BESMELE

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيمِ

10 Temmuz 2009 Cuma

EHLİ KİTABIN KARAKTERİ

Maide Suresi

EHLİ KİTABIN KARAKTERİ

Ayetin akışı tarihlerini ve buna karşılık hakkettikleri cezayı gözler önüne serdikten sonra, dostluklarından nefret ettirmek için niteliklerini ve karakteristik özelliklerini sunmaya devam ediyor. Geceleri tasarladıkları komploları ortaya çıkarmakla,. müminlere yönelik bir sakındırma ve dikkat çekme yer alıyor. Aynı şekilde çizilen tabloda, yahudinin tipi iyice belirginleşiyor. Çünkü yaşanan olgudan söz ediliyordu ve en çok da yahudilerden kaynaklanıyordu bu kötülük.

61- Bunlar yanınıza geldiklerinde, "inandık " dediler. Oysa yanınıza, kafir olarak girmiş ve yine kafir olarak çıkmışlardır. Allah onların gizli tuttukları duygu/arı herkesten iyi bilir. "

62- Onlardan çoğunun günahta, ölçüleri aşmakta ve haram yemekte birbirleriyle yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları şey ne kadar kötüdür.

63- Allah'a bağlı bilginler ile din adamları bunları günah söz söylemekten ve haram mal yemekten sakındırsalar ya! Yaptıkları şey ne kadar kötüdür.

64- Yahudiler "Allah'ın eli sıkıdır" dediler. Bu sözlerinden ötürü elleri bağlansın. onlara lanet olsun! Tersine O'nun iki eli de açıktır, dilediği gibi verir. Rabbin tarafından sana indirilen ayetler onların çoğunun azgınlığını ve kafirliğini arttıracaktır. Onların arasına kıyamet gününe kadar sürecek bir düşmanlık ve kin saldık. Ne zaman savaş ateşini körüklediler ise, Allah onu söndürmüştür. Onlar yeryüzünde hep fesad, bozgunculuk peşinde koşarlar. Oysa Allah bozguncuları sevmez.

Bu ibareler, Kur'an'ın eşsiz ifade tarzı uyarınca hareketli tablolar ve canlı sahneler meydana getirmektedir. Bu ayetleri okuyan, yüzyılların ötesinden -aynı düşünceyle- Kur'an'ın sözünü ettiği bu topluluğu, -tercih edilen görüşe göre- yahudileri seyredebilir. Çünkü ayetlerin akışı onlardan söz etmektedir. Bu arada Medine'deki bazı münafıkların kastedildiği de düşünülebilir. Müslümanlara gelip "inandık" demeleri göz önüne getirilebilir. Müslümanların yanına girerken ve çıkarken dağarcıklarında taşıdıkları şeyin karşıtını dilleriyle söylemelerine rağmen, dağarcıklarında "küfrü" sakladıkları, girerken, çıkarken onu taşıdıkları göz önüne getirilebilir.

Belki de bunlar, geceleri komplolar kurup, kimisi kimisine; "sabahleyin Kur'an'a inanın akşamleyin de inkar edin, belki dönerler" diyen yahudilerdir. Bu kargaşa ve iğrenç olduğu kadar aşağılık kuşkulandırma ile, müslümanları dinlerinden döndürebileceklerini umuyorlardı.

"Allah onların gizli tuttukları duyguları herkesten iyi bilir."

Bunu yüce Allah söylüyor, çünkü gerçektir. Bir de müminlerin Allah'ın desteğine güvenmeleri, düşmanlarının tuzaklarından koruyacağından emin olmaları ve O'nun ilmiyle bu gizli tuzakları kuşattığını bilmeleri amaçlanmaktadır. Sonra vazgeçerler diye, bu tür komploları kuranlar da tehdit edilmektedir.

Ayetin akışı, hareketlerini gözle görülebilir biçimde çizmektedir. İfadede bunlar, açıkça seyredilebilir.

"Onlardan çoğunun günahta, ölçüleri aşmakta ve haram yemekte birbirleri ile yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları şey ne kadar kötüdür."

"Musarea" işdeş kipindendir. Topluluğu günah, düşmanlık ve haram yemekte yarışır olarak tasvir etmektedir. Bu, iğrendirmek ve aşağılamak için çizilen bir tablodur. Ancak, fesat yaygınlaştığı, değerler yok olduğu ve kötülük her tarafı kapladığı her zaman ki toplumların, sosyo-psikolojik durumlarından birini tasvir etmektedir. Böyle bir duruma gelmiş toplumlara baktığında insan, güçlüsüyle, zayıfıyla, içindeki her ferdin kötülükte, günah ve düşmanlıkta yarıştığını görecektir. Günah ve düşmanlık, bu tür aşağılık, bozulmuş toplumlarda sadece güçlülere özgü bir davranış değildir. Güçsüzler de bu suçu işlerler. Bunlar da günah akımına kapılırlar ve haksızlık yapabilirler. Doğal olarak güçlülere, haksızlık yapamazlar. Bunlar da birbirlerine haksızlık yaparlar. Allah'ın yasaklarını çiğnerler. Çünkü bozulmuş toplumlarda yöneten, yönetilen, hiç kimsenin korumadığı serbest bölge burasıdır. Dolayısıyla bozulduğu zaman, günah ve haksızlık, toplumun özelliği olur. Bu tür toplumların işi, günah ve haksızlıkta yarışmaktır.

O günkü yahudi toplumu da böyleydi. Böyle haram yiyorlardı. Nitekim haram yemek, yahudinin her zamanki özelliğidir.

"Yaptıkları şey ne kadar kötüdür."

Ayetlerin akışı, şeriatı uygulamayı üstlenen Allah'a bağlı kimselerin ve dini bilimleri öğretmeyi üzerine almış bilginlerin, tüm bunlara sessiz kalışlarını, kavmin günah ve haksızlıkta yarışmalarına, haram yemelerine ses çıkarmayıp, kötülükte yarışmaktan alıkoymamalarını kınarken, bozulmuş toplumlarının karakteristik özelliklerinden bir diğerine işaret etmektedir:

"Allah'a bağlı bilginler ile din adamları bunları, günah söz söylemekten ve haram mal yemekten sakındırsalar ya!"

Bu özellik, toplumda günah ve haksızlığın yaygınlaşmasına, şeriat ve dini bilgileri üstlenen kimselerin ses çıkarmayışı özelliği, yıkılmağa yüz tutmuş bozuk toplumların karakteristik özelliğidir. İsrailoğulları da, Kur'an-ı Kerim'in haklarında buyurduğu gibi:

"İşledikleri kötülüklerde birbirlerini sakındırmazlardı." (Maide Suresi, 74)

İyi, faziletli, canlı, güçlü ve dayanışmalı toplumun özelliği; iyiliği emr, kötülüğü yasaklamanın yaygın oluşudur. İçinde iyiliği emreden ve kötülüğü yasaklayan kimselerin bulunmasıdır. Aynı şekilde iyilik emrini ve kötülüğün yasaklanışını dinleyecek kişilerin de bulunmasıdır. Ayrıca bu toplumun geleceği o kadar güçlüdür ki, içindeki sapıklar, bu emir ve yasağı engellemeye ve iyiliği emredip, kötülüğü sakındıran kimselere eziyet etmeye cesaret edemezler.

Nitekim yüce Allah, müslüman ümmeti nitelendirirken şöyle buyurmaktadır: Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten sakındırır ve Allah'a inanırsınız. (Al-i İmran Suresi, 110) İsrailoğullarını nitelendirirken şöyle buyurmaktadır: İşledikleri kötülüklerde birbirlerini sakındırmazlardı (Maide Suresi, 79) Bu iki özellik, toplumu ve iki grubu birbirinden ayıran arakesittir.

Burada ise, günah ve haksızlıkta yarışılmasına, haram yenmesine ses çıkarmayan dolayısıyla, korumak zorunda oldukları Allah'ın kitabında yeralan, hakkı savunmamaları nedeniyle Allah'a bağlı kimselere ve din bilginlerine yönelik bir kınama yer almaktadır.

Aslında bu, dine inanan herkese yapılan uyarıcı bir çağrıdır. Çünkü toplumun dirliği ya da bozulması, şeriatın ve din ilimlerinin korunmasına ve iyiliğin emredilmesi, kötülükten sakındırmak görevinin yerine getirilmesine bağlıdır. Ancak bu iş, daha önce bu tefsirde dediğimiz gibi, emredip yasaklama yetkisine sahip bir otoriteyi gerektirmektedir. Çünkü emretmek ve yasaklamak, davet etmekten farklı bir şeydir. Davet etmek açıklamaktır. Emredip yasaklama ise, egemenliktir. Buna göre, iyiliği emredip kötülüğü yasaklayanların, bu emir ve yasaklarının toplum içinde bir değerinin olması için, otoriteyi ellerinde bulun-durmaları gerekir. Yoksa bütün iş sözde kalır.

En iğrenç şekliyle günah olan sözlerine örnek olarak, Kur'an-ı Kerim, ahmak ve melun yahudilerin şu sözlerini anlatmaktadır:

"Yahudiler, "Allah'ın eli sıkıdır" dediler. Bu sözlerinden ötürü elleri bağlansın, onlara lanet olsun. Tersine, O'nun iki eli de açıktır, dilediği gibi verir."

Bu, yahudilerin yüce Allah'a ilişkin yanlış düşünceleridir. Kur'an-ı Kerim, bu tür yanlış düşüncelerinden bir çoğunu anlatmıştır. Allah yolunda harcama yapmaları istendiğinde, "Allah fakir biz ise zenginiz" demişlerdi. Nitekim "Allah'ın eli sıkıdır" diyorlardı. Bunu cimriliklerine neden gösteriyorlardı. İddialarına göre Allah, onlara ve insanlara çok az mal veriyordu. O halde, nasıl hayır amaçlı harcama yapsınlardı?

Duyguları o kadar yanılmış, kalpleri o denli katılaşmış ki, kastettikleri bozuk ve yalancı anlam olan cimriliği, doğrudan doğruya ifade etmeyip, daha çirkin, küstahça saldırgan ve kafirce bir söz seçiyorlar: "Allah'ın eli sıkıdır" diyorlar.

Gelen cevapta onların, bu sıfatı hakkettikleri belirtilmektedir. Söylediklerine karşılık lanetlendikleri, Allah'ın rahmetinden kovuldukları bildirilmektedir.

"Bu sözlerinden ötürü elleri bağlansın, onlara lanet olsun!"

Öyle de oldular. Allah'ın yarattıkları arasında en cimri, en mal tutkunu kişilerdir.

Ardından bu bozuk ve hastalıklı düşünce düzeltilmekte, yüce Allah üstün sıfatlarıyla vasfedilmektedir. O, kullarına lütfundan hesapsız bağışlar:

"Tersine, O'nun iki eli de açıktır, dilediği gibi verir.."

Yaratıklara yönelik bitmez tükenmez bağışı, açıkça görülmektedir. Açık el, tükenmez lütuf ve bol bağış buna şahittir. Her dil bunu söylemektedir. Ancak yahudi bunu görmez. Çünkü o, mal toplamak ve arttırmak, cimrilik, nankörlük ve iğrenç sözler söylemekle meşguldür. Allah hakkında bu tür sözler söylemekten çekinmez.

Yüce Allah, peygamberlik için seçilmesinden dolayı ve bu peygamberliğin onların eski, yeni bazı kirli çamaşırlarını ortaya çıkarmasından ötürü, kendisine duydukları kin ve öfke nedeniyle bu kavmin ilerde sergileyeceği tavırları, peygamberine anlatmaktadır:

"Rabbin tarafından sana indirilen ayetler onların çoğunun azgınlığını ve kafirliğini arttıracaktır."

Kin ve kıskançlık nedeniyle, yüce Allah'ın, peygamberine indirdiği kitapta durumlarını ortaya çıkarması sebebiyle, birçoklarının azgınlık ve küfrü artacaktır. Çünkü onlar, imandan yüz çevirmişlerdir. Karşıt tarafta yer almaları kaçınılmazdır. Cimrilik ve kötülüklerinin, küstahlıklarının ve küfürlerinin artması doğaldır. Dolayısıyla peygamber, müminler için rahmet, inkarcılar için de bir ağırlıktır.

Sonra yüce Allah, takdir edip aralarına saldığı, düşmanlık ve öfkeleşmekten, son derece kızgın alevli tuzaklarını boşa çıkarmasını ve müslüman cemaate karşı giriştikleri kızgın savaştan yenilgiyle döneceklerini ant almaktadır peygamberine.

"Onların arasında kıyamet gününe kadar sürecek bir düşmanlık ve kin saldık. Ne zaman savaş ateşini körüklediler ise, Allah onu söndürmüştür."

Kuşkusuz, yahudi grupları birbirlerine düşmandırlar. Her ne kadar günümüzde, dünya yahudilerinin dayanışma içinde oldukları ve İslâm memleketlerine karşı savaş başlatıp başarıya ulaştıkları görülse de, kısa bir zaman dilimini ve gerçeği tümüyle içermeyen görünüşü dikkate almamamız gerekmektedir. Çünkü 1300 seneden beri, hatta İslâm öncesinden beri yahudiler, düşmanlık, aşağılanmışlık ve parçalanmışlık içinde hayat sürdürüyorlar. Çevrelerine ne kadar dayanak dikerlerse diksinler, sonları yine böyle olacaktır. Ancak her konumun anahtarı yüce Allah'ın, onlarla vaadini gerçekleştirdiği mümin topluluğun varlığına bağlıdır. Allah'ın vaadini karşılayacak, O'nun kaderine perde olacak ve yüce Allah'ın onlarla yeryüzünde dilediğini gerçekleştireceği günümüzün müslüman topluluğu nerede?

Müslüman ümmet İslâm'a döndüğü, İslâm'a gerçek anlamda inandığı, hayatını bütünüyle sistemine ve şeriatına dayandırdığı gün, işte o gün, yüce Allah yaratıklarının en kötüleri aleyhindeki müminlere yönelik vaadini gerçekleştirecektir. Yahudiler bunu biliyorlar. Bu yüzden, yeryüzünün her karış toprağında ortaya çıkan İslâmî diriliş hareketlerinin üzerine dağarcıklarındaki tüm kötülük ve hilelerle çullanıyorlar, ellerindeki her zorbalık ve saldırganlığı devreye sokuyorlar. Kendi elleriyle değil ancak, işbirlikçilerinin elleriyle vahşi ve iğrenç darbeler vuruyorlar. Mümin topluluk hakkında bir sözleşme ve antlaşma gözetmezler. Ancak Allah, karşı konulmaz egemenliğin sahibidir ve Allah'ın vaadi kesinlikle gerçekleşecektir:

"Onların arasına kıyamet gününe kadar sürecek bir düşmanlık ve kin saldık. Ne zaman savaş ateşini körüklediler ise, Allah onu söndürmüştür."

Yüce Allah'ın, yahudide somutlaşan kötülük ve bozgunculuğu durdurup ortadan kaldırıp göndermesi kaçınılmazdır. Çünkü Allah, yeryüzünde bozgunculuk yapılmasını sevmez. Bu yüzden yüce Allah'ın sevmediği şeyi ortadan kaldırıp süpürecek kullarını göndermesi bir zorunluluktur:

"Onlar yeryüzünde hep fesad, bozgunculuk peşinde koşarlar. Oysa Allah bozguncuları sevmez."

Dersin sonunda, büyük bir iman kuralı yer almaktadır. Yeryüzünde Allah'ın dinini yerleştirmenin anlamının, müminin hem dünya hem de ahiret hayatı, için dirlik, kazanç ve kurtuluş olduğuna ilişkin bir kural yerleştirilmektedir. Din ile dünyayı ayırmak söz konusu değildir. Dünya ile ahireti de ayırmak mümkün değildir. Çünkü İslâm, dünya ve ahiret için, dünya ve din için gönderilmiş bir sistemdir. Bu büyük iman kuralı, Kitap Ehli'nin Allah'ın dininden sapmalarından, haram yemelerinden ve şu yeryüzü nimetlerinden herhangi birini elde etmek için, kelimeleri yerlerinden oynatmalarından söz edilmesi münasebetiyle yer almaktadır. Şayet onlar, Allah'ın yolunu seçselerdi, Allah'ın dinine uymak, yerde ve gökte, dünya ve ahirette onlar için çok daha yararlıdır.

65- Eğer Kitap Ehli, iman edip kötülüklerden sakınsalar, günahlarını siler, onları nimetlerle dolu cennetlere koyardık.

66- Eğer onlar Tevrat'a, İncil'e ve Rableri tarafından kendilerine indirilen Kur'an'a uygun yaşasalardı, başları üzerinden ve ayakları altından kaynaklanan nimetler yerlerdi. Onların içinde ılımlı, aşırı davranışlardan sakınan bir kesim var. Fakat çoğu ne fena işler yapıyor!

Şu iki ayet, İslâm düşüncesinin büyük esaslarından birini dile getirmektedir. Dolayısıyla insanlık hayatı için, son derece önemli bir gerçeği temsil etmektedir. Belki de günümüzde olduğu kadar bu gerçeğin belirginleşmesine ve açıklanmasına hiçbir zaman ihtiyaç duyulmamıştı. Çünkü insan aklı, insanlığın sahip olduğu ölçüler ve kurumları, bu son derece önemli konuda çeşitlerin sisleri, düzenlerin sapıklıkları arasında bocalamakta, sarsıntılar geçirmekte ve boşluğa doğru sürüklenmektedir.

Yüce Allah Ehli Kitab'a diyor ki, -tüm Ehli Kitab'ı kapsayan en doğru sözü söylüyor- şayet inanır Allah'tan korksalardı, günahları siler onları bol nimetli cennetlere koyardı. Bu, onların ahiret mükafatıydı. Aynı zamanda onlar, dünya hayatlarında, tevrat, incil ve yüce Allah'ın kendilerine indirdiği diğer direktiflerde somutlaşan ilahî hayat sistemini -Allah'ın indirdiği şekilde bozmadan, değiştirmeden- uygulasalardı, dünya hayatları düzelecekti. Yaşama düzeyleri yükselecek, bol rızıklar elde edeceklerdi. Başları üstünden ve ayakları altından fışkıran rızıkları yiyeceklerdi. Geniş çaplı, bir üretim, güzel bir dağıtım ve hayatın dirliği ile karşılaşacaklardı. Ancak uzun tarihleri boyunca, aşırı davranışları olmayan, ılımlı bir azınlığın dışında hiçbiri iman etmemiş, Allah'tan korkmanı ve O'nun hayat sistemini uygulamamıştır. "Fakat çoğu ne fena işler yapıyor."

Böylece şu iki ayetten anlaşılıyor ki, iman ve takva, bir de Allah'ın sistemini şu dünya hayatında insanların hayatına egemen kılmak, Allah'ın şeriatını tatbik eden mümin takva sahiplerine sadece ahiret mükafatını kazandırmakla kalmıyor, -Bu çok daha öncelikli ve sürekli olmakla beraber- aynı zamanda dünya işlerinin dirliğini de garantiliyor ve bu kişilere dünya mükafatın ı da kazandırıyor. Bolluk, gelişme, dengeli servet bölüşümü ve yeterlilik... Nitelik şu sözde, bolluk ve genişliğin anlamını somut bir şekilde çizmektedir:

"Başları üzerinden ve ayakları altından kaynaklanan nimetler yerlerdi."

Böylece ahiretteki güzel mükafatı elde etmek için ayrı, dünya dirliği için de ayrı bir yolun bulunmadığı da anlaşılmış oluyor. Nem dünya hem de ahiret hayatını düzenleyen, tek bir yol vardır. Bu yoldan şaşıldığı an, dünya hayatı bozulduğu gibi, ahiret hayatı da mahvolur. Bu biricik yol; iman, takva ve dünyada ilahî hayat sistemini uygulamaktadır.

Bu sistem sırf, kalbi bir bilinç ve takvadan ibaret değildir. Aynı zamanda o, -bunlara bağlı olarak- insanlığın pratik hayatının dayandığı ve kendisinin de hayata egemen olduğu bir sistemdir. İman ve takvayla beraber bu sistemi yeryüzüne yerleştirmek, dünya hayatının düzelmesinin, bol rızkın, geniş çaplı üretimin ve dengeli dağıtımın garantisidir. Öyle ki, -bu sistemin gölgesinde- tüm insanlar başlarının üzerinden ve ayaklarının altından fışkıran nimetlerden yerler.

Kuşkusuz imana dayalı hayat sistemi, dini dünyaya karşılık, ahiret mutluluğunu da dünya mutluluğuna karşılık olarak öngörmez. Ahiret mükafatını elde etmek için, dünyada tutulan yoldan başka bir yol edinmez. işte bu günümüz insanının düşüncesinde, akıllarında, vicdan ve pratik konumlarında kapalı kalmış bir gerçektir.

İnsanların fikirlerinde, vicdanlarında ve realitelerinde dünya ve ahiret yolları ayrılmıştır. Öyle ki, sıradan bir insan -yolunu şaşırmış insanlığın genel görüşü de budur- iki yolu birleştirmenin mümkün olacağı düşünülemez olmuştur. Aksine, dünya yolunu seçtiği zaman kendi hesabına ahireti, ahiret yolunu tutmak istediğinde de dünyayı gözden çıkarmak durumunda kalacağını sanmaktadır. Düşünce ve pratik hayatta ikisinin birleşeceğinin mümkün olacağını düşünememektedir. Bu zamanda, yeryüzünün ve insanların pratik durumu ve sistemi bunu öngörmektedir, zannetmektedir.

Doğrusu; Allah'tan ve O'nun hayat sisteminde uzak, sapık cahiliyenin hayatı yönlendiren kurumları, günümüzde dünyayı ve ahiret yollarını birbirlerinden uzaklaştırmaktadır. Toplum içinde sivrilmek, dünyevi menfaat kaynaklarını elde etmek isteyenlere, ahiret yolunu bırakmalarını zorunlu kılmaktadır. Dini prensipleri, ahlak ilkelerini, yüksek düşünceleri ve dinin özen gösterdiği temiz hayat tarzını feda etmelerini istemektedir. Buna paralel olarak, ahirette kurtulmak isteyenlere, bu dünyanın akıntısından, murdar kurumlarından ve toplum içinde sivrilmek, menfaat kaynaklarını elde etmek için, bu kurumların benzeri yöntemlerden uzak olmalarını zorunlu görmektedir. Çünkü bu yöntemlerin temiz olmaları mümkün olduğu gibi, din ve ahlâkla uyuşmaları da imkansızdır. Allah'ın bunlardan hoşnut olması da söz konusu değildir.

Ancak... Bunu içinden çıkılmaz bir durum olarak görmektedirler. Bu yapışkan durumdan kurtulmanın mümkün olmadığını, dünya ve ahiret yollarının birleşmesinin imkansız olduğunu düşünüyorlar.

Aksine... Bu içinden çıkılmaz bir durum değildir. Dünya ve ahiret arasındaki bu karşıtlık, dünya ve ahiret yollarının farklılığı, değişmez nihai gerçekler değildir. Aslında bu durum, hayatın tabii özelliklerinden de değildir. Geçici sapıklıktan kaynaklanan ve sonradan olma bir durumdur bu.

Aslında insan hayatının karakteristik ilkesine göre dünya yolu ile ahiret yolu birdir, çakışıktır. Ahiret için yararlı olan yol, aynı zamanda dünya için de yararlı olan yoldur. Üretim, kalkınma, yeryüzü nimetlerini bollaştırma faaliyeti, dünya hayatında refah sağlayıcı olduğu gibi ahiret sevabını da kazandıran bir faktördür. Bunun yanısıra iman, takva ve iyi amel, gibi nitelikler yüce Allah'ın rızasını ve ahiret sevabını kazandırıcı faktörler oldukları oranda aynı zamanda dünyadaki maddi kalkınma sürecinin de sebeplerini oluştururlar.

Bu ilke, insan hayatının temel karakteristiğidir. Fakat insan hayatı, yüce Allah'ın önerdiği sisteme dayandırılmadıkça bu ilke gerçekleşemez. Çünkü çalışmayı ibadet sayan yüce Allah şeriatı uyarınca yürütülecek yeryüzü halifeliğini farz kabul eden sistem, bu sistemdir. Yeryüzü halifeliği, çalışmaktır, emektir, üretimdir, gelişmedir, kalkınmadır. Yüce Allah'ın yukardaki ayette buyurduğu gibi herkese, "başları üzerinden ve ayakları altından rızık akmasını" sağlayan, sosyal adalettir.

İslâm düşüncesine göre insanın görevi, yüce Allah'ın izni ve şartları uyarınca O'nun yeryüzündeki halifesi, temsilcisi olmaktır. Buna göre her türlü üretici ve ortaya eser koyucu çalışma, yeryüzünün, hatta evrenin tüm olanaklarını ve hammaddelerini kullanarak maddi refah düzeyini yükseltmeye yönelik gayretler bu halifelik görevinin kaçınılmaz gerekleridir. İnsan, yüce Allah'ın sistemi ve şeriatı uyarınca ve halifelik misyonunun şartlarını gözetmek sureti ile bu görevi yerine getirince yüce Allah'a itaat etmiş olur ki, bu itaat, kendisine ahiret sevabını kazandırır. Bunun yanısıra eğer insan, bu görevi anlattığımız biçimde yerine getirirse, yüce Allah'ın, yararına sunmuş bulunduğu yeryüzü nimetlerini elde eder; yukarda okuduğumuz ayetin anlam yüklü deyimi uyarınca, "başı üzerinden ve ayakları altından kaynaklanan bol rızklara" kavuşur.

Buna karşılık yeryüzünün kaynaklarını işletmeye yönelmeyen, insanoğlunun yararına sunulmuş evrensel maddi imkanları kullanmaya girişmeyen insan, İslâm düşüncesine göre, yüce Allah'a karşı gelmiş uğrunda yaratıldığı temel göreve sırt çevirmiş sayılır. Çünkü yüce Allah, insan hakkında bir ayetinde meleklere "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" buyurmuş (Bakara Suresi, 30) ve başka bir ayetinde de, insanlara, "Allah, göklerde ve yeryüzünde bulunan herşeyi sizin yararınıza sundu" diye, seslenmiştir. (Casiye Suresi, 14) Buna göre maddi kalkınma çabasına yan çizen insan, yüce Allah'ın kullarına bağışladığı rızkı işe yaramaz hale getirmiş, böylece dünyasını berbat ettiği için ahiretini de hüsrana mahkûm etmiş olur.

İslâm sistemi, bu ilkesi ile, dünya ile ahireti, uyumlu ve koordinasyonlu bir biçimde birleştiriyor. Bu uyum ve koordinasyon içinde insan, ne ahireti elde etmek için dünyasını ve ne de dünyasını elde etmek için ahiretini ihmal etmek, bir yana bırakmak zorunda kalıyor. Neden derseniz; çünkü İslâm sistemine göre İslâm düşüncesine göre, dünya ile ahiret ne birbirinin karşıtı ve ne de biri diğerinin alternatifidir.

Gerçi bu ilke, genel anlamda insan soyu ve yeryüzünde yüce Allah'ın sistemi uyarınca yaşayan insan toplulukları içindir. Fakat tek tek fertler için de aynı ilke geçerlidir. Çünkü İslâm sistemine göre fertlerin yolu ile toplumların yolu arasında çelişme, çatışma ve bağdaşmazlık yoktur. Buna göre bu sistem, her ferde bütün aklî ve bedenî yeteneklerini çalışma ve üretim uğrunda seferber etmesini emreder. Ona çalışması ve üretimi sırasında yüce Allah'ın rızasını gözetmesini önerir. Onu zalimlikten, gaddarlıktan, aldatıcılıktan, hıyanetten, haram yemekten, yolsuzluktan, sahip olduğu imkanları toplumdaki yoksul kardeşleri ile paylaşmaya yanaşmama bencilliğinden kaçınmaya çağırır. Onun, çalışarak kazandığı meşru malı üzerindeki mülkiyet hakkını onayladığı gibi, bu ferdi mülkiyete ilişkin yüce Allah'ın emirlerinden ve yasalarından kaynaklanan toplumsal hakları da onaylar. Sistem, bu sınırlar içindeki, şartlar uyarınca ortaya konan maddi çalışmaları, fert hesabına ibadet olarak kaydeder. Bu çalışmaları, dünyada müreffeh bir hayat düzeyi ile, ahirette de cennetle ödüllendirir. Ayrıca ferdi, Allah'ına daha sıkı şekilde bağlamak üzere ona bir takım belirli ibadet görevleri yükler. Bu ibadet görevleri, periyodik aralıklarla tekrarlandıkça onunla Allah'ı arasındaki bağı daha güçlü ve daha dayanıklı hale getirirler. Yani, her gün beş kere namaz kılarak, yılda bir ay oruç tutarak, ömründe bir kere hacca giderek ve her yıl sonunda malının zekatını vererek, yüce Allah ile arasındaki bağı sürekli biçimde yenilenen bir çaba ile kuvvetlendirme imkanına kavuşur.

İşte İslâm sisteminde bu farz ibadetlerin değeri bu noktadan kaynaklanır. Bu ibadetler kulun, yüce Allah ile arasındaki taahhüdü yenileme ve tazeleme girişimleridirler; yüce Allah'ın hayata ilişkin kapsamlı sistemine karşı, kulun bağlılığını pekiştirirler. Bunlar, hayatın bütün kesimlerini düzenleyen; maddi çalışmayı, üretimi, servet bölüşümünü, insanlar arası ilişkileri ve halifeliğe ilişkin görevlerini disipline bağlayan bu sistemin yükümlülüklerini yerine getirme azmini bileyen Allah'a yaklaştırıcı faaliyetlerdir. Ayrıca bu ibadetler, yüce Allah'ın yardımı ve desteği sayesinde, bu kapsamlı ve eksiksiz sistemi hayata yansıtmanın gerektirdiği fedakarlıklara katlanma bilincini geliştirirler. İnsanların, yolları üzerine dikilen ihtiraslarını, inatlarım, sapık eğilimlerini ve keyfî arzularını bertaraf ederler.

Bu farz ibadetler maddi çalışma, üretim, servet bölüşümü, insanlar arasında hüküm verme, yargılama, yüce Allah'ın sistemini yeryüzünde yerleştirme ve bu sistemin insan hayatındaki egemenliğini pekiştirme amacı ile girişilecek cihad gibi faaliyetlerden kopuk görevler değildirler. Tersine iman, takva ve farz ibadetler, bu sistemin ilk yarısını oluşturur ve bu ilk yarı; sistemin öbür yarısının gereğinin yerine getirilmesini sağlayan bir itici güç oluşturur. Böylece, yüce Allah'ın, yukarda okuduğumuz iki ayette insanlara vaadettiği gibi iman, takva ve ilahî sistemin pratik hayata yansıtılması, maddi refaha ve rızık bolluğuna ulaştıran bir yol oluşturur.

İslâm düşüncesi ve bu düşüncenin ürünü olan İslâm sistemi ne ahireti, dünya hayatının ve ne de dünyayı, ahiret hayatının alternatifi olarak sunmaz. Bunun yerine dünyayı da ahireti de, aynı yoldan gidilerek ulaşılacak ve aynı çaba ile kazanılacak hedefler olarak sunar. Fakat insan hayatında dünya ile ahiretin birleşebilmesi için insanın mutlaka yüce Allah'ın hayat metoduna uyması gerekir. Bunun yanısıra insan hayatına ilahî sistemden kaynaklanmayan herhangi bir yabancı unsur karıştırmamalı ya da ilahî sistemle bağdaşmayan her bir şahsî düşünce kırıntısının bu hayatın ahengini bozmasına meydan verilmemelidir. Çünkü dünya ile ahiret arasında ancak, bu sistem sayesinde uyumlu bir bütünlük kurulabilir.

İslâm düşüncesi ve bu düşüncenin ürünü olan İslâm sistemi imanı, ibadeti, iyi ahlâklılığı ve takvayı maddi çalışmanın, emeğin, üretimin, kalkınmanın ve pratik hayat düzeyini geliştirmenin alternatifi olarak sunmaz. Bu sistem, günümüzün bazı sığ akıllarının sandıkları gibi, insanlara sadece ahiret cenneti vaad ederek bu cennete nasıl varılacağını belirlemekle yetinen ve bunun yanısıra, dünya cennetine nasıl varılacağı konusunda hiçbir şey söylemeyerek bu cennete götürecek yolu benimseme işini insanlara bırakan bir sistem değildir. Tersine, İslâm düşüncesine ve bu düşünceden kaynaklanan İslâm sistemine göre maddi çalışma, emek, üretim, kalkınma ve pratik hayat düzeyini geliştirme faaliyeti, yeryüzü halifeliğinin kaçınılmaz gereğini oluşturur. Bunun yanısıra iman, ibadet, iyi ahlâklılık ve takva, söz konusu ilâhi sistemi pratik insan hayatına yansıtmanın beslenme kanallarını, zorunlu kurallarını, itici gücünü ve hızlandırıcı enerjisini oluştururlar.

Bu iki nitelik gruplarının her ikisi, hem yeryüzü cennetini ve hem de ahiret cennetini birlikte kazandırırlar. Her iki cennete giden yol aynı yoldur. Günümüzde yeryüzüne egemen olan tüm cahiliye sistemlerinde görüldüğü gibi, din ile pratik maddi hayat arasında bir kopukluk bir bağdaşmazlık yoktur. Bu kopukluk günümüz dünyasına egemen olan cahiliye sistemlerinde vardır. Bu sistemlerin çoğu kafalara yerleştirdiği asılsız saplantıya göre insanlar, ya dünyayı ya da ahireti seçmelidirler, bu ikisini ne düşüncede ve ne de pratik hayatta biraraya getirmek mümkün değildir. Çünkü bunlar, birbirleri ile bağdaşamazlar!

Evet cahiliye toplumlarında ve cahiliye zihniyetlerinde insanların hayatında dünya yolu ve ahiret yolu arasında, dünya işi ile ahiret işi arasında, insan ruhunu besleyen ibadet ile maddi buluşlar arasında, dünya hayatına ilişkin başarı ile ahiret hayatına ilişkin başarı arasında çelişki ve kopukluk görülür. Fakat bu uğursuz bedel, insanlığa yüklenmiş kaçınılmaz bir kader hükmünün gereği değildir. Bu uğursuz ve ağır ceremeyi, yüce Allah'ın sistemine sırt çevirerek, temelde ve amaçta bu sisteme zıt başka uydurma sistemler benimsemekle insanlık, kendi kendine yüklenmiştir. .

İnsanlar bu ağır ceremeyi, dünya hayatında kanlarından ve sinirlerinden ödüyorlar. Tabii ki, asıl ceremeyi daha ağır ve daha bel bükücü biçimde ahirette ödemek zorunda kalacaklardır.

İnsanlar maddi çalışmanın, üretimin, bilimin, deneysel işlemler yapmanın, gerek fert ve gerekse toplum olarak hayat mücadelesinde başarılı olmanın tek yolu budur, saplantısına kapılarak dini tümü ile bir yana bıraktıklarında kalpleri, iman güveninden, iman huzurundan, iman besininden ve iman doyumundan yana bomboş kalır. Bu boşluğun sonucu olarak, sözünü ettiğimiz uğursuz kopukluğun faturasını, ceremesini endişe, şaşkınlık, bunalım, gönül bedbahtlığı ve duygu kargaşalığı olarak ödüyorlar. Bu durumda insanlar, kendi fıtratları ile boğuşuyorlar, kalplerinin inanç sistemine karşı duyduğu fıtrî açlıkla boğuşuyorlar, insan kalbi bu boşluğa, bu yoksunluğa katlanamaz. Öte yandan bu öyle bir açlıktır ki, onu hiçbir sosyal akım, hiçbir felsefî doktrin, hiçbir bilimsel teori asla gideremez. Çünkü bu açlık, ilahını arayan insanoğlunun içgüdüsel açlığıdır.

Bir yandan insanlar, bir yandan sosyal düzeni, kurumları, düşünceleri, maddi kazanç yöntemleri, başarılı olma metodları tümü ile yüce Allah'ın sistemi ile çatışan günümüz toplumlarının hayat anlayışına göre yaşamayı benimserken öte yandan, Allah inancını gönüllerin bir köşesinde korumaya çalışınca da bu yüklü faturayı, bu ağır ceremeyi yine endişe, bunalım, şaşkınlık, gönül mutsuzluğu ve duygusal anarşi olarak ödemek zorunda kalıyorlar. Çünkü içinde yaşadıkları bu uğursuz toplumlarda dini inanç, dine dayalı ahlâk ve dine bağlı davranış sistemi ile egemen kurumlar, yasalar, değer yargıları ve ahlâkî normlar karşılıklı bir çatışma halindedirler.

Gerek yüce Allah'ın varlığını kökünden inkâr eden ateist-komünist ideolojilerin gölgesi altında ve gerekse dine pratik hayatın düzeninden kopuk basit bir inanç olarak yer tanıyan, diğer maddi ideolojilerin gölgesi altında yaşayan insanlar dinin Allah'a ve hayatın insanlara ait olduğunu, dinin; inanç, duygu, ibadet ve ahlâk, buna karşılık hayatın; düzen, yasal mevzuat, üretim ve çalışma olduğunu düşünen zavallı insanlar, tümü ile bu mutsuzluğun ızdırabını yaşıyorlar.

İnsanlık bu ağır faturayı; bu mutsuzluk, bu bunalım, bu şaşkınlık, bu ruh boşluğu faturasını ödemek zorunda kalıyor. Çünkü dünya ile ahireti birbirinden ayırmayıp her ikisini bir kabul eden, dünya refahı ile ahiret mutluluğu arasına çatışma koymayıp, bunların her ikisi arasında uyum kuran ilahî sistemi benimseyip uygulamaya koymaya girişmiyorlar.

Allah'a inanmadıkları, kalplerinde Allah korkusu taşımadıkları ve hayatlarına yüce Allah'ın sistemini egemen kılmadıkları halde bolluk içinde yüzen, bol maddi üretim gerçekleştiren ve yüksek bir refah düzeyine erişen milletleri görünce, geçici bir zaman dilimine özgü bu yalancı görüntülere aldanmamalıyız.

Bu geçici bir refah dönemidir. Ancak değişmez ilahî yasalar etkilerini gösterinceye kadar varlığını sürdürebilir. Maddi üretim ve gelişme ile ilahî sistem arasındaki kopukluk eninde-sonunda, tüm sonuçlarını ortaya koyacaktır. Bu sonuçların bazıları, değişik biçimlerde, daha şimdiden ortaya çıkmıştır bile.

Bu sonuçlar bu toplumlarda, dengesiz gelir dağılımı biçiminde ortaya çıkıyor. Bu durum, bu toplumları mutsuzluklara ve kinlere boğuyor. Toplumun iliklerine işleyen bu kinler sarsıcı devrim beklentilerine ve kaygılarına yol açıyor. Bu durum, yüksek refah düzeyine rağmen gündeme getirilmiş bir sosyal beladır.

Yine bu sonuçlar, belirli bir oranda gelir dağılımı dengesi kurmak isteyen bazı toplumlarda baskı, terör ve yıldırma biçiminde ortaya çıkıyor. Çünkü bu toplumlarda egemen olan siyasi iktidarlar, milli gelirin nisbeten dengeli bölüşümünü sağlayabilmek için zorlamacı, ezici, yıldırıcı ve sindirici yöntemlere başvuruyorlar. Bu da insanları can güvenliğinden, huzurdan ve hatta gece olunca korkusuzca yatağa girip rahat bir uyku uyuma garantisinden bile yoksun bırakan bir sosyal belâdır.

Öte yandan bu sonuçlar psikolojik ve ahlâkî çöküntüler biçiminde ortaya çıkıyor. Bu çöküntüler er ya da geç, maddi hayatın da yıkımına yol açacaklardır. Çünkü çalışmak, üretmek ve servet bölüşümü; bunların hepsi ahlâkî bir yaptırımın teminatına muhtaçtır. Tek başına yeryüzü kaynaklı yasalar çalışma düzeninin güvenliğini sağlamakta kesinlikle yetersizdir. Günümüz dünyasının her tarafında bu gerçeği açıkça görüyoruz.

Yine bu sonuçlar sinirsel gerginlikler, stresler ve şimdiye kadar adları duyulmamış değişik hastalıklar biçiminde ortaya çıkıyorlar. Bu hastalıklar ve gerginlikler, başta en kalkınmış toplumları olmak üzere günümüzün bütün milletlerini kasıp kavuruyorlar; önce insandaki zekâyı ve dayanma gücünü zayıflatıyorlar, arkasından da çalışma ve üretme düzeyini düşürüyorlar. Bu gidişin sonunda ekonomik bunalımın ve refah düzeyi düşüklüğünün gündeme gelmesi kaçınılmazdır. Bu belirtiler günümüz toplumlarında her gözlemcinin dikkatini çekecek oranda net ve belirgindir.

Yine bu sonuçlar, günümüzün bunalımlı dünyasında her an beklenen top yekün yok oluş kaygısında ortaya çıkıyor. İnsanlık tümü ile soyunu yeryüzünden tamamen silebilecek bir dünya savaşı çılgınlığının tehlike çemberi içinde yaşıyor. Bu kavganın sonucunda, sinirleri yay gibi gerilen insanlar; olur-olmaz her şeyden korkuya kapılır, paniğe tutulur hale gelmiştir. Bu panik çeşitli sinir hastalıklarına zemin hazırlıyor. Öyle ki, günümüzün ekonomide kalkınmış ülkelerinde kalp sektesinden, beyin kanamasından ya da intihar ederek ölenlerin oranı şimdiye kadar hiçbir dönemde ve hiçbir toplumda rastlanmamış derecede yüksektir. Öte yandan bu uğursuz sonuçlar bir bütün olarak, bazı milletlerde görülen dağılma, soy kuruması ve günden güne sayıca azalma eğiliminde, daha belirgin bir şekilde ortaya çıkıyor. Bu eğilimin en çarpıcı örneğini Fransız milleti oluşturuyor. Fakat Fransa, bu alanda diğer milletlerin akıbetini önceden gösteren somut bir örnektir sadece. Bu tehlikeli gidiş maddi faaliyetler ile ilahî sistemi, dünya ile ahireti, din ile pratik hayatı birbirinden ayırma cürmünün ya da ahirete ilişkin sistemi ilahî kaynağa, dünyaya ilişkin sistemi insanların keyfi arzularına dayandırarak ilahî sistem ile insanların hayatı arasında uğursuz bir uçurum açan sapıklığın doğal bir cezasıdır.

Yukardaki ayette dile gelen büyük gerçeğe ilişkin bu açıklamamızı noktalamadan önce ilahî sistemde iman, takva ve bu sistemi pratik hayata yansıtma işlemi ile maddi çalışma, üretim ve yeryüzü halifeliği görevini yerine getirme arasındaki umumun önemini bir kere daha vurgulamak istiyoruz. Bu uyum yüce Allah'ın gerek Kitap Ehli'ne ve gerekse bütün diğer toplumlara koştuğu bir şarttır. İnsanlar ancak bu temel şartı yerine getirmekle dünyada, "Başları üzerinden ve ayakları altından kaynaklanan nimetler" yeme imkânına kavuşabilirler, ancak bu temel şartın gereğine uymakla ahirette, "Günahlarından arındırılarak bol nimetli cennetlere girme" bahtiyarlığına erebilirler; ancak bu şartın gereğine sıkı sıkıya bağlı kalmak suretiyle bolluk, yeterlik, barış ve güven içeren dünya cenneti ile insana sayısız nimetler ve Allah rızası kazandıran ahiret cennetine birlikte kavuşabilirler.

Fakat bu gerçeği vurgularken asla akıldan çıkarılmaması gerektiğini istediğimiz şu temel kuralı, şu ana prensibi de bir kere daha hatırlatmayı yerinde görüyoruz: İnsanın ana görevi ve hayatın temel ekseni iman, takva ve ilahi sistemi pratik hayata yansıtma işlevidir. Bu işlev maddi çalışmayı, üretimi, kalkınmayı ve hayatı geliştirme sürecini de beraberinde taşır. Üstelik kulun yüce Allah ile sıkı ilişki içinde olması, hayatın bütün değerlerine değer katan, bütün kriterlere anlam kazandıran ve bütün hazların çeşnilerini değiştiren bambaşka bir haz, eşsiz bir tad içerir. Bu ilke İslâm düşüncesinin ve İslâm sisteminin en temelli prensibini oluşturur. Arkasından diğer her şey, bu temelli ilkeye bağlı olarak, ondan kaynaklanarak ve onun doğal uzantısı olarak çorap sökülüşü gibi ortaya çıkar. Böylece hem dünyaya ve hem de ahirete ilişkin herşey uyum ve koordinasyon içinde yerine oturur.

Şunu hatırlatmalıyız ki, iman, Allah korkusu, ibadet, yüce Allah ile ilişki halinde olmak ve yüce Allah'ın şeriatını hayata egemen kılmak gibi nitelik ve faaliyetlerin meyvaları insanlar içindir, insanların hayatlarına yansıyacaktır. Yoksa yüce Allah tüm varlıklara karşı ihtiyaçsızdır, onların hiç birine ihtiyacı yoktur. Buna göre eğer İslâm sistemi, bu temel nitelikler ve faaliyetler üzerinde ısrarla duruyor, onları diğer bütün eylem ve faaliyetin ekseni sayıyorsa, bu ana eksene bağlanmayan her tür eylem ve faaliyeti reddediyorsa; onu kabul edilmeyecek bir batıl, yaşamaya hakkı olmayan bir siliklik ve havaya giden sonuçsuz bir çaba olarak kabul ediyorsa bu demek değildir ki, kulların ibadetlerinden, takvalarından, imanlarından ya da ilahî sistemi yeryüzünde egemen kılma girişimlerinden yüce Allah'a bir pay gidiyor. Asla. Yüce Allah, kulların iyilikleri ve kurtuluşa ermeleri bu yolda olduğu için, onları bu niteliklere ve faaliyetlere sarılmaya çağırıyor.

Nitekim Hz. Ebu Hureyre'nin Peygamberimize (salât ve selâm üzerine olsun) dayanarak naklettiği bir kutsi hadise göre yüce Allah kullarına şöyle buyuruyor:

"Ey kullarım! Ben zulmü kendime nasıl haram kıldım ise onu sizin aranızda da haram kıldım. Sakın birbirinize zulmetmeyiniz.

Ey kullarım! Hepiniz sapıksınız, sadece benim doğru yola ilettiklerim müstesna. Buna göre benden dileyiniz ki, sizi doğru yola ileteyim. Ey kullarım! Hepiniz açsınız, sadece benim doyurduklarım müstesna. O halde dileyiniz ki, sizi doyurayım. Ey kullarım! Hepiniz çıplaksınız, sadece benim giyindirdiklerim müstesna. O halde dileyiniz de sizi giyindireyim.

Ey kullarım! Siz gece-gündüz günah işlersiniz, ben ise tüm günahları affederim. O halde dileyiniz de günahlarınızı affediyim. Ey kullarım! Sizin gücünüz yetmez ki, bana zarar dokundurasınız, yine gücünüz yetmez ki, bana fayda sağlayasınız.

Ey kullarım! Eğer sizin ilkinizin ve sonuncunuzun, insanınız ve cinninizin tüm kalpleri, aranızdaki en iyi kulun kalbi kadar takvalı olsa bu benim şanıma birşey katmaz. Ey kullarım! Eğer sizin ilkinizin ve sonuncunuzun, insanınızın ve cinninizin tüm kalpleri aranızdaki en günahkar insanın kalbi kadar bozuk olsa bu durum da benim şanımdan bir şey eksiltmez. Ey kullarım! Eğer sizin ilkiniz ve sonuncunuz, insanınız ve cinniniz bir meydanda toplanarak bana dileklerinizi sunsanız da, ben her birinizin dileğini tek tek karşılasam hazinemden hiçbir şey eksiltmez. Bu durum benim hazinem için, denize daldırılan bir iğnenin boşaltabileceği deniz suyu gibi bir şeydir.

Ey kullarım! Bunlar tek tek hesabınıza yazıp sonra eksiksiz karşılıklarını biçtiğim kendi amellerinizdir. Bana göre kim iyilik bulursa Allah'a hamd etsin. Kim de bunun dışında bir karşılık bulursa sadece kendini kınasın." (Sahih-i Müslim)

İşte iman, takva, ibadet, yüce Allah'ın sistemini hayata egemen kılmak ve şeriata göre hüküm vermek gibi temel görevlerimizi bu bakış açısının ışığı altında kavramalı, değerlendirmeliyiz. Bu temel görevlerin sonuçları gerek dünyada gerekse ahirette bizim, yani tüm insanlığın hesabına geçiyor ve bunlar insanlığın hem dünyaya hem de ahirete ilişkin iyiliğinin vazgeçilmez gerekleri oldukları için bize emredilmişlerdir.

Öyle umuyorum ki, bu ayette yüce Allah'ın Kitap Ehli'ne koştuğu şartın sadece Kitap Ehli'ne özgü olmadığını söylemeye bile gerek yoktur. Okuduğumuz ayette yüce Allah'ın Kitap Ehli'ne koştuğu şart şu maddeleri içeriyor: Allah'a inanmak, O'nun yasaklarından sakınmak, yüce Allah'ın kendilerine indirmiş olduğu Tevrat'ta, İncil'de, doğal olarak son Peygamberlik misyonu öncesinde kendilerine ulaşan kutsal mesajlarda somutlaşan ilahî sistemi hayata yansıtmak.

Buna göre bu şart, kendilerine Kur'an indirilenler için haydi haydi geçerlidir. Bu şart müslüman olduklarını söyleyenler için öncelikle geçerlidir. Çünkü oların dini gerek kendilerine indirilen Kur'an'a ve gerekse daha önceki peygamberlere indirilmiş tüm 'kutsal kitaplara inanmayı, gerek kendilerine indirilen Kur'an'ı ve gerekse daha önceki şeriatlardan kalan ve yüce Allah tarafından kendi şeriatlerinin kapsamına alınarak yürürlükte tutulan eski hükümleri uygulamayı açık bir dille emrediyor. Onlar öyle bir dinin bağlılarıdırlar ki, yüce Allah ondan başkasını din kabul etmiyor. Daha önceki bütün dinler ona düğümlenmiştir. Yüce Allah'ın kabul edebileceği başka bir din yok artık ortada.

Buna göre yüce Allah'ın yukardaki şartı ve taahhüdü, bu son dinin bağlıları için öncelikle geçerlidir. Başka bir deyimle bu dinin bağlıları yüce Allah'ın tek hoşlandığı din olan dinlerine herkesten coşkun bir sevgi ile sarılmalı ve bunun sonucu olarak yüce Allah'ın ahirete ilişkin, "günahlardan arındırarak cennete yerleştirme" ve dünyaya ilişkin, "başları üzerinden ve ayakları altından nimetleri yeme" vaadlerinden yararlanmayı öncelikle hakketmektedirler.

Evet, bu dinin bağlıları, günümüzde İslâm aleminin -ya da daha doğru bir deyimle, bir zamanlar müslümanların yaşadığı ülkelerin- her köşesinde egemen olan açlığın, hastalıkların, korkunun, güvensizliğin ve perişanlığın yerine, yüce Allah'ın bu vaadinden öncelikle yararlanan kimseler olmalıdırlar. Yüce Allah'ın şartı ve vaadi her zaman olduğu gibi şimdi de geçerlidir ve bu şarta, bu vaade giden yol bellidir. Ama eğer müslümanlar akıllarını başlarına toplayabilseler! ..

Önümüzdeki derste yine Kitap Ehli'nin, yani yahudiler ile hristiyanların tutumu ele alınıyor; onların inançlarının sapıklıkları vurgulanıyor; özellikle yahudilerin tarihleri boyunca ortaya koydukları çirkin davranışlar sergileniyor; arkasından Kitap Ehli ile Peygamberimiz ve müslüman toplum arasındaki ilişkilerin bir yönüne ışık tutuluyor; bu arada Peygamberimiz ile müslümanların onlara karşı nasıl davranmaları gerektiği anlatılıyor. Bunların yanısıra sapık inançlara ve bu sapık inançların taraftarlarına karşı müslüman toplumun nasıl bir hareket stratejisi izleyeceği, İslâm düşüncesinin ilkeleri uyarınca nasıl bir tavır takınacağı sorularına cevap veriliyor.

Yüce Allah, okuyacağımız dersin ayetlerinde Peygamberimize (salât ve selâm üzerine olsun) seslenerek; O'nu, kendisine indirilen kutsal mesajı, hiçbir noktasını atlamadan tümü ile ve olduğu gibi insanlara duyurmakla yükümlü tutuyor. Bu duyuru görevini yaparken karşılaştığı şartların özelliklerine aldırış etmemesini, "insanların keyfi arzularına ya da toplumun pratiğine ters düşerim" endişesi ile duyurma görevini ertelememesini, yoksa duyurma görevini yerine getirmemiş sayılacağını tembihliyor.

Bu duyuru görevinin bir parçası olarak Peygamberimizin Kitap Ehli'nin yüzlerine karşı şunları açık açık söylemesi isteniyor: "Sizler Tevrat'ı, İncil'i ve yüce Allah'tan gelen mesajları hayatlarınızda uygulamadığınız sürece birer hiçsiniz, anılmaya değer bir varlığınız yoktur." Evet, bu gerçek onların yüzlerine karşı böylesine kesin ve net bir dille, dobra dobra haykırılacaktır.

Ayrıca Peygamberimiz şu gerçekleri de ilân etmeye çağrılıyor: yahudiler, yüce Allah'a verdikleri sözlerden döndükleri ve peygamberlerini sebepsiz yere öldürdükleri için kafir olmuşlardır. Bunun yanısıra hristiyanlar da "Allah, Meryemoğlu Mesih'tir" ve "Allah, üçün üçüncüsüdür." dedikleri için aynı şekilde kâfir olmuşlardır. Ayrıca Hz. İsa'nın, yahudileri müşrikliğin kötü akıbeti konusunda uyardığı, yüce Allah'ın, müşriklere cenneti haram kıldığı, isyankarlıkları ve taşkınlıkları yüzünden yahudilerin Hz. Davud'un ve Hz. İsa'nın dillerinden lânetlendikleri ilan ediliyor.

Dersin sonunda Kitap Ehli'nin, müslümanlara karşı müşriklerle (putperestlerle) işbirliği yaptıkları belirtiliyor ve bu tutumun onların yüce Allah'a ve Peygamberimize inanmadıklarından kaynaklandığı açıklanıyor, bunların Peygamberimizin getirdiği ilahî mesaja çağrılı olduklarını ve eğer bu çağrıya olumlu karşılık vermedikleri takdirde mümin sayılamayacakları ilan ediliyor.

Hiç yorum yok: