sokmak istemiyorum, bu nedenle de onlarla dostluğumu kesemem" diyerek aklamaya çalışması üzerine indiği belirtilir.

Aslında, bu rivayetler olmaksızın da, ayetlerin yapısını ve içeriğini nesnel bir yaklaşımla incelemek ve de bu ayetleri peygamberimizin Medine'deki yaşamında tanık olduğu olayların kronolojik sırasına göre ele almak bile, söz konusu ayetlerin iniş zamanına ilişkin bu surenin girişindeki tesbitlerimizi doğrulamaya yeterlidir.

Hiç yorum yok: