Nisa suresi
KADIN VE İNSAN PSİKOLOJİSİ ÜZERİNE
Sûrenin başlarında inen ayetler, kadınlara ilişkin bir takım soruları ve onların bazı durumları hakkında fetva istemelerini anlatmaktadır. Müslümanların soru sormak ve bazı hükümlere ilişkin fetva istemek gibi girişimleri müslüman toplumun gelişimini ve müslümanların hayatî konularda dinlerinin hükümlerini öğrenme isteklerini göstermektedir. Kuşkusuz cahiliyeden İslâm'a dönüşümün ruhlarında meydana getirdiği sarsıntı son derece derindi. Öyle ki cahiliyeden kaynaklanan her konudan, İslâm'da geçersiz olduğu yada değiştirildiği korkusuyla kuşkulanır ve sakınır olmuşlardı. Bu yüzden günlük hayatlarında karşılarına çıkan her şeye ilişkin İslâm'ın hükümlerini öğrenmek istiyorlardı. Bu uyanıklık ve durumlarını İslâm'a uydurma konusunda duydukları bu arzu, -hayatlarında kimi cahiliye kalıntılarının henüz bulunmasına rağmen- o dönemin en belirgin özelliğidir. Kuşkusuz önemli olan durumlarını İslâm'ın hükümlerine uydurmada duydukları gerçek ve güçlü arzu ve aynı ruhla bazı hükümlerin yorumlanmasını istemeleridir. Yoksa günümüzde bir çoğunun müftülere başvurduğu gibi sırf, bir şeyler öğrenmek, bilgin olmak için fetva isteminde bulunmazlardı.
Toplum, dininin hükümlerini öğrenmek zorundaydı. Çünkü yeni hayat düzenlerini bu şekillendirecekti. Ayrıca öğrenmeyi şiddetle istiyorlardı. Çünkü, amaç, pratik hayatlarıyla dinlerinin hükümleri arasında uygunluk meydana getirmekti. Cahiliyeden yeni yeni soyutlanmışlardı. Cahiliyenin gelenek, alışkanlık, sistem ve hükümlerinden kaçınıyorlardı. Bu arada İslâm'ın hayatlarında meydana getirdiği bu büyük değişimin yada daha doğru bir ifadeyle, İslâm'ın eliyle gerçekleştirilen bu yeniden doğuşun değerini de çok iyi biliyorlardı.
Burada, Allah için öğrenmek istemelerinin, bu istekteki içtenliklerinin ve öğrendiklerine uymadaki kararlılıklarının gerçekliğinin karşılığını görüyoruz. Bütün bunların karşılığı olarak yüce Allah'ın koruma ve gözetimini görüyoruz. İstedikleri fetvayı yüce Allah üzerine alıyor:
"Onlar senden kadınlara ilişkin fetva isterler. De ki; onlar hakkında size fetvayı Allah veriyor."
Onlar Resulullah'tan (salât ve selâm üzerine olsun) fetva istemişlerdi. Ancak yüce Allah lütfedip peygamberine şöyle söylemesini emrediyor! Kadınlar ve ayette zikredilen diğer konular hakkında size Allah fetva veriyor. Kuşkusuz yüce Allah'ın kullarına şefkati, müslüman cemaate lütfu, onlara bizzat hitap etmesi, onları gözetmesi, fetva isteklerini ve yeni hayatlarının ihtiyaç duyduğu şeyleri karşılaması olayı değeri ölçülemeyecek kadar büyük bir iltifattır.
Fetva; ilahî sistemin müslüman toplumu içinden çekip çıkardığı cahiliye kalıntısı olguyu tasvir ettiği gibi, müslüman toplumun hayat düzeyinin yükselmesi ve cahiliye kalıntılarından arınması için uyulması istenen direktifi de içermektedir.
"De ki; Allah onlar hakkında size şu fetvayı veriyor! Bu fetva paylarına düşen mirası vermediğiniz yada nikahlamak istemediğiniz yetim kadınlar, mağdur çocuklar ve yetimlere karşı adil davranmanız konusunda size okunan Kur'an ayetleridir.
Bu ayet hakkında Ali b. Ebu Talha, İbni Abbas (r.a)'dan şöyle nakleder: Cahiliye devrinde adam tutar yanındaki yetim kızın üzerine elbisesini atardı. Bunu yaptıktan sonra kimse o kadınla evlenemezdi artık. Şayet güzel olur da hoşuna giderse kendisi evlenip malını yerdi. Yok eğer çirkin olursa, ölene kadar erkek yüzü görmesine müsaade etmezdi. Ölünce de mirasına konardı. Bunu yüce Allah haram etti, böyle bir şey yapmayı yasakladı. "... Mağdur çocuklar... sözü hakkında, ibni Abbas, cahiliyede çocuklar ve kızlar varis olamazlardı, der. "...paylarına düşen mirası vermediğiniz..." sözü, bunu göstermektedir. İşte yüce Allah bu durumu yasaklamıştır. Her pay sahibinin payını belirlemiştir. Büyük olsun küçük olsun erkeğin payı, kadının payının iki katıdır, buyurmuştur.
Yüce Allah'ın "...Yetimlere karşı adil davranmanız..." sözü hakkında Said b. Cubeyr şöyle der: "Nasıl ki, güzel olduğu zaman adam, "onu nikahladım kendime seçtim" diyorsa, mal ve güzelliği olmadığı zaman da nikah lasın tercih etsin."
Ayetin, "Onlar senden kadınlara ilişkin fetva isterler..." diye başlayan ve "nikahlamak istemediğiniz..." sözüne kadarki kısmı hakkında Hz. Aişe (r.a) şöyle der: "Bu, yanında yetim bir kız bulunan adamdır. Velisi durumunda olduğu için ona varis olmaktaydı. Kızcağızın tüm malına hatta hurma salkımına bile ortak olurdu: Fakat nikahlamak istemezdi. ( Yani, nikahlamaktan kaçınırdı, çirkin olduğu için evlenmek istemezdi)
Kızın başka bir adamla evlenmesini ve böylece ortağı bulunduğu mala başkasının ortak olmasını da istemezdi. Bu yüzden evlenmesine engel olur. Ayet bunun için indi." (Buhari, Müslim)
İbn-i Ebu Hatem diyor ki: Muhammed b. Abdullah b. Abdülhakem'le okuduk. Bize Vehb anlattı, ona Yunus, İbn-i Şihab'dan haber verdi, ona Urve b. Zübeyr Hz. Aişe (r.a)'nın şöyle dediğini aktardı: "Bazıları kadınlar hakkında inen bu ayetten sonra, Resulullah'tan fetva istediler. Bunun üzerine, "Onlar senden kadınlara ilişkin fetva isterler. De ki; Allah onlar hakkında size şu fetvayı veriyor: Bu fetva.. size okunan Kur'an ayetleridir." ayeti indi. Hz. Aişe, "size okunan Kur'an ayetleri" ile yüce Allah'ın, "şayet yetimler konusunda adil olamayacağınızdan korkuyorsanız kadınlardan hoşlandıklarınızla evlenin." dediği ilk ayete işaret edilmektedir." der.
Yine bu isnadla Hz. Aişe'den şöyle rivayet edilir: "Yüce Allah'ın: "nikahlamak istemediğiniz." sözünden, sizden birinizin himayesindeki yetim kızı, malı ve güzelliği az olduğundan dolayı nikahlamak istemeyişi kastedilmektedir. Bu yüzden, adil davranmadıkları sürece yetim kızları sırf malları ve güzelliklerinden dolayı nikahlamaktan engellediler. Çünkü gönülsüz davranıyorlardı bu konuda."
Bu hadisler ve Kur'an ayetinden cahiliyenin durumu özellikle yetim kızların içinde bulunduğu durum açıkça görülmektedir. Yetim ki; velisinin göz dikmesi ve aldatmasıyla karşı karşıya kalırdı. Velisi, kızın malına göz dikerdi. Mihrini de vermemek suretiyle aldatırdı. Şayet kendisi evlenecek olsa hem mihrini hem de malını yerdi. Çirkin olduğu için evlenmezdi. Üstelik, elinin altındaki malına, kocasının ortak olmaması için başkasıyla evlenmesine izin vermemekle de aldatırdı.
Küçük çocukların ve kadınların durumu da böyleydi. Miraslarını koruyacak bir güçleri bulunmadığı için mirastan yoksun bırakılırlardı. Yada savaşacak güçte olmadıkları için, kabileci düşüncenin etkisiyle mirasta hakları bulunmazdı. Çünkü kabile düzeninde herşey savaşçılarındır. Zayıfların hiç bir şeyi yoktur.
İşte İslâm'ın değiştirdiği yerine üstün, insana yaraşır gelenekler yerleştirdiği, bu iğrenç ve ilkel geleneklerdir. Daha önce de dediğimiz gibi bu sırf Arap toplumunda söz konusu olmuş bir sıçrama, bir uyanış değildir kuşkusuz. Bu gerçekte yepyeni bir oluşumdur. Yeni bir doğuştur. Bu ümmetin cahiliyedeki realitesinden farklı bir gerçektir bu.
Şunu özellikle belirtmemiz gerekir: Bu yeni oluşum, herhangi bir hazırlık döneminin sonucu bir gelişme değildir. Yada bu halkın hayatında maddi olgunun ani değişikliğinden de kaynaklanmamaktadır.
Miras ve mülkiyet haklarını savaşçılık esasına dayandırmaktan insanlık esasına dayandırmak, çocuk, yetim ve kadına savaşçılıklarından dolayı değil de insan olmalarından dolayı haklarını vermek değişimi; toplumun savaşçılara değer vermeyen sağlam kurallar edinmesi, bu yüzden savaşçıların kazanılmış haklarını iptal etmesi ve onların öncelikli olmasını gerektirecek bir durumun söz konusu olmadığı bir aşamaya gelmesinden kaynaklandığı sanılmasın!
Kesinlikle hayır. Kuşkusuz bu yeni dönemde de savaşçılara büyük değer verilir. Onlara duyulan ihtiyaç da son derece önemlidir. Ancak burada artık İslâm vardır. Burada insanlığın yeniden doğuşu söz konusudur. Bir kitaptan, bir hayat sisteminden kaynaklanan bir doğuş, aynı yeryüzünde, aynı şartlarda; üretim tarzında, araçlarında ve üretimde bir devrim meydana getirmeksizin yalnızca bu yeni doğuşun etkisiyle, bir düşünce inkılabı gerçekleştirerek bu yeni doğmuş toplumu oluşturmuştur.
Kur'an'ın eğitim metodunun, ruhlarda ve hayat tarzında cahiliyenin belirtilerini söndürüp gidermek, ruhlara ve hayat tarzına İslam'ın belirtilerini yerleştirip sağlamlaştırmak için, (hem de uzun bir) mücadeleye giriştiği bir gerçektir. Diğer bir gerçek de cahiliye kalıntılarının tekrar hareketlendiği, bazı bireysel durumlarda kendisi değişik kılıklara büründürüp yeniden ortaya çıkmaya çalıştığıdır.
"Maddi olgularla mücadeleye girişenin, onları ortadan kaldırıp değiştirenin, gökten indirilen bu ilahî sistem ve bu sistemin oluşturduğu bu düşüncenin ta kendisi olduğu gerçeğidir. Hiçbir zaman bu değişikliği sağlayan; maddi olgu ve maddenin özünde taşıdığı çelişki yada üretim araçlarının değişmesi veya üretim araçlarının öngördüğü bu değişikliği düzenlemek için düşüncelerin, hayat sistemi ve sistemlerinin değişmesini zorunlu gören Marksist hezeyanlardan biri olmamıştır.
Burada, bu halkın hayatında yeni ve tek birşey söz konusudur. Yüceler aleminden indirilmiş bir şey. Ruhlar hemen karşılık verdiler. Çünkü yüce Allah yerleştirdiği fıtratın derinliklerine hitap ediyordu. Bu yüzden, böyle bir değişiklik gerçekleşmişti. Daha doğrusu insanlığın bu yeniden doğuşu mümkün olmuştu. Bu doğuşta; bütün yönleriyle cahiliye de hayat, bilinen görünümünden tamamen farklı bir görünüm kazanmıştı.
Eski ve yeni görünüm arasında bir çatışma söz konusu olmasına, bir takım sancılar ve fedakârlıklardan dolayı acılar çekilmesine rağmen, tüm bunlar gerçekleşmişti. Çünkü burada yüce bir mesaj, itikadî bir düşünce söz konusuydu. Şu yeniden doğuşta ilk ve son etken oydu. Tabi ki bu dalgayı İslâm toplumuyla sınırlı tutması mümkün değildi. Aynı şekilde tüm insan topluluklarına da yönelecekti kuşkusuz.
Müminlerin kadınlara ilişkin Resulullah'tan fetva istediği, yüce Allah'ın da kendilerine fetva verdiği yetimlerin ve mağdur çocukların haklarını bildirdiği şu Kur'an ayeti, bütün bu hakları ve prensipleri, bu sistemin getirdiği kaynağa bağlamakla son bulmasının nedeni de budur:
"Ne iyilik yaparsanız kuşkusuz Allah onu bilir."
Bilinmemesi mümkün değildir. Kaybolması düşünülemez. Allah katında kayıtlıdır. Allah katında kayıtlı iyiliğin kaybolması mümkün değildir.
Müminin yaptıklarıyla döndüğü son merci burasıdır. Niyeti ve çabasıyla gözettiği tek yön budur. Bu prensiplerin ve bu metodun ruhlarda, davranışlarda ve tüm hayatta bu denli güçlü etkin olmasını sağlayan; bu merciin gücü ve otoritesidir.
O halde bir takım direktifler vermek, hayat metodları belirlemek ve sosyal düzenler kurmak önemli değildir. Önemli olan bu direktiflerin, metod ve düzenlerin dayandığı, güçlerini, insan nefsi üzerindeki etki ve faaliyetlerini aldıkları otoritedir. İnsanların otorite ve azamet sahibi yüce Allah'tan aldıkları prensip, hayat metodu ve düzenler ile, insanlar arasındaki kendileri gibi bir kuldan aldıkları prensip, hayat metodu ve düzenler arasında, ne kadar da fark vardır. Diyelim ki, tüm sıfat ve özellikleri ile de her ikisi aynı düzeyde bulunsun ve böylece birlikte aynı zirveye ulaşsalar bile -bu da mümkün değil ya- şu sözün kaynaklandığı zatı düşünmem, ruhumda hakkettiği yeri vermem bile, yücelerin yücesi Allah'ın sözü ile insanoğlunun sözünün ruhumda hakkettikleri etkiyi, bırakmaları için yeterlidir.
Ardından İslâm'ın, madde aleminde ya da üretim dünyasında geçerli yeryüzü menşeli değişim etkenlerinden çok, mele-i a'ladan -yüceler aleminden indirilen Allah'ın sistemi aracılığıyla oluşturduğu bu toplumda -aile ortamında gerçekleştirilen sosyal düzenlemeyle birlikte bir adım daha atıyoruz:
128- Eğer kadın, kocasının geçimsizlik çıkaracağından veya kendisini ihmal edeceğinden endişe ederse bu çiftin anlaşma yolu ile ilişkilerini yeniden düzene koymalarının bir sakıncası yoktur. Anlaşma her zaman hayırlıdır. Nefisler cimriliğe, bencilliğe eğilimlidirler. Eğer iyi davranır, Allah'tan korkarsanız, hiç şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
129- Ne kadar özen gösterseniz de eşleriniz arasında adaleti sağlayamayacaksınız. O halde birine iyice tutulup öbürünü ortada bırakmayınız. Eğer barışır Allah'tan korkarsanız, hiç kuşkusuz Allah affedicidir ve merhametlidir.
130- Eğer eşler birbirinden ayrılırlarsa Allah bol nimetleri ile her ikisini de muhtaç duruma düşmekten korur. Allah'ın nimetleri boldur ve O hikmet sahibidir.
Bu ilahi sistem -daha önce- kadın tarafından ortaya çıkarılan geçimsizlik durumunu ve aile çatısını koruyacak uygulamaları -bu cüzün başlarında- ele almıştı. Şimdi de erkek tarafından meydana gelmesinden korkulan böylece kandının güvenliğini, onurunu ve bütünüyle ailenin güvenliğini tehdit edecek geçimsizlik durumu ele alınmaktadır. Çünkü kalpler farklılaşabilir, duygular değişkendir. Bir hayat metodu olan İslâm da hayatın tüm yönlerini ele alır, hayatta karşılaşılan her şeyi karşılar, ilke ve prensipleri çerçevesinde çözümler getirir. Yeni baştan şekillendirdiği ve meydana getirdiği toplumu bu amaç doğrultusunda sağlamlaştırır.
Kadın kendisine kaba davranılmasından korkarsa, bu kabalığın; -Allah'ın hiç sevmediği ancak helal olan- boşanmaya yada ne eş, ne de boşanmış sayılmayan boşta kalmış gibi bırakılıp yüz çevirilmesinden endişeleniyorsa, mali veya hayati haklarından feragat edip anlaşmaları mümkünse, kendisi ve kocası için bir mahsur yoktur. Nafakasının bir kısmını yada tümünü bırakması, şayet kendisine tercih ettiği diğer bir eşi varsa ve kendisi de eşlik için gerekli çekicilik ve canlılığı yitirmişse payını ve gecesini ona vermesi gibi. Bütün bunlar; bizzat kendisi -tüm tercihini kullanması ve tüm şartları değerlendirmesi sonucu- boşanmaktan daha hayırlı olduğuna karar verirse mümkün olabilir:
"Eğer kadın, kocasının geçimsizlik çıkaracağından yada kendisini ihmal edeceğinden endişe ederse, bu çiftin, anlaşma yolu ile ilişkilerini yeniden düzene koymalarının sakıncası yoktur." Bu da az önce işaret ettiğimiz anlaşmadır.
Bu hükmün ardındän, anlaşmanın her zaman için ayrılıktan, kabalıktan, geçimsizlik ve boşanmadan daha iyi olduğu gerçeği yer almaktadır.
"... Anlaşma her zaman bayırlıdır."
Böylece içinde geçimsizlik ve katılık duygularının depreştiği gönüllere yumuşaklık, yakınlık meltemi estirilmekte; evlilik ilişkisinin ve aile bağının korunmasına teşvik edilmektedir.
Kuşkusuz İslâm, insan ruhunun tüm realitesiyle birlikte hareket eder. Bütün etkin yöntemlerini kullanarak, insan ruhunu ve fıtratı en üstün düzeye yükseltmek için uğraşır. Ancak, bunu yaparken hiçbir zaman da insan tabiatının ve fıtratının sınırlarını göz ardı etmez. Gücünün yetemeyeceği şeyi yapmaya zorlamaz. İnsanlara; "başlarınızı duvara vurun. Sizden bunu istiyoruz. İster gücünüz yetsin, ister yetmesin, fark etmez." demez.
İslâm, insan ruhuna zaafları ve kusurlarıyla baş başa kalmasını fısıldamaz. Bataklık içinde yüzdüğü, çamur içinde çırpındığı halde insan ruhunun realitesi budur yutturmacasıyla, insana şeref marşlarını söyletmez. Ancak boynundan tutup mele-i a'ladan bir ipe bağlamaz. Yeryüzünde ayakları tutunmadığı için yükseklik ve üstünlük bahanesiyle havada salınacak gibi salınıp durmasına izin vermez.
İslâm orta yoldur. Fıtrattır. Realist idealizmdir, ya da idealist realizmdir. İnsana insanlığıyla muamele eder. Çünkü insan olağanüstü bir yaratıktır. Ayaklarını yere koyduğu halde ruhuyla göklerde dolaşabilen sadece odur. Bir anda gerçekleşen bu olayda ruhla cesedin, ayrılması söz konusu değildir. Yerde cesed, gökte ruh olarak bölünmesi de mümkün değildir.
İşte burada bu hükümde de İslâm, insanla birlikte hareket etmektedir. Onun bu alandaki özelliklerinden birini belirlemektedir:
"Nefisler cimriliğe, bencilliğe eğilimlidirler."
Yani nefislerde cimrilik sürekli vardır. Her zaman orada bulunur. Cimriliğin çeşitleri vardır. Malda cimrilik olduğu gibi duygularda da cimrilik söz konusudur. Karı kocanın hayatını etkileyen -ya da karşılarına çıkan- bir takım sebepler, karısına karşı kocanın gönlünde bu cimriliği harekete geçirebilir. O zaman kadının mehrinin kalan kısmından yada nafakasından vazgeçmesi konusundaki cimriliği tatmin edip, nikahın sürmesini sağlayabilir. Kendi gecesinden vazgeçmesi de -şayet kendisine tercih ettiği bir eşi varsa- birincide canlılık ve çekicilik kalmamışken bu şekilde kocasının duygu konusundaki cimriliğini hoşnut etmesi, aynı şekilde nikahın sürmesini sağlayabilir. Buna rağmen, her halukârda konu, kadının takdirine bırakılmıştır. Kendi yararına uygun gördüğü şeyi yapmakta serbesttir. İlahi sistem onu hiçbir şey yapmaya zorlamaz. Sadece ona tasarruf yetkisini tanır. Kendi işini görebildiği gibi bulup değerlendirme özgürlüğünü de tanır.
İslâmî hayat metodu, bu cimri tabiatla birlikte hareket ederken, bu tabiatı insan ruhunun her yönden bir özelliği kabul edip durmaz. Ona bir diğer çağrı yapmaktadır. Başka bir nağme çalmaktadır:
"Eğer iyi davranır, Allah'tan korkarsanız, hiç şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır."
İhsan ve takva; en sonunda işin bağlanacağı noktayı oluşturur. Bunlar kişiye hiçbir şey kaybettirmez. Çünkü her kişinin yaptığından Allah haberdardır. Nedenlerini ve gizliliklerini bilir. Mümin ruhu ihsan ve takvaya çağırmak, yaptığı şeylerden haberdar olan Allah'ın adıyla ona seslenmek, etkin bir çağrı, kabul görecek bir sesleniştir. Hatta gerçek anlamda etkin çağrı ve kabul görecek sesleniş sadece budur.
Bir kez daha kendimizi eşsiz ilahi sistemin önünde buluyoruz. İnsan ruhunun realitesini ve insan hayatının tüm koşullarını idealist realizmle yada realist idealizmle karşılayan ve insan ruhunun gizli sentezini olağanüstü, o eşsiz karışımı kabul eden sistemi...
"Ne kadar özen gösterirseniz de eşleriniz arasında adaleti sağlayamayacaksınız, o halde birine iyice tutulup öbürünü ortada bırakmayınız. Eğer barışır Allah'tan korkarsanız, hiç kuşkusuz Allah affedici ve merhametlidir."
"Eğer eşler birbirinden ayrılırlarsa Allah bol nimetleri ile her ikisini de muhtaç duruma düşmekten korur. Allah'ın nimetleri boldur ve o hikmet sahibidir."
İnsan ruhunu yaratan yüce Allah'tır. Fıtratında karşı koymadığı birtakım eğilimlerinin olduğunu bilir. Bu yüzden bu eğilimlerini kontrol etmesini sağlayacak bir gem vermiştir insana. Sadece hareketlerini düzenleyecek bir gem. Bu eğilimleri yok etmek veya öldürmek için değil.
İnsan gönlünün eşlerden birine kayıp onu diğerlerine tercilı etmesi de bu eğilimlerdendir. Tercih ettiği eşine olan eğilimi diğerine veya diğerlerine oranla daha fazla olur. Bu eğilimde bir art niyet yoktur. Yok etmek yada öldürmek mümkün değildir bu eğilimi. Nasıl öldürülebilir ki?.. İslâm insanı, gücünün yetmediği bir konuda hesaba çekmez. Karşı koymadığı bu eğilimi sonuçta bir günah olarak görmez. Hakim olamadığı eğilimde, gücünün yetmediği bir konuda ortada bırakmaz insanı. Aksine -özen göstermelerine rağmen- kadınlar arasında adaleti sağlayamayacaklarını bildirir. Çünkü bu konu iradesinin dışındaki bir konudur. Ancak şu bakımdan istemlerine bağlı bir şey vardır: Uygulamada, paylaşımda, geçindirmede, evlilik haklarında, hatta, yüze karşı güler yüzlü olmada ve tatlı dilli olmada adalet sağlanabilir. İşte bunu yapmaları istenmektedir. Bu eğilimi kontrol altında tutacak gem budur. Düzenlemek için tabii, öldürmek için değil:
"O halde birine iyice tutulup öbürünü ortada bırakmayınız."
İşte yasaklanan budur. Açık uygulamalarda eğilim göstermek... Diğer eşe tüm evlilik haklarından yoksun bırakarak, ne eş olabilen ne de boşanabilen bir durumda bırakıp, tamamıyle diğer eşe eğilim göstermek yasaktır. Bununla beraber mümin ruhlarda derin etkisi bulunan bir çağrı yapılırken insan gücünü aşan şeylerden dolayı hesap sorulmayacağı da bildirilmektedir:
"Eğer barışır Allah'tan korkarsanız, hiç kuşkusuz Allah affedicidir ve merhametlidir."
İslâm; bir avuç çamur ve Allah'ın ruhundan bir nefhanın eşsiz bileşimiyle birlikte bir bütün olarak insan ruhunu, yetenek ve güçleriyle birlikte ele aldığı, ayaklarını yere koyduğu halde; çekişmeye, ayrılmaya meydan vermeden ruhunu göklerde uçuran idealist realizmiyle yada realist idealizmiyle birlikte hareket ettiği için...
Evet İslâm böyle davrandığı için, insanlığın mükemmel bir tablosu olan İslâm peygamberi (salât ve selâm üzerine olsun) mükemmelliğin zirvesine ulaşmışken, bütün özellikleri ve yetenekleri insan fıtratının sınırları içinde dengeli ve eksiksiz bir gelişme göstermişti.
İşte bu peygamber de eşlerinin arasında gücü yettiği konularda paylaşma yapmıştı. Bu paylaşmada kuşkusuz adaleti gözetmişti ancak, bazısını bazısına tercih ettiğini ve bunun elinde olmadığını inkar etmiyordu. Bu yüzden şöyle diyordu:
"Allah'ım elimden gelen budur. Senin gücün dahilinde olup benim gücüm yetmediği konularda (yani kalbin eğilimi konusunda) beni kınama." (Ebu Davud)
Ancak kalpler katılaşıp, bu ilişkiyi sürdürmeyecek duruma gelirse ve böylece karı-kocanın gönlünde hayatın istikrarlı bir şekilde sürmesini sağlayacak unsurlar kalmamışsa o zaman, ayrılık daha iyidir. Çünkü İslâm eşleri, halatlarla, iplerle, bağlarla ve zincirlerle birbirine bağlamaz. Onları sevgi ve şefkat yada görev sorumluluğu ve nezaket anlayışıyla birbirine bağlar. Birbirinden nefret eden gönülleri tedavi etmeye hiçbir yöntemin gücü yetmez olunca, artık onları zorluk ve nefret zindanında tutmaya yada görünürde birbirine bağlı, gerçekte ise ayrı yaşayan karı-kocayı bu çarpık ilişkiyi sürdürmeye zorlamanın hiçbir yararı yoktur.
"Eğer eşler birbirinden ayrılırlarsa, Allah bol nimetleriyle her ikisini de muhtaç duruma düşmekten korur. Allah'ın nimetleri boldur ve O hikmet sahibidir."
Yüce Allah, her ikisini lutfedip muhtaç duruma düşmekten koruyacağını ve katından bol nimetler vereceğini vaadediyor. Yüce Allah, kullarına bolluk bahşeder, dilediği şeyi, hikmeti ve bilgisi sınırları içinde her durum için, uygun olacak şekilde kullarına bolca verir.
Ruhların duygularını, tabiatların gizliliklerini ve bütün realitesi ile birlikte hayat tarzlarını düzenleyen ilahî sistemin proğramı insanları, bu sistemden uzaklaştıranların bitmez tükenmez bencilliğini ortaya çıkarmaktadır. Kuşkusuz bu ilahî hayat sistemi, son derece kolaylaştırıcıdır ve insanlar için konulmuştur. Onların adımlarına yol gösterip, aşağılık bataklıktan kurtarıp daha yükseğe, fıtratlarına ve kabiliyetlerine uygun bir şekilde en yükseğe çıkarmaktadır. Fıtratlarında bunu kabullenecek bir özellik, tabiatlarında harekete geçireceği bir yetenek, bünyelerinde yeşerteceği bir tohum olmaksızın yükselmek ve yücelmek adına hiçbir zorunluluk yüklememektedir. Bütün bunlardan sonra insanları, idealist realizmi ya da realist idealizmi sayesinde, başka hiçbir hayat sisteminin ulaştıramadığı düzeylere çıkartır. Bu da şu eşsiz varlığın bünyesine en uygun düzeydir.
HAKİMİYET ALLAH'INDIR
Evlilik hayatının düzenlenmesine özgü bu hükümler, hayatın tümünü düzenleyen ilahî hayat sisteminin bir parçasını oluşturur. Bu ilahî sistem, bütünüyle evrene egemen yasanın bir uzantısıdır. Yüce Allah'ın tüm evren için seçtiği bu yasa, Allah'ın evreni yarattığı fıtrata ve bu evrende yaşayan insanın yaradılışına uygun düşmektedir. Bu kapsamlı ve büyük sistemin derinliklerindeki gerçek bu olduğundan, sûrenin akışı içinde aile hayatının düzenlenmesine özgü hükümlerden sonra onları, tüm evrene egemen yasaya, evren üzerindeki Allah'ın otoritesine ve O'nun evren üzerindeki hakimiyetine, yüce Allah'ın bütün kitaplarında insanların tümüne yaptığı tavsiyenin tekliğine, dünya ve ahiret sevabına bağlayan bir açıklama yer almaktadır. Kuşkusuz bunlar, bütünüyle ilahî hayat sisteminin dayandığı hak, adalet ve takva temelleridir.
131- Gerek göklerde gerekse yeryüzünde ne varsa hepsi Allah'a aittir. Size ve sizden önce kendilerine kitap verilmişlere Allah'tan korkmayı emrettik. Eğer kafir olursanız, biliniz ki, göklerde ve yeryüzünde bulunan herşey Allah'ındır. Onun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur ve övgüye layıktır.
132- Gerek göklerde gerekse yeryüzünde ne varsa hepsi Allah'a aittir. Allah vekil olarak yeterlidir.
133- Ey insanlar, eğer O dilerse sizi ortadan kaldırır da yerinize başkalarını getirir. Hiç şüphesiz Allah'ın gücü bunu yapmaya yeter.
134- Kim dünyada mükafatını elde etmek isterse bilsin ki, dünyanın da ahiretin de mükafatı Allah'ın katındadır. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi işiten ve görendir.
Kur'an-ı Kerim'de hükümler, emir ve nehiyler bildirilirken, ardından "göklerde ve yerde bulunanların Allah'a ait" olduğu yada "göklerin ve yerin mülkiyetinin Allah'ın" olduğu gerçeğinin bildirildiği çokça görülmektedir. Gerçekte her ikisi de diğerini zorunlu kılmaktadır. Çünkü bir şeye sahip olan mülkünde otorite sahibidir de. Bu mülkün kapsamındakiler için kanunlar koyan otorite sahibi de sadece O'dur. Bunlar da birbirlerini zorunlu kılan iki gerçektir.
Ayrıca burada, yüce Allah'ın, kendilerine kitap indirilen herkese yönelik tavsiyesinin takva olduğu da ortaya çıkmaktadır. Bu da, göklerin ve yerin mülkünün kime ait olduğu ve mülkünde tavsiye etme yetkisinin kimde olduğu belirlendikten sonra yer almaktadır.
"Gerek göklerde gerekse yeryüzünde ne varsa hepsi Allah'a aittir. Size ve sizden önceki kendilerine kitap verilmişlere Allah'tan korkmayı emrettik."
Kendisinden sakınılan, azabından korkulan gerçek otorite sahibi olan merciidir. Allah korkusu, kalplerin ıslahı ve bütün yönleriyle O'nun hayat sistemini uygulamaya özen göstermenin güvencesidir.
Bu arada Allah'ın mülkünde, önemsenmeyecek bir grubu oluşturan kafirlere, yüce Allah'ın onları ortadan kaldırıp yerlerine başkalarını getirmesinin son derece kolay olduğu bildirilmektedir.
"Eğer kafir olursanız, biliniz ki, göklerde ve yeryüzünde bulunan her şey Allah'ındır. Onun hiç bir şeye ihtiyacı yoktur ve övgüye layıktır."
"Gerek göklerde gerekse yeryüzünde ne varsa hepsi Allah'a aittir. Allah vekil olarak yeterlidir."
"Ey insanlar, eğer O dilerse sizi ortadan kaldırır da yerinize başkalarını getirir. Hiç şüphesiz Allah'ın gücü bunu yapmaya yeterlidir."
Yüce Allah, kullarına takvayı tavsiye ediyorsa, bu dinlemeyip kafir olmaları durumunda; Ona zarar verecekleri, Onu zahmete sokacakları anlamına gelmez. Çünkü onların kafir olmaları Onun mülkünden bir şey eksiltmez.
"... Biliniz ki, göklerde ve yeryüzünde bulunan herşey Allah'ındır."
Yüce Allah, onları ortadan kaldırıp yerlerine diğer bir İnsan topluluğunu getirebilir kuşkusuz. Yoksa sadece onların çıkarı ve durumlarının ıslahı için takvayı emretmektedir.
İslâm'ın, Allah katında insana verdiği değer, yeryüzünde ve evrende bulunanlardan üstün tutması oranında, kafir olduğu, azgınlaştığı, büyüklendiği ve haksız yere ilalılığın özelliklerini iddia ettiği zaman da tehdit etmesi, İslâm düşüncesinin, işin gerçeğinin ve pratik durumun öngördüğü dengenin gereğidir.
Bu değerlendirme, sadece dünyayı isteyen gönüllere yönelik yüce Allah'ın lütfunun geniş olduğuna ilişkin bir direktifle son bulmaktadır. Kuşkusuz dünya ve ahiret mükafatı onun katındandır. İdeallerini dünyayla sınırlı tutanlar, onun ötesini bakışlarıyla kavrayabilirler, böylece dünya ve ahiret mükafatın ı elde edebilirler.
"Kim dünya mükafatını elde etmek isterse bilsin ki, dünyanın da ahiretin de mükafatı Allah'ın katındadır."
İnsanın, dünya ve ahireti birlikte düşünebildiği, dünya ve ahiret sevabının beraberce elde edebildiği ve bunu İslâm'ın eksiksiz, realist ve idealist hayat sistemi garantilediği halde, dünya mükafatıyla yetinmesi, ilgisini dünyayla sınırlı tutması ve insan gibi yaşaması; ayakları yerde, ruhu da gökte uçuşan şu yeryüzüne egemen yasalara uygun hareket edebilen, aynı zamanda yüceler alemindekilerle birlikte yaşayabilen bir varlık olması mümkünken, hayvanlar, sürüngenler ve böcekler gibi yaşaması ahmaklıktır, basitliktir.
Son olarak bu çeşitli değerlendirmeler İslâm şeriatında yer alan ayrıntılı hükümlerle evrensel hayat sistemi arasındaki sağlam bağa işaret ettiği gibi, İslâm'ın aile konusunda gösterdiği titizliğe de işaret etmektedir. Öyle ki bu sorunu, şu büyük sorunlara bağlayacak kadar önemsemiştir. Ardından da bütün dinlerde yer alan takva tavsiyesinin yer alması da bu yüzdendir. Yoksa yüce Allah, insanları ortadan kaldırıp yerine tavsiyesine uyan ve şeriatını uygulayan başkalarını getirebilir. Bu, son derece önemli bir değerlendirmedir ve aile sorununun yüce Allah'ın katında ve onun hayat sisteminde de önemli olduğunu vurgulamaktadır.
Gelecek ders, hakkında yüce Allah'ın "Siz insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz." (Al-i İmran. 110) buyurduğu bir ümmet ortaya çıkarmak için ilahî gözetimin altındaki metodla, eğitim zincirinin bir halkasını oluşturmaktadır. Bu halka; değişmez olduğu kadar, adımları sürekli olan, insan ruhunu yüce yaratıcısının verdiği ilaçla tedavi etmek için hedefleri belirlenmiş olan ilahî sistemin bir halkasıdır. Kuşkusuz yüce Allah, insan ruhunun girintilerinden ve çıkıntılarından haberdardır. Onun özelliklerini ve hakikatlerini görür. Zorunluluk ve isteklerini güç ve kuvvetini bilir.
Bu halka, her nesilden tüm insanları -konumlarına göre- cahiliye bataklığından çıkarmak, en üst zirveye çıkma çabalarında daha yukarıya yükseltmek için konulmuş ilahî sistemin kurallarını ve değişmez prensiplerini belirlediği gibi, bu Kur'an'la muhatap olmuş ilk müslüman kitlenin durumunu da gözler önüne getirmektedir. Bu kitlenin tablosunu oluşturan çizgilerden -olduğu gibi onların insan oluşları, insanlıklarında mevcut güç ve zaaf noktaları, cahiliye kalıntıları ve fıtrî belirtileri ortaya çıkmaktadır. Ayrıca bu sistemin, müslüman kitleyi tedavi etme, güçlendirme ve temsil ettiği hak üzere sağlamlaştırma yöntemi ile hak uğruna sarf ettikleri çaba ve fedakarlıklar da belirlenmektedir.
Ders, insanlar arasında o olağanüstü şekilde adaleti ayakta tutmaları hususundaki görevlerinin yükümlülüklerini yerine getirmeleri için müslüman kitleye yönelik bir çağrıyla başlamaktadır. Kuşkusuz bu adaleti ancak bu kitle ayakta tutabilir. Kitle, bu işlevini yerine getirirken doğrudan, yüce Allah'la ilişki içindedir. Bunun dışında her türlü yakınlık duygusu, arzu ve çıkardan uzaktır. Toplum, millet yada devlet çıkarı dedikleri şey de bunun içindedir kuşkusuz. Kitle bu adaleti gerçekleştirirken Allah korkusu ve hoşnutluğu dışındaki tüm değer yargılarından soyutlanmıştır. Bu adaletin bir örneğini, daha önce sözünü ettiğimiz yahudi olayında yüce Allah'ın pratik olarak Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) ve müslüman kitleye öğrettiğini görmüştük.
Bu adaleti, bu şekilde gerçekleştirmeleri için iman edenlere yönelik bir çağrıyla başlıyor ders. Bu Kur'an'ı indiren merci, kuşkusuz adaleti bu şekilde gerçekleştirmek için zorunlu kıldığı zorlu mücadelenin içyüzünü de, bilir. İnsan ruhunun, birtakım bilinen zaafları olduğunu, kendi şahsına, akrabalarına, mahkemeleşen taraflardan zayıf veya güçlü olanlara, anne-babaya ve yakınlara, zengin ve fakire, sevgi ve kızgınlığa karşı duygularının gerçek mahiyetini bilir. Bütün bunlardan soyutlanmanın zorlu bir cihadı gerektirdiğini bilir. Bu aşağılık bataklıktan kurtulup bu zirveye ulaşmak için cihadın gerekliliğini bilir. Artık o zirvede Allah'ın ipinden başka hiçbir şeye bağlanmaz insan.
Ardından, kapsamlı imanın unsurlarına, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe inanmaları için ikinci bir çağrı yapılmaktadır. Bu unsurlardan her birinin imanî akidenin ve islâmî düşüncenin oluşumunda büyük değeri vardır. Şüphesiz İslâm düşüncesi, insanlığın -İslâm'dan önce ve sonra- tanıdığı tüm diğer düşüncelerden üstündür. İlk müslüman kitlenin hayatında görülen ahlâksal, toplumsal ve sosyal düzen noktasındaki diğer üstünlükler, bu üstünlükten kaynaklanmıştır. Bu üstünlük, kendisine gerçek anlamda inanan ve içindekilerle birlikte yeryüzüne Allah adına egemen olana kadar gereklerini eksiksiz yerine getiren toplumlara takva duygusunu bahşetmiştir. Öyle ki, yüce Allah'ın bizzat bu derste müminlere verdiği söz gerçekleşmiştir:
"Hiç kuşkusuz Allah kafirlere, müminler karşısında üstün gelme fırsatı vermez."
Bu iki çağrının ardından ayetlerin akışı, çeşitli yöntemlere başvurarak münafıklara, -onlardan münafıklık durumunu sürdürenlere ve müslüman olduğunu açıkladıktan sonra tekrar kafir olanlara- saldırıya geçiyor. Bu saldırıda, münafıkların tabiatları tasvir edilmekte, müslüman safta meydana getirdikleri olaylardan ve şartlara göre değişen konumlarından hareketle aşağılayıcı tabloları sergilenmektedir. Müslümanlar zafer elde ettiklerinde onlara yaltaklanıp, yanaşıyorlardı. Kafirler galip geldiğinde, galibiyete kendilerinin neden olduğunu ileri sürüyorlardı. İki taraf arasında bocalayıp duruyorlardı, ne bunlardan ne de onlardan oluyorlardı.
Bu saldırı esnasında müminlere yönelik bazı direktif ve sakındırmalar da söz konusu edilmektedir. Bunlar -o zaman için- münafıkların müslüman saftaki marifetlerini gösterdiği gibi, münafıklar cephesinin ne denli güçlü olduğunu ve müslüman toplumun hayatında ne denli yer ettiklerini de göstermektedir. Öyle ki onların durumları, böyle bir saldığı gerekli kılmıştır. Çünkü ortam gözetilerek müslümanlar adım adım münafıklardan uzaklaştırılmış, onlardan sakınmaları emredilmiştir. Bunlar arasında, Allah'ın ayetlerini inkar ettikleri ve alaya aldıkları toplantılarına katılmama emri de yer almaktadır. Ancak o gün için bütünüyle münafıklarla ilişkilerin kesilmesi emredilmemişti. Bu da gösteriyor ki, münafıklık cephesi son derece güçlü idi ve müslümanların içinde yer etmişti. Bu yüzden tümüyle ilişkileri koparmak müslümanlara zor gelmişti.
Bu arada, münafıklığın içine düşmemeleri için, münafıklığın özellik ve belirtilerinden uzak durmaları konusunda müslümanlara yönelik sakındırmalar da yer almaktadır. Bu özelliklerin en belirginleri; kafirleri dost edinmek, onların katında şeref ve güç aramaktır. Ancak yüce Allah, bütünüyle şerefin kendisine ait olduğunu belirtiyor ve müminler karşısında kafirlere fırsat vermeyeceğini garantiliyor. Bunun yanında münafıkların dünya ve ahiretteki durumlarını tasvir eden çirkin bir tablo da gözler önüne serilmektedir. Ahirette cehennemin en aşağı tabakasında yer alacakları bildirilmektedir.
Böyle bir üslupla yöneltilen direktif ve sakındırmalar, ilahî hayat sisteminin, ruhları ve hayat tarzlarını tedavi etme yöntemini göstermektedir. Aynı şekilde, güçleri ve koşulları çerçevesinde yaşanan olguyu değiştirip son şeklini verene kadar, yeni bir olguyu yerleştirme yöntemini de göstermektedir. O zamanki müslüman kitlenin durumunu ve bu kitlenin, yeni din ve müslüman topluma karşı savaşta yardımlaşan küfür ve münafıklık cepheleri karşısındaki konumuna da işaret etmektedir.
Bu arada bu direktif ve sakındırmalardan, Kur'an'ın müslüman toplum ile birlikte giriştiği çarpışmanın, savaşa ve ruhlara öncülük ederken baş vurduğu sistematik yöntemlerin mahiyetlerini de belirtmektedir.
Kuşkusuz bu, her zaman ve mekanda İslâm ile cahiliye arasında kesintisiz süren bir çarpışmadır. Bu çarpışma, müslüman toplum ile, şahıslar ve yöntemleri değişen ancak özellikleri ve ilkeleri değişmeyen düşmanları arasında her zaman varolmuştur.
Bütün bunlardan da şu kitabın, Kur'an-ı Kerim'in hakikatı ve müslüman toplumu yönlendirmede üstlendiği rolün mahiyeti belirginleşmektedir. Sadece dün için geçerli değildi bu. Kur'an yalnızca bir nesle öncülük etmek için gelmemiştir. Bu ümmete öncülük etmek için gelmiştir. Her nesil ve zamanda ona yol göstermek, kılavuz olmak için gelmiştir.
Dersin sonunda yüce Allah'ın kullarına azap etmeye ihtiyacı olmadığına ilişkin olağanüstü bir ifade gelmektedir. Yüce Allah, sadece onlardan iman etmelerini ve şükretmelerini istemektedir. Kuşkusuz yüce Allah, onların imanına ve şükrüne ihtiyaç duymaz. Bu, sadece durumlarının düzelmesi, hayat düzeylerinin yükselmesi içindir. Böylece ahiret hayatına lâyık olurlar ve cennet nimetlerinin düzeyine çıkarlar. Ancak onlar, yüz çevirip eski hallerini sürdürürlerse cehennem azabına lâyık olurlar. Nitekim münafıklar katmanların en aşağısına; ateş tabakasının en altına kendilerini mahkum ederler.
135- Ey -müminler, kendinizin, ana-babanızın ve akrabalarınızın aleyhinde bile olsa, adalete sıkı sıkıya bağlı kalınız ve Allah için şahitlik ediniz. Haklarında şahitlik ettiğiniz kimseler ister zengin, ister fakir olsunlar, Allah kendilerine herkesten daha yakındır. O halde nefsinizin arzusuna uyarak doğruluktan sapmayınız. Eğer kaypaklık eder, ya da şahitlik yapmaktan kaçınırsanız, kuşku yok ki, Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
Bu iman edenlere yönelik yeni sıfatlarıyla yapılan bir çağrıdır. Kuşkusuz bu, onların eşsiz sıfatıdır. Bu sıfatla değişik bir oluşum yaşadılar. Bununla yeniden ve değişik bir şekilde doğdular. Ruhları, düşünceleri, ilke ve hedefleri yeni baştan doğdu. Onlarla birlikte, bağlandıkları yepyeni bir görev, yüklendikleri ulu bir emanet de doğdu. İnsanlığı yönetme ve insanlar arasında adaletle hükmetme emaneti. Bunun için, bu sıfatla yapılan çağrının bambaşka bir değeri ve özel bir anlamı vardır. "Ey müminler..." Bu sıfatla vasıflanmaları nedeniyle bu büyük emaneti yüklenmişler, bu büyük emaneti yerine getirmeleri için hazırlanıp eğitilmelerinin nedeni de bu sıfatla vasıflanmalarıdır kuşkusuz.
Zor ve ağır sorumluluklar yüklemeden önce, hikmetli ilahî eğitim metodunun başvurduğu okşayıcı yöntemlerden birisidir bu:
"... Kendinizin, ana-babanızın ve akrabalarınızın aleyhinde bile olsa, adalete sıkı sıkıya bağlı kalınız ve Allah için şahitlik ediniz. Haklarında şahitlik ettiğiniz kimseler ister zengin, ister fakir olsunlar, Allah kendilerine herkesten daha yakındır."
Bu, "adaleti yerine getirme emaneti"dir. Her türlü durum ve koşulda, mutlak anlamda adaleti ayakta tutma emanetidir yüklenen. Yeryüzünde azgınlık ve zulmü engelleyen bu adalettir. İnsanlar arasında adil olmayı garantileyen, müslüman-müslüman olmayan her hak sahibine hakkını veren budur. Bu hak konusunda -yahudinin hikayesinde gördüğümüz gibi- Allah yanında müminle mümin olmayan eşittir. Akraba olsun, uzak olsun, herkes birdir. Arkadaş, düşman fark etmez. Zengin, fakir aynıdır.
"... Adalete sıkı sıkıya bağlı kalınız ve Allah için şahitlik ediniz."
Sırf Allah için. Doğrudan doğruya onunla birlikte hareket ederek. Lehinde ya da aleyhinde şahitlik edilen biri için değil. Bir kişinin, toplumun ya da milletin çıkarı için değil. Sorunu ilgilendiren herhangi bir unsuru saran koşullara göre hareket etmeksizin, yalnızca Allah için ve onunla birlikte hareket ederek şahitlik. Her türlü eğilimden, arzudan, çıkar ve değerlerden soyutlanarak.
"... Kendinizin, ana-babanızın ve akrabalarınızın aleyhinde bile olsa.."
Burada ilahî sistem kişiyi kendisine ve duygularına karşı harekete geçir meye, önce kendi şahsına, sonra da anne-baba ve akrabalara karşı durmasını sağlamaya çabalamaktadır. Bu oldukça zor bir çabadır. Zorluğu, dille söylenenden, akılla kavranan anlam ve işaretlerinden çok daha fazladır. Şüphesiz bunu pratik olarak yaşamak, akılla kavramaktan çok farklı bir şeydir. Bu deneyimi pratik olarak yaşamaya çabalayandan başkası dediklerimizi anlayamaz.
Ancak yine de ilahî sistem, mümin kişiyi bu zorlu deneyimi yaşamaya yöneltmektedir. Çünkü bunun bulunması zorunludur. Bu kuralın yeryüzünde yaşaması kaçınılmazdır. İnsanlardan bir topluluğun bunu ayakta tutması şarttır.
Sonra o, kişiyi fıtrî ve toplumsal duygularına karşı çıkmaya yöneltmektedir. Lehinde ya da aleyhinde şahitlik edilen fakir biriyse, kişi onun aleyhinde doğru şahitlik yapmaktan kaçınabilir, zayıflığına yardım olsun diye şahitliği lehinde yapabilir. Yahut kişinin fakir oluşu, cahiliye toplumlarının genel karakterleri üzere, toplumsal baskıların etkisiyle aleyhinde şahitlik edilmesine neden olabilir. Lehinde ya da aleyhinde şahitlik edilenin zengin biri olması durumunda, toplumsal sistem onu hoşnut edecek bir karar verebilir. Ya da zenginliği ve şımarıklığı kişiyi aleyhine çevirebilir, böylece de aleyhine şahitlik etmek söz konusu olabilir. Bunlar fıtrî duygular ve toplumsal zorunluluklardır. Pratik hayatta insanlar bunlarla karşılaştıkları zaman bunların etkileri son derece ağır olur. İşte ilahî sistem kişiyi bunlara karşı harekete geçirdiği gibi kişilik sevgisine, anne-baba ve akraba sevgisine karşı da harekete geçirmektedir.
"Haklarında şahitlik ettiğiniz kimseler ister zengin, ister fakir olsunlar, Allah kendilerine herkesten daha yakındır."
Bu oldukça zor bir çabadır. Son derece zorlu bir çaba olduğunu hep tekrarlıyoruz. İşte İslâm, mümin nefisleri -realite dünyasında- pratik deneyimlerin tanık olduğu ve tarihin kaydettiği böyle bir zirveye yöneltirken, insanlık aleminde gerçek bir mucize meydana getiriyordu. Bu mucize ancak, ulu ve sağlam ilahi hayat sisteminin gölgesinde gerçekleşebilir.
"o halde nefsinizin arzusuna uyarak doğruluktan sapmayınız."
Arzular çeşit çeşittir. Bazısı zikredildi de. Bencillik nefsin bir arzusudur. Aile ve akraba sevgisi arzusudur. Şahitlik ve hüküm noktasında fakire acımak bir arzudur. Zengine toleranslı davranmak nefsin arzusudur. Ona zarar vermek de şahitlik ve hüküm konusunda aşiret, kabile, ümmet, devlet ve vatan tarafını tutmak da keyfï bir arzudur. Aynı şekilde -şahitlik ve hüküm noktasında- din düşmanı da olsalar düşmanlara antipatik davranmak nefsin keyfî bir arzusudur. Kuşkusuz arzular ve hevesler sınıf sınıf, çeşit çeşittir. Tümü de yüce Allah'ın müminleri etkilemekten ve etkilerinde kalarak haktan ve doğruluktan sapmaktan yasakladığı şeylerdir.
Son olarak şahitliği saptırmak ve bu konuda uyulması gereken prensipten yüz çevirmek hususunda bir tehdit, bir uyarı, bir korkutma yer almaktadır.
"... Eğer kaypaklık eder, yada şahitlik yapmaktan kaçınırsanız, kuşku yok ki, Allah yaptıklarınızdan haberdardır."
Bir mümine, yüce Allah'ın yaptıklarından haberdar olduğunun hatırlatılması, bunun arkasındaki korkunç tehdidi anlayıp titremesi için yeterlidir. Kuşkusuz bu Kur'an ile, müminlere hitab eden yüce Allah'tı.
Rivayet edilir ki; Abdullah b. vaha, (r.a) Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) tarafından, hayberlilerin meyve ve ekinlerden elde ettikleri ürünleri ölçüp yarısını, hayberin fethinden sonra Resulullah (salât ve selâm üzerine osun)'a verdikleri söz uyarınca almak üzere gönderildiğinde, yahudiler, kendilerine yumuşak davranması için rüşvet teklif ettiler. Bunun üzerine; "Allah'a andolsun ki ben yaratılmışlar için en çok sevdiğim kişi tarafından size gönderilmişim. Sizden ise vallahi de sayınızca maymun ve domuzdan daha çok nefret ederim. Ancak ona karşı olan sevgimle, size duyduğum kin sizin hakkınızda adaletten sapmama neden olamaz" dedi. Onlar da "göklerle yer bu sayede ayaktadır" dediler.
Abdullah b. Revaha (r.a), eşsiz ilahî sistemin üzerine kurulu Hz. Peygamberin okulunda, eğitim görmüştü. O da bir insandı, böylesine zor bir deneyimden geçmiş başarıya ulaşmıştı. Kendisinden başka daha birçoklarının bu sistemin gölgesinde gerçekleştirdiği gibi o da, bu ilahî hayat sisteminin gölgesinden başka hiçbir yerde gerçekleşmesi mümkün olmayan adaleti gerçekleştirmiştir.
Bu olağanüstü dönemin ardından çağlar birbirini kovaladı. Kütüphaneler fıkıh ve kanun kitaplarıyla doldu. Hayat, yargı, kurum ve kuruluşlarıyla dolup taştı. Düzenlemeye ilişkin uygulama ve formaliteler kaydedilir oldu. Kafalar adalete ilişkin sözlerle, ağızlar ise uzun uygulamalarına ilişkin nutuklarla doldu taştı. Bütün bunları korumak için çeşitli kurum ve kuruluşlar vücuda getirildi. Ancak, adaletin gerçek tadına varmak, insanların vicdanlarında ve hayatlarında bu anlamın pratik olarak gerçekleşmesi, bu ulu ve bu erişilmez zirveye ulaşmış olağanüstü dönemin dışında hiçbir zaman gerçekleşmedi. Bir de, tarih boyunca İslâm'ın egemen olduğu topraklarda, bu inancın onardığı gönüllerde ve bu essiz ilahi sistemin yetiştirdiği fert ve toplumlarda gerçekleşmiştir
Yeni yargı kurumlarını, çağdaş yargı uygulamalarını, gelişen ve iyice kurumlaşan yargısal düzenleme ve sistemleri almak isteyenlerin bu gerçeği iyice düşünmeleri gerekir. Bu adamlar, yukarıda sayılan şeylerin, adaletin gerçekleşmesi için daha pratik olduklarını ve eski çağların olağanüstü dönemdeki sade uygulamalardan daha garantili olduklarını, bu günkü yapılanların o dönemdeki sade şeklinden çok daha sağlam ve kalıcı olduklarını sanıyorlar.
Bu, işlerin formalite ve kabarıklığının, eşya ve olayların hakikatını kavrayamayanların düşüncelerinde meydana getirdiği, bir vehimdir. Şekil ve durumların sadeliğine rağmen insanları bu düzeye ulaştıran sadece bu ilahî hayat sistemidir. Şekil ve kurumların değişip yenilenmesine rağmen insanları tekrar bu düzeye ulaştıracak da yine bu ilahî hayat sistemidir.
Bunun anlamı, yeni yargı kurumlarını geçersiz kılmak değildir. Sadece kurumların hiçbir değerinin olmadığını, önemli olanın bunun ötesindeki ruh olduğunu bilmemiz yeterlidir. Bundan sonra şekli ve hacmi ne olursa olsun, hangi zaman ve mekanda söz konusu oluyorsa olsun durum değişmeyecektir. En üstün olanın üstünlüğü,zaman ve mekana bağımlı değildir kuşkusuz.
136- Ey müminler, Allah'a, peygamberine, peygamberine indirmiş olduğu kitaba ve daha önce indirilmiş kitaba inanmaya devam ediniz. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkär ederse koyu bir sapıklığa düşmüş olur.
Bu, müminlere yönelik, onları çevrelerindeki cahiliyeden ayıran sıfatlarıyla yapılan, ikinci bir çağrıdır. Bu çağrıda, görev ve sorumlulukları belirlenmekte ve onları bu sorumluluklar karşısında güç ve yardım bekledikleri kaynağa bağlamaktadır.
"Ey müminler, Allah'a, peygamberine, peygamberine indirilmiş kitaba ve daha önce indirilmiş kitaba inanmaya devam edin."
Bu, müminlerin inanmak zorunda oldukları, imanın unsurlarının açıklanmasıdır. İslâm'ın inanç düşüncesinin açıklanmasıdır.
Bu unsurlardan biri, Allah ve Resulüne iman etmektir. Bu inanç, mümin gönülleri; kendilerini yaratan ve kendilerine doğru yolu gösteren, peygamberi gönderen Rablerine bağlamaktadır. Bu, peygambere, peygamberin getirdiği mesaja inanmak ve O'nu gönderen Rabbinden getirdiği her şeyi doğrulamaktır.
Bu unsurlardan biri de; Allah'ın Resulüne indirilen kitaba inanmaktır. Bu inanç onları, yüce Allah'ın hayatları için seçtiği ve o kitapta açıkladığı sisteme bağlar. Kitapta bulunan herşeyi kabullenmektir bu. Kaynağı birdir bu kitabın, yöntemi de. Bu kitabın bir kısmı, alıp kabullenmek, uymak ve uygulamak bakımından diğer kısmına göre öncelikli değildir.
Bu unsurlardan bir diğeri; daha önce indirilmiş kitaba inanmaktır. Çünkü tüm kitapların kaynağı birdir, o yüce Allah'tır. Temelleri aynıdır. Tamamen Allah'a teslim olmak, bütün özellikleriyle; ilahlıkta yüce Allah'ı birlemek, hayatta uyulup uygulanması gerekenin sadece, yüce Allah'ın belirlediği sistemin olduğunu kabul etmektir bu temel. Bu birlik, -bozulmadan önce- tüm kitapların yüce Allah'tan geldiğinin doğal ve kesin gereğidir. Çünkü yüce Allah'ın hayat için belirlediği sistem birdir. İnsanlara yönelik iradesi ve yolu birdir. Çevresindeki yollar ayrılsa da o dosdoğrudur ve hedefine varır.
Bütün kitaplara inanmak -bütün kitapların aslında tek bir kitap olduğu gerçeğinden hareketle- müslüman ümmetin ayırıcı bir özelliğidir. Çünkü bu ümmetin, bir olan yüce Rabbi, onun biricik sistem ve yolu hakkındaki düşüncesi, uluhiyet gerçeği ve insanlığın birliği ile uyuşmaktadır. Birkaç çeşidi olmayan ve ötesinde sapıklıktan başka birşey bulunmayan hakla aynı doğrultudadır:
"Hak'tan sonra sapıklıktan başka ne var ki?" (Yunus Suresi, 32)
İman etmeye ilişkin emrin yanında, imanın unsurlarını inkar konusunda; bir de tehdit yer almaktadır. Bunun yanında sonuçta verilecek ceza açıklanırken bu unsurlar ayrıntılarıyla zikredilmektedir.
"Kim Allah'ı meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkar ederse koyu bir sapıklığa düşmüş olur."
Birinci emirde Allah'a, kitaplarına ve peygamberlerine iman zikredilmiş ancak, meleklerden söz edilmemişti. Ancak Allah'ın kitapları, meleklere ve ahit gününe iman konusunu da içermektedirler. Meleklere ve ahiret gününe inanmak Allah'ın kitaplarına inanmanın doğal sonucudur. Fakat burada ön plana çıkarıyor. Çünkü burada korkutma ve tehdit söz konusu edilmektedir ve her unsur iyice belirginleşmelidir.
"Koyu sapıklık" deyimi, genellikle sapıklıkta ileri gitmek anlamını taşımaktadır. Artık hidayet ümidi bulunmayan bir noktadadır böyle birisi. Bundan sonra dönmesi beklenemez.
Fıtratın, derinliklerinde zorunlu bir hareket, doğal bir yöneliş sonucu inandığı yüce Allah'ın inkar eden ve bu inkarın sonucu olarak; Allah'ın meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkar eden, evet bu küfrü işleyenin fıtratı, kokuşmuşluk, başıboşluk ve bozulmuşluk bakımından öyle bir noktaya varmıştır ki, doğru yolu bulma ümidi kalmamıştır. Bundan sonra dönmesi beklenemez.
İman edenlere yönelik bu iki çağrıdan sonra ayetlerin akışı, nifak ve münafıklara saldırıya geçmektedir. O günkü pratik durumlardan birinin tasviri ile işe başlamaktadır ayet-i kerime. Bir kısmının konumunu somutlaştırmaktadır bu tasvir. Küfür ve kafirlerin söz konusu edildiği konumlara en yakın bir konumdur bu:
137- Allah, önce iman edip arkasından küfredenleri, sonra yine iman edip arkasından küfredenleri, sonra da kafirliklerini koyulaştıranları asla affetmeyecek, kendilerini doğru yola iletmeyecektir.
Kuşkusuz iman etmezden önceki küfür, iman tarafından silinir günahı bağışlanır. Çünkü kişi şayet koyu bir karanlıkta yaşıyorsa aydınlığı tanımamakta mazurdur. Ancak iman ettikten sonra küfre dönmek, hem de tekrar tekrar... İşte bu, bağışlanması, mazur görülmesi mümkün olmayan bir suçtur. Çünkü küfür bir perdedir, indiği zaman fıtrat yaratıcısına bağlanmış, oraya buraya dağılmadan kafileye katılmış, bitki kaynağa ulaşmış ve ruh o unutulmaz tatlılığın, imanın tatlılığının tadına varmış demektir. İman ettikten sonra, tekrar tekrar küfre dönenler bilerek fıtrata iftira ediyorlar. İsteyerek sapıklığa dalıyorlar, ıssız çöllere, koyu sapıklığa dalmayı kendileri istiyorlar demektir.
O halde yüce Allah'ın onları bağışlamaması, doğru yola iletmemesi adaletin ta kendisidir. Çünkü yolu tanıdıktan ve takip ettikten sonra kaybeden kendileridir. Sığınağı ve aydınlığı bulduktan sonra kötülüğü ve körlüğü seçen onlardır.
Kişi Allah için her şeyden soyutlanmadıkça, değer ve alışkanlıkların zorunluluk ve çıkarların, ihtiras ve cimriliğin baskısından kurtulamayacaktır. Hiçbir zaman çıkar ve servetin üstüne çıkamayacaktır. Değer ve alışkanlıkların, kişi ve olayların, yeryüzü güçlerinin, iktidar ve otorite sahiplerinin karşısında; Allah ile dolan gönüllerin hissettiği; serbestlik, onurluluk ve üstünlük duygusuna kesinlikle sahip olamayacaktır.
İşte münafıklık tohumu burada gelişmeye başlıyor. Gerçekte nifak; batılla karşı karşıya gelinirken, hakta diretmekte zaaf göstermekten başka birşey değildir. Bu zaaf da, korku ve arzunun, bunları Allah'tan başkasına bağlamanın meyvesidir. Allah'ın hayat için koyduğu sistemden ayrılıp, coğrafï koşullara ve insanların geleneklerine bağlanıp kalmanın doğal sonucudur.
KADIN VE İNSAN PSİKOLOJİSİ ÜZERİNE
Sûrenin başlarında inen ayetler, kadınlara ilişkin bir takım soruları ve onların bazı durumları hakkında fetva istemelerini anlatmaktadır. Müslümanların soru sormak ve bazı hükümlere ilişkin fetva istemek gibi girişimleri müslüman toplumun gelişimini ve müslümanların hayatî konularda dinlerinin hükümlerini öğrenme isteklerini göstermektedir. Kuşkusuz cahiliyeden İslâm'a dönüşümün ruhlarında meydana getirdiği sarsıntı son derece derindi. Öyle ki cahiliyeden kaynaklanan her konudan, İslâm'da geçersiz olduğu yada değiştirildiği korkusuyla kuşkulanır ve sakınır olmuşlardı. Bu yüzden günlük hayatlarında karşılarına çıkan her şeye ilişkin İslâm'ın hükümlerini öğrenmek istiyorlardı. Bu uyanıklık ve durumlarını İslâm'a uydurma konusunda duydukları bu arzu, -hayatlarında kimi cahiliye kalıntılarının henüz bulunmasına rağmen- o dönemin en belirgin özelliğidir. Kuşkusuz önemli olan durumlarını İslâm'ın hükümlerine uydurmada duydukları gerçek ve güçlü arzu ve aynı ruhla bazı hükümlerin yorumlanmasını istemeleridir. Yoksa günümüzde bir çoğunun müftülere başvurduğu gibi sırf, bir şeyler öğrenmek, bilgin olmak için fetva isteminde bulunmazlardı.
Toplum, dininin hükümlerini öğrenmek zorundaydı. Çünkü yeni hayat düzenlerini bu şekillendirecekti. Ayrıca öğrenmeyi şiddetle istiyorlardı. Çünkü, amaç, pratik hayatlarıyla dinlerinin hükümleri arasında uygunluk meydana getirmekti. Cahiliyeden yeni yeni soyutlanmışlardı. Cahiliyenin gelenek, alışkanlık, sistem ve hükümlerinden kaçınıyorlardı. Bu arada İslâm'ın hayatlarında meydana getirdiği bu büyük değişimin yada daha doğru bir ifadeyle, İslâm'ın eliyle gerçekleştirilen bu yeniden doğuşun değerini de çok iyi biliyorlardı.
Burada, Allah için öğrenmek istemelerinin, bu istekteki içtenliklerinin ve öğrendiklerine uymadaki kararlılıklarının gerçekliğinin karşılığını görüyoruz. Bütün bunların karşılığı olarak yüce Allah'ın koruma ve gözetimini görüyoruz. İstedikleri fetvayı yüce Allah üzerine alıyor:
"Onlar senden kadınlara ilişkin fetva isterler. De ki; onlar hakkında size fetvayı Allah veriyor."
Onlar Resulullah'tan (salât ve selâm üzerine olsun) fetva istemişlerdi. Ancak yüce Allah lütfedip peygamberine şöyle söylemesini emrediyor! Kadınlar ve ayette zikredilen diğer konular hakkında size Allah fetva veriyor. Kuşkusuz yüce Allah'ın kullarına şefkati, müslüman cemaate lütfu, onlara bizzat hitap etmesi, onları gözetmesi, fetva isteklerini ve yeni hayatlarının ihtiyaç duyduğu şeyleri karşılaması olayı değeri ölçülemeyecek kadar büyük bir iltifattır.
Fetva; ilahî sistemin müslüman toplumu içinden çekip çıkardığı cahiliye kalıntısı olguyu tasvir ettiği gibi, müslüman toplumun hayat düzeyinin yükselmesi ve cahiliye kalıntılarından arınması için uyulması istenen direktifi de içermektedir.
"De ki; Allah onlar hakkında size şu fetvayı veriyor! Bu fetva paylarına düşen mirası vermediğiniz yada nikahlamak istemediğiniz yetim kadınlar, mağdur çocuklar ve yetimlere karşı adil davranmanız konusunda size okunan Kur'an ayetleridir.
Bu ayet hakkında Ali b. Ebu Talha, İbni Abbas (r.a)'dan şöyle nakleder: Cahiliye devrinde adam tutar yanındaki yetim kızın üzerine elbisesini atardı. Bunu yaptıktan sonra kimse o kadınla evlenemezdi artık. Şayet güzel olur da hoşuna giderse kendisi evlenip malını yerdi. Yok eğer çirkin olursa, ölene kadar erkek yüzü görmesine müsaade etmezdi. Ölünce de mirasına konardı. Bunu yüce Allah haram etti, böyle bir şey yapmayı yasakladı. "... Mağdur çocuklar... sözü hakkında, ibni Abbas, cahiliyede çocuklar ve kızlar varis olamazlardı, der. "...paylarına düşen mirası vermediğiniz..." sözü, bunu göstermektedir. İşte yüce Allah bu durumu yasaklamıştır. Her pay sahibinin payını belirlemiştir. Büyük olsun küçük olsun erkeğin payı, kadının payının iki katıdır, buyurmuştur.
Yüce Allah'ın "...Yetimlere karşı adil davranmanız..." sözü hakkında Said b. Cubeyr şöyle der: "Nasıl ki, güzel olduğu zaman adam, "onu nikahladım kendime seçtim" diyorsa, mal ve güzelliği olmadığı zaman da nikah lasın tercih etsin."
Ayetin, "Onlar senden kadınlara ilişkin fetva isterler..." diye başlayan ve "nikahlamak istemediğiniz..." sözüne kadarki kısmı hakkında Hz. Aişe (r.a) şöyle der: "Bu, yanında yetim bir kız bulunan adamdır. Velisi durumunda olduğu için ona varis olmaktaydı. Kızcağızın tüm malına hatta hurma salkımına bile ortak olurdu: Fakat nikahlamak istemezdi. ( Yani, nikahlamaktan kaçınırdı, çirkin olduğu için evlenmek istemezdi)
Kızın başka bir adamla evlenmesini ve böylece ortağı bulunduğu mala başkasının ortak olmasını da istemezdi. Bu yüzden evlenmesine engel olur. Ayet bunun için indi." (Buhari, Müslim)
İbn-i Ebu Hatem diyor ki: Muhammed b. Abdullah b. Abdülhakem'le okuduk. Bize Vehb anlattı, ona Yunus, İbn-i Şihab'dan haber verdi, ona Urve b. Zübeyr Hz. Aişe (r.a)'nın şöyle dediğini aktardı: "Bazıları kadınlar hakkında inen bu ayetten sonra, Resulullah'tan fetva istediler. Bunun üzerine, "Onlar senden kadınlara ilişkin fetva isterler. De ki; Allah onlar hakkında size şu fetvayı veriyor: Bu fetva.. size okunan Kur'an ayetleridir." ayeti indi. Hz. Aişe, "size okunan Kur'an ayetleri" ile yüce Allah'ın, "şayet yetimler konusunda adil olamayacağınızdan korkuyorsanız kadınlardan hoşlandıklarınızla evlenin." dediği ilk ayete işaret edilmektedir." der.
Yine bu isnadla Hz. Aişe'den şöyle rivayet edilir: "Yüce Allah'ın: "nikahlamak istemediğiniz." sözünden, sizden birinizin himayesindeki yetim kızı, malı ve güzelliği az olduğundan dolayı nikahlamak istemeyişi kastedilmektedir. Bu yüzden, adil davranmadıkları sürece yetim kızları sırf malları ve güzelliklerinden dolayı nikahlamaktan engellediler. Çünkü gönülsüz davranıyorlardı bu konuda."
Bu hadisler ve Kur'an ayetinden cahiliyenin durumu özellikle yetim kızların içinde bulunduğu durum açıkça görülmektedir. Yetim ki; velisinin göz dikmesi ve aldatmasıyla karşı karşıya kalırdı. Velisi, kızın malına göz dikerdi. Mihrini de vermemek suretiyle aldatırdı. Şayet kendisi evlenecek olsa hem mihrini hem de malını yerdi. Çirkin olduğu için evlenmezdi. Üstelik, elinin altındaki malına, kocasının ortak olmaması için başkasıyla evlenmesine izin vermemekle de aldatırdı.
Küçük çocukların ve kadınların durumu da böyleydi. Miraslarını koruyacak bir güçleri bulunmadığı için mirastan yoksun bırakılırlardı. Yada savaşacak güçte olmadıkları için, kabileci düşüncenin etkisiyle mirasta hakları bulunmazdı. Çünkü kabile düzeninde herşey savaşçılarındır. Zayıfların hiç bir şeyi yoktur.
İşte İslâm'ın değiştirdiği yerine üstün, insana yaraşır gelenekler yerleştirdiği, bu iğrenç ve ilkel geleneklerdir. Daha önce de dediğimiz gibi bu sırf Arap toplumunda söz konusu olmuş bir sıçrama, bir uyanış değildir kuşkusuz. Bu gerçekte yepyeni bir oluşumdur. Yeni bir doğuştur. Bu ümmetin cahiliyedeki realitesinden farklı bir gerçektir bu.
Şunu özellikle belirtmemiz gerekir: Bu yeni oluşum, herhangi bir hazırlık döneminin sonucu bir gelişme değildir. Yada bu halkın hayatında maddi olgunun ani değişikliğinden de kaynaklanmamaktadır.
Miras ve mülkiyet haklarını savaşçılık esasına dayandırmaktan insanlık esasına dayandırmak, çocuk, yetim ve kadına savaşçılıklarından dolayı değil de insan olmalarından dolayı haklarını vermek değişimi; toplumun savaşçılara değer vermeyen sağlam kurallar edinmesi, bu yüzden savaşçıların kazanılmış haklarını iptal etmesi ve onların öncelikli olmasını gerektirecek bir durumun söz konusu olmadığı bir aşamaya gelmesinden kaynaklandığı sanılmasın!
Kesinlikle hayır. Kuşkusuz bu yeni dönemde de savaşçılara büyük değer verilir. Onlara duyulan ihtiyaç da son derece önemlidir. Ancak burada artık İslâm vardır. Burada insanlığın yeniden doğuşu söz konusudur. Bir kitaptan, bir hayat sisteminden kaynaklanan bir doğuş, aynı yeryüzünde, aynı şartlarda; üretim tarzında, araçlarında ve üretimde bir devrim meydana getirmeksizin yalnızca bu yeni doğuşun etkisiyle, bir düşünce inkılabı gerçekleştirerek bu yeni doğmuş toplumu oluşturmuştur.
Kur'an'ın eğitim metodunun, ruhlarda ve hayat tarzında cahiliyenin belirtilerini söndürüp gidermek, ruhlara ve hayat tarzına İslam'ın belirtilerini yerleştirip sağlamlaştırmak için, (hem de uzun bir) mücadeleye giriştiği bir gerçektir. Diğer bir gerçek de cahiliye kalıntılarının tekrar hareketlendiği, bazı bireysel durumlarda kendisi değişik kılıklara büründürüp yeniden ortaya çıkmaya çalıştığıdır.
"Maddi olgularla mücadeleye girişenin, onları ortadan kaldırıp değiştirenin, gökten indirilen bu ilahî sistem ve bu sistemin oluşturduğu bu düşüncenin ta kendisi olduğu gerçeğidir. Hiçbir zaman bu değişikliği sağlayan; maddi olgu ve maddenin özünde taşıdığı çelişki yada üretim araçlarının değişmesi veya üretim araçlarının öngördüğü bu değişikliği düzenlemek için düşüncelerin, hayat sistemi ve sistemlerinin değişmesini zorunlu gören Marksist hezeyanlardan biri olmamıştır.
Burada, bu halkın hayatında yeni ve tek birşey söz konusudur. Yüceler aleminden indirilmiş bir şey. Ruhlar hemen karşılık verdiler. Çünkü yüce Allah yerleştirdiği fıtratın derinliklerine hitap ediyordu. Bu yüzden, böyle bir değişiklik gerçekleşmişti. Daha doğrusu insanlığın bu yeniden doğuşu mümkün olmuştu. Bu doğuşta; bütün yönleriyle cahiliye de hayat, bilinen görünümünden tamamen farklı bir görünüm kazanmıştı.
Eski ve yeni görünüm arasında bir çatışma söz konusu olmasına, bir takım sancılar ve fedakârlıklardan dolayı acılar çekilmesine rağmen, tüm bunlar gerçekleşmişti. Çünkü burada yüce bir mesaj, itikadî bir düşünce söz konusuydu. Şu yeniden doğuşta ilk ve son etken oydu. Tabi ki bu dalgayı İslâm toplumuyla sınırlı tutması mümkün değildi. Aynı şekilde tüm insan topluluklarına da yönelecekti kuşkusuz.
Müminlerin kadınlara ilişkin Resulullah'tan fetva istediği, yüce Allah'ın da kendilerine fetva verdiği yetimlerin ve mağdur çocukların haklarını bildirdiği şu Kur'an ayeti, bütün bu hakları ve prensipleri, bu sistemin getirdiği kaynağa bağlamakla son bulmasının nedeni de budur:
"Ne iyilik yaparsanız kuşkusuz Allah onu bilir."
Bilinmemesi mümkün değildir. Kaybolması düşünülemez. Allah katında kayıtlıdır. Allah katında kayıtlı iyiliğin kaybolması mümkün değildir.
Müminin yaptıklarıyla döndüğü son merci burasıdır. Niyeti ve çabasıyla gözettiği tek yön budur. Bu prensiplerin ve bu metodun ruhlarda, davranışlarda ve tüm hayatta bu denli güçlü etkin olmasını sağlayan; bu merciin gücü ve otoritesidir.
O halde bir takım direktifler vermek, hayat metodları belirlemek ve sosyal düzenler kurmak önemli değildir. Önemli olan bu direktiflerin, metod ve düzenlerin dayandığı, güçlerini, insan nefsi üzerindeki etki ve faaliyetlerini aldıkları otoritedir. İnsanların otorite ve azamet sahibi yüce Allah'tan aldıkları prensip, hayat metodu ve düzenler ile, insanlar arasındaki kendileri gibi bir kuldan aldıkları prensip, hayat metodu ve düzenler arasında, ne kadar da fark vardır. Diyelim ki, tüm sıfat ve özellikleri ile de her ikisi aynı düzeyde bulunsun ve böylece birlikte aynı zirveye ulaşsalar bile -bu da mümkün değil ya- şu sözün kaynaklandığı zatı düşünmem, ruhumda hakkettiği yeri vermem bile, yücelerin yücesi Allah'ın sözü ile insanoğlunun sözünün ruhumda hakkettikleri etkiyi, bırakmaları için yeterlidir.
Ardından İslâm'ın, madde aleminde ya da üretim dünyasında geçerli yeryüzü menşeli değişim etkenlerinden çok, mele-i a'ladan -yüceler aleminden indirilen Allah'ın sistemi aracılığıyla oluşturduğu bu toplumda -aile ortamında gerçekleştirilen sosyal düzenlemeyle birlikte bir adım daha atıyoruz:
128- Eğer kadın, kocasının geçimsizlik çıkaracağından veya kendisini ihmal edeceğinden endişe ederse bu çiftin anlaşma yolu ile ilişkilerini yeniden düzene koymalarının bir sakıncası yoktur. Anlaşma her zaman hayırlıdır. Nefisler cimriliğe, bencilliğe eğilimlidirler. Eğer iyi davranır, Allah'tan korkarsanız, hiç şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
129- Ne kadar özen gösterseniz de eşleriniz arasında adaleti sağlayamayacaksınız. O halde birine iyice tutulup öbürünü ortada bırakmayınız. Eğer barışır Allah'tan korkarsanız, hiç kuşkusuz Allah affedicidir ve merhametlidir.
130- Eğer eşler birbirinden ayrılırlarsa Allah bol nimetleri ile her ikisini de muhtaç duruma düşmekten korur. Allah'ın nimetleri boldur ve O hikmet sahibidir.
Bu ilahi sistem -daha önce- kadın tarafından ortaya çıkarılan geçimsizlik durumunu ve aile çatısını koruyacak uygulamaları -bu cüzün başlarında- ele almıştı. Şimdi de erkek tarafından meydana gelmesinden korkulan böylece kandının güvenliğini, onurunu ve bütünüyle ailenin güvenliğini tehdit edecek geçimsizlik durumu ele alınmaktadır. Çünkü kalpler farklılaşabilir, duygular değişkendir. Bir hayat metodu olan İslâm da hayatın tüm yönlerini ele alır, hayatta karşılaşılan her şeyi karşılar, ilke ve prensipleri çerçevesinde çözümler getirir. Yeni baştan şekillendirdiği ve meydana getirdiği toplumu bu amaç doğrultusunda sağlamlaştırır.
Kadın kendisine kaba davranılmasından korkarsa, bu kabalığın; -Allah'ın hiç sevmediği ancak helal olan- boşanmaya yada ne eş, ne de boşanmış sayılmayan boşta kalmış gibi bırakılıp yüz çevirilmesinden endişeleniyorsa, mali veya hayati haklarından feragat edip anlaşmaları mümkünse, kendisi ve kocası için bir mahsur yoktur. Nafakasının bir kısmını yada tümünü bırakması, şayet kendisine tercih ettiği diğer bir eşi varsa ve kendisi de eşlik için gerekli çekicilik ve canlılığı yitirmişse payını ve gecesini ona vermesi gibi. Bütün bunlar; bizzat kendisi -tüm tercihini kullanması ve tüm şartları değerlendirmesi sonucu- boşanmaktan daha hayırlı olduğuna karar verirse mümkün olabilir:
"Eğer kadın, kocasının geçimsizlik çıkaracağından yada kendisini ihmal edeceğinden endişe ederse, bu çiftin, anlaşma yolu ile ilişkilerini yeniden düzene koymalarının sakıncası yoktur." Bu da az önce işaret ettiğimiz anlaşmadır.
Bu hükmün ardındän, anlaşmanın her zaman için ayrılıktan, kabalıktan, geçimsizlik ve boşanmadan daha iyi olduğu gerçeği yer almaktadır.
"... Anlaşma her zaman bayırlıdır."
Böylece içinde geçimsizlik ve katılık duygularının depreştiği gönüllere yumuşaklık, yakınlık meltemi estirilmekte; evlilik ilişkisinin ve aile bağının korunmasına teşvik edilmektedir.
Kuşkusuz İslâm, insan ruhunun tüm realitesiyle birlikte hareket eder. Bütün etkin yöntemlerini kullanarak, insan ruhunu ve fıtratı en üstün düzeye yükseltmek için uğraşır. Ancak, bunu yaparken hiçbir zaman da insan tabiatının ve fıtratının sınırlarını göz ardı etmez. Gücünün yetemeyeceği şeyi yapmaya zorlamaz. İnsanlara; "başlarınızı duvara vurun. Sizden bunu istiyoruz. İster gücünüz yetsin, ister yetmesin, fark etmez." demez.
İslâm, insan ruhuna zaafları ve kusurlarıyla baş başa kalmasını fısıldamaz. Bataklık içinde yüzdüğü, çamur içinde çırpındığı halde insan ruhunun realitesi budur yutturmacasıyla, insana şeref marşlarını söyletmez. Ancak boynundan tutup mele-i a'ladan bir ipe bağlamaz. Yeryüzünde ayakları tutunmadığı için yükseklik ve üstünlük bahanesiyle havada salınacak gibi salınıp durmasına izin vermez.
İslâm orta yoldur. Fıtrattır. Realist idealizmdir, ya da idealist realizmdir. İnsana insanlığıyla muamele eder. Çünkü insan olağanüstü bir yaratıktır. Ayaklarını yere koyduğu halde ruhuyla göklerde dolaşabilen sadece odur. Bir anda gerçekleşen bu olayda ruhla cesedin, ayrılması söz konusu değildir. Yerde cesed, gökte ruh olarak bölünmesi de mümkün değildir.
İşte burada bu hükümde de İslâm, insanla birlikte hareket etmektedir. Onun bu alandaki özelliklerinden birini belirlemektedir:
"Nefisler cimriliğe, bencilliğe eğilimlidirler."
Yani nefislerde cimrilik sürekli vardır. Her zaman orada bulunur. Cimriliğin çeşitleri vardır. Malda cimrilik olduğu gibi duygularda da cimrilik söz konusudur. Karı kocanın hayatını etkileyen -ya da karşılarına çıkan- bir takım sebepler, karısına karşı kocanın gönlünde bu cimriliği harekete geçirebilir. O zaman kadının mehrinin kalan kısmından yada nafakasından vazgeçmesi konusundaki cimriliği tatmin edip, nikahın sürmesini sağlayabilir. Kendi gecesinden vazgeçmesi de -şayet kendisine tercih ettiği bir eşi varsa- birincide canlılık ve çekicilik kalmamışken bu şekilde kocasının duygu konusundaki cimriliğini hoşnut etmesi, aynı şekilde nikahın sürmesini sağlayabilir. Buna rağmen, her halukârda konu, kadının takdirine bırakılmıştır. Kendi yararına uygun gördüğü şeyi yapmakta serbesttir. İlahi sistem onu hiçbir şey yapmaya zorlamaz. Sadece ona tasarruf yetkisini tanır. Kendi işini görebildiği gibi bulup değerlendirme özgürlüğünü de tanır.
İslâmî hayat metodu, bu cimri tabiatla birlikte hareket ederken, bu tabiatı insan ruhunun her yönden bir özelliği kabul edip durmaz. Ona bir diğer çağrı yapmaktadır. Başka bir nağme çalmaktadır:
"Eğer iyi davranır, Allah'tan korkarsanız, hiç şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır."
İhsan ve takva; en sonunda işin bağlanacağı noktayı oluşturur. Bunlar kişiye hiçbir şey kaybettirmez. Çünkü her kişinin yaptığından Allah haberdardır. Nedenlerini ve gizliliklerini bilir. Mümin ruhu ihsan ve takvaya çağırmak, yaptığı şeylerden haberdar olan Allah'ın adıyla ona seslenmek, etkin bir çağrı, kabul görecek bir sesleniştir. Hatta gerçek anlamda etkin çağrı ve kabul görecek sesleniş sadece budur.
Bir kez daha kendimizi eşsiz ilahi sistemin önünde buluyoruz. İnsan ruhunun realitesini ve insan hayatının tüm koşullarını idealist realizmle yada realist idealizmle karşılayan ve insan ruhunun gizli sentezini olağanüstü, o eşsiz karışımı kabul eden sistemi...
"Ne kadar özen gösterirseniz de eşleriniz arasında adaleti sağlayamayacaksınız, o halde birine iyice tutulup öbürünü ortada bırakmayınız. Eğer barışır Allah'tan korkarsanız, hiç kuşkusuz Allah affedici ve merhametlidir."
"Eğer eşler birbirinden ayrılırlarsa Allah bol nimetleri ile her ikisini de muhtaç duruma düşmekten korur. Allah'ın nimetleri boldur ve o hikmet sahibidir."
İnsan ruhunu yaratan yüce Allah'tır. Fıtratında karşı koymadığı birtakım eğilimlerinin olduğunu bilir. Bu yüzden bu eğilimlerini kontrol etmesini sağlayacak bir gem vermiştir insana. Sadece hareketlerini düzenleyecek bir gem. Bu eğilimleri yok etmek veya öldürmek için değil.
İnsan gönlünün eşlerden birine kayıp onu diğerlerine tercilı etmesi de bu eğilimlerdendir. Tercih ettiği eşine olan eğilimi diğerine veya diğerlerine oranla daha fazla olur. Bu eğilimde bir art niyet yoktur. Yok etmek yada öldürmek mümkün değildir bu eğilimi. Nasıl öldürülebilir ki?.. İslâm insanı, gücünün yetmediği bir konuda hesaba çekmez. Karşı koymadığı bu eğilimi sonuçta bir günah olarak görmez. Hakim olamadığı eğilimde, gücünün yetmediği bir konuda ortada bırakmaz insanı. Aksine -özen göstermelerine rağmen- kadınlar arasında adaleti sağlayamayacaklarını bildirir. Çünkü bu konu iradesinin dışındaki bir konudur. Ancak şu bakımdan istemlerine bağlı bir şey vardır: Uygulamada, paylaşımda, geçindirmede, evlilik haklarında, hatta, yüze karşı güler yüzlü olmada ve tatlı dilli olmada adalet sağlanabilir. İşte bunu yapmaları istenmektedir. Bu eğilimi kontrol altında tutacak gem budur. Düzenlemek için tabii, öldürmek için değil:
"O halde birine iyice tutulup öbürünü ortada bırakmayınız."
İşte yasaklanan budur. Açık uygulamalarda eğilim göstermek... Diğer eşe tüm evlilik haklarından yoksun bırakarak, ne eş olabilen ne de boşanabilen bir durumda bırakıp, tamamıyle diğer eşe eğilim göstermek yasaktır. Bununla beraber mümin ruhlarda derin etkisi bulunan bir çağrı yapılırken insan gücünü aşan şeylerden dolayı hesap sorulmayacağı da bildirilmektedir:
"Eğer barışır Allah'tan korkarsanız, hiç kuşkusuz Allah affedicidir ve merhametlidir."
İslâm; bir avuç çamur ve Allah'ın ruhundan bir nefhanın eşsiz bileşimiyle birlikte bir bütün olarak insan ruhunu, yetenek ve güçleriyle birlikte ele aldığı, ayaklarını yere koyduğu halde; çekişmeye, ayrılmaya meydan vermeden ruhunu göklerde uçuran idealist realizmiyle yada realist idealizmiyle birlikte hareket ettiği için...
Evet İslâm böyle davrandığı için, insanlığın mükemmel bir tablosu olan İslâm peygamberi (salât ve selâm üzerine olsun) mükemmelliğin zirvesine ulaşmışken, bütün özellikleri ve yetenekleri insan fıtratının sınırları içinde dengeli ve eksiksiz bir gelişme göstermişti.
İşte bu peygamber de eşlerinin arasında gücü yettiği konularda paylaşma yapmıştı. Bu paylaşmada kuşkusuz adaleti gözetmişti ancak, bazısını bazısına tercih ettiğini ve bunun elinde olmadığını inkar etmiyordu. Bu yüzden şöyle diyordu:
"Allah'ım elimden gelen budur. Senin gücün dahilinde olup benim gücüm yetmediği konularda (yani kalbin eğilimi konusunda) beni kınama." (Ebu Davud)
Ancak kalpler katılaşıp, bu ilişkiyi sürdürmeyecek duruma gelirse ve böylece karı-kocanın gönlünde hayatın istikrarlı bir şekilde sürmesini sağlayacak unsurlar kalmamışsa o zaman, ayrılık daha iyidir. Çünkü İslâm eşleri, halatlarla, iplerle, bağlarla ve zincirlerle birbirine bağlamaz. Onları sevgi ve şefkat yada görev sorumluluğu ve nezaket anlayışıyla birbirine bağlar. Birbirinden nefret eden gönülleri tedavi etmeye hiçbir yöntemin gücü yetmez olunca, artık onları zorluk ve nefret zindanında tutmaya yada görünürde birbirine bağlı, gerçekte ise ayrı yaşayan karı-kocayı bu çarpık ilişkiyi sürdürmeye zorlamanın hiçbir yararı yoktur.
"Eğer eşler birbirinden ayrılırlarsa, Allah bol nimetleriyle her ikisini de muhtaç duruma düşmekten korur. Allah'ın nimetleri boldur ve O hikmet sahibidir."
Yüce Allah, her ikisini lutfedip muhtaç duruma düşmekten koruyacağını ve katından bol nimetler vereceğini vaadediyor. Yüce Allah, kullarına bolluk bahşeder, dilediği şeyi, hikmeti ve bilgisi sınırları içinde her durum için, uygun olacak şekilde kullarına bolca verir.
Ruhların duygularını, tabiatların gizliliklerini ve bütün realitesi ile birlikte hayat tarzlarını düzenleyen ilahî sistemin proğramı insanları, bu sistemden uzaklaştıranların bitmez tükenmez bencilliğini ortaya çıkarmaktadır. Kuşkusuz bu ilahî hayat sistemi, son derece kolaylaştırıcıdır ve insanlar için konulmuştur. Onların adımlarına yol gösterip, aşağılık bataklıktan kurtarıp daha yükseğe, fıtratlarına ve kabiliyetlerine uygun bir şekilde en yükseğe çıkarmaktadır. Fıtratlarında bunu kabullenecek bir özellik, tabiatlarında harekete geçireceği bir yetenek, bünyelerinde yeşerteceği bir tohum olmaksızın yükselmek ve yücelmek adına hiçbir zorunluluk yüklememektedir. Bütün bunlardan sonra insanları, idealist realizmi ya da realist idealizmi sayesinde, başka hiçbir hayat sisteminin ulaştıramadığı düzeylere çıkartır. Bu da şu eşsiz varlığın bünyesine en uygun düzeydir.
HAKİMİYET ALLAH'INDIR
Evlilik hayatının düzenlenmesine özgü bu hükümler, hayatın tümünü düzenleyen ilahî hayat sisteminin bir parçasını oluşturur. Bu ilahî sistem, bütünüyle evrene egemen yasanın bir uzantısıdır. Yüce Allah'ın tüm evren için seçtiği bu yasa, Allah'ın evreni yarattığı fıtrata ve bu evrende yaşayan insanın yaradılışına uygun düşmektedir. Bu kapsamlı ve büyük sistemin derinliklerindeki gerçek bu olduğundan, sûrenin akışı içinde aile hayatının düzenlenmesine özgü hükümlerden sonra onları, tüm evrene egemen yasaya, evren üzerindeki Allah'ın otoritesine ve O'nun evren üzerindeki hakimiyetine, yüce Allah'ın bütün kitaplarında insanların tümüne yaptığı tavsiyenin tekliğine, dünya ve ahiret sevabına bağlayan bir açıklama yer almaktadır. Kuşkusuz bunlar, bütünüyle ilahî hayat sisteminin dayandığı hak, adalet ve takva temelleridir.
131- Gerek göklerde gerekse yeryüzünde ne varsa hepsi Allah'a aittir. Size ve sizden önce kendilerine kitap verilmişlere Allah'tan korkmayı emrettik. Eğer kafir olursanız, biliniz ki, göklerde ve yeryüzünde bulunan herşey Allah'ındır. Onun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur ve övgüye layıktır.
132- Gerek göklerde gerekse yeryüzünde ne varsa hepsi Allah'a aittir. Allah vekil olarak yeterlidir.
133- Ey insanlar, eğer O dilerse sizi ortadan kaldırır da yerinize başkalarını getirir. Hiç şüphesiz Allah'ın gücü bunu yapmaya yeter.
134- Kim dünyada mükafatını elde etmek isterse bilsin ki, dünyanın da ahiretin de mükafatı Allah'ın katındadır. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi işiten ve görendir.
Kur'an-ı Kerim'de hükümler, emir ve nehiyler bildirilirken, ardından "göklerde ve yerde bulunanların Allah'a ait" olduğu yada "göklerin ve yerin mülkiyetinin Allah'ın" olduğu gerçeğinin bildirildiği çokça görülmektedir. Gerçekte her ikisi de diğerini zorunlu kılmaktadır. Çünkü bir şeye sahip olan mülkünde otorite sahibidir de. Bu mülkün kapsamındakiler için kanunlar koyan otorite sahibi de sadece O'dur. Bunlar da birbirlerini zorunlu kılan iki gerçektir.
Ayrıca burada, yüce Allah'ın, kendilerine kitap indirilen herkese yönelik tavsiyesinin takva olduğu da ortaya çıkmaktadır. Bu da, göklerin ve yerin mülkünün kime ait olduğu ve mülkünde tavsiye etme yetkisinin kimde olduğu belirlendikten sonra yer almaktadır.
"Gerek göklerde gerekse yeryüzünde ne varsa hepsi Allah'a aittir. Size ve sizden önceki kendilerine kitap verilmişlere Allah'tan korkmayı emrettik."
Kendisinden sakınılan, azabından korkulan gerçek otorite sahibi olan merciidir. Allah korkusu, kalplerin ıslahı ve bütün yönleriyle O'nun hayat sistemini uygulamaya özen göstermenin güvencesidir.
Bu arada Allah'ın mülkünde, önemsenmeyecek bir grubu oluşturan kafirlere, yüce Allah'ın onları ortadan kaldırıp yerlerine başkalarını getirmesinin son derece kolay olduğu bildirilmektedir.
"Eğer kafir olursanız, biliniz ki, göklerde ve yeryüzünde bulunan her şey Allah'ındır. Onun hiç bir şeye ihtiyacı yoktur ve övgüye layıktır."
"Gerek göklerde gerekse yeryüzünde ne varsa hepsi Allah'a aittir. Allah vekil olarak yeterlidir."
"Ey insanlar, eğer O dilerse sizi ortadan kaldırır da yerinize başkalarını getirir. Hiç şüphesiz Allah'ın gücü bunu yapmaya yeterlidir."
Yüce Allah, kullarına takvayı tavsiye ediyorsa, bu dinlemeyip kafir olmaları durumunda; Ona zarar verecekleri, Onu zahmete sokacakları anlamına gelmez. Çünkü onların kafir olmaları Onun mülkünden bir şey eksiltmez.
"... Biliniz ki, göklerde ve yeryüzünde bulunan herşey Allah'ındır."
Yüce Allah, onları ortadan kaldırıp yerlerine diğer bir İnsan topluluğunu getirebilir kuşkusuz. Yoksa sadece onların çıkarı ve durumlarının ıslahı için takvayı emretmektedir.
İslâm'ın, Allah katında insana verdiği değer, yeryüzünde ve evrende bulunanlardan üstün tutması oranında, kafir olduğu, azgınlaştığı, büyüklendiği ve haksız yere ilalılığın özelliklerini iddia ettiği zaman da tehdit etmesi, İslâm düşüncesinin, işin gerçeğinin ve pratik durumun öngördüğü dengenin gereğidir.
Bu değerlendirme, sadece dünyayı isteyen gönüllere yönelik yüce Allah'ın lütfunun geniş olduğuna ilişkin bir direktifle son bulmaktadır. Kuşkusuz dünya ve ahiret mükafatı onun katındandır. İdeallerini dünyayla sınırlı tutanlar, onun ötesini bakışlarıyla kavrayabilirler, böylece dünya ve ahiret mükafatın ı elde edebilirler.
"Kim dünya mükafatını elde etmek isterse bilsin ki, dünyanın da ahiretin de mükafatı Allah'ın katındadır."
İnsanın, dünya ve ahireti birlikte düşünebildiği, dünya ve ahiret sevabının beraberce elde edebildiği ve bunu İslâm'ın eksiksiz, realist ve idealist hayat sistemi garantilediği halde, dünya mükafatıyla yetinmesi, ilgisini dünyayla sınırlı tutması ve insan gibi yaşaması; ayakları yerde, ruhu da gökte uçuşan şu yeryüzüne egemen yasalara uygun hareket edebilen, aynı zamanda yüceler alemindekilerle birlikte yaşayabilen bir varlık olması mümkünken, hayvanlar, sürüngenler ve böcekler gibi yaşaması ahmaklıktır, basitliktir.
Son olarak bu çeşitli değerlendirmeler İslâm şeriatında yer alan ayrıntılı hükümlerle evrensel hayat sistemi arasındaki sağlam bağa işaret ettiği gibi, İslâm'ın aile konusunda gösterdiği titizliğe de işaret etmektedir. Öyle ki bu sorunu, şu büyük sorunlara bağlayacak kadar önemsemiştir. Ardından da bütün dinlerde yer alan takva tavsiyesinin yer alması da bu yüzdendir. Yoksa yüce Allah, insanları ortadan kaldırıp yerine tavsiyesine uyan ve şeriatını uygulayan başkalarını getirebilir. Bu, son derece önemli bir değerlendirmedir ve aile sorununun yüce Allah'ın katında ve onun hayat sisteminde de önemli olduğunu vurgulamaktadır.
Gelecek ders, hakkında yüce Allah'ın "Siz insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz." (Al-i İmran. 110) buyurduğu bir ümmet ortaya çıkarmak için ilahî gözetimin altındaki metodla, eğitim zincirinin bir halkasını oluşturmaktadır. Bu halka; değişmez olduğu kadar, adımları sürekli olan, insan ruhunu yüce yaratıcısının verdiği ilaçla tedavi etmek için hedefleri belirlenmiş olan ilahî sistemin bir halkasıdır. Kuşkusuz yüce Allah, insan ruhunun girintilerinden ve çıkıntılarından haberdardır. Onun özelliklerini ve hakikatlerini görür. Zorunluluk ve isteklerini güç ve kuvvetini bilir.
Bu halka, her nesilden tüm insanları -konumlarına göre- cahiliye bataklığından çıkarmak, en üst zirveye çıkma çabalarında daha yukarıya yükseltmek için konulmuş ilahî sistemin kurallarını ve değişmez prensiplerini belirlediği gibi, bu Kur'an'la muhatap olmuş ilk müslüman kitlenin durumunu da gözler önüne getirmektedir. Bu kitlenin tablosunu oluşturan çizgilerden -olduğu gibi onların insan oluşları, insanlıklarında mevcut güç ve zaaf noktaları, cahiliye kalıntıları ve fıtrî belirtileri ortaya çıkmaktadır. Ayrıca bu sistemin, müslüman kitleyi tedavi etme, güçlendirme ve temsil ettiği hak üzere sağlamlaştırma yöntemi ile hak uğruna sarf ettikleri çaba ve fedakarlıklar da belirlenmektedir.
Ders, insanlar arasında o olağanüstü şekilde adaleti ayakta tutmaları hususundaki görevlerinin yükümlülüklerini yerine getirmeleri için müslüman kitleye yönelik bir çağrıyla başlamaktadır. Kuşkusuz bu adaleti ancak bu kitle ayakta tutabilir. Kitle, bu işlevini yerine getirirken doğrudan, yüce Allah'la ilişki içindedir. Bunun dışında her türlü yakınlık duygusu, arzu ve çıkardan uzaktır. Toplum, millet yada devlet çıkarı dedikleri şey de bunun içindedir kuşkusuz. Kitle bu adaleti gerçekleştirirken Allah korkusu ve hoşnutluğu dışındaki tüm değer yargılarından soyutlanmıştır. Bu adaletin bir örneğini, daha önce sözünü ettiğimiz yahudi olayında yüce Allah'ın pratik olarak Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) ve müslüman kitleye öğrettiğini görmüştük.
Bu adaleti, bu şekilde gerçekleştirmeleri için iman edenlere yönelik bir çağrıyla başlıyor ders. Bu Kur'an'ı indiren merci, kuşkusuz adaleti bu şekilde gerçekleştirmek için zorunlu kıldığı zorlu mücadelenin içyüzünü de, bilir. İnsan ruhunun, birtakım bilinen zaafları olduğunu, kendi şahsına, akrabalarına, mahkemeleşen taraflardan zayıf veya güçlü olanlara, anne-babaya ve yakınlara, zengin ve fakire, sevgi ve kızgınlığa karşı duygularının gerçek mahiyetini bilir. Bütün bunlardan soyutlanmanın zorlu bir cihadı gerektirdiğini bilir. Bu aşağılık bataklıktan kurtulup bu zirveye ulaşmak için cihadın gerekliliğini bilir. Artık o zirvede Allah'ın ipinden başka hiçbir şeye bağlanmaz insan.
Ardından, kapsamlı imanın unsurlarına, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe inanmaları için ikinci bir çağrı yapılmaktadır. Bu unsurlardan her birinin imanî akidenin ve islâmî düşüncenin oluşumunda büyük değeri vardır. Şüphesiz İslâm düşüncesi, insanlığın -İslâm'dan önce ve sonra- tanıdığı tüm diğer düşüncelerden üstündür. İlk müslüman kitlenin hayatında görülen ahlâksal, toplumsal ve sosyal düzen noktasındaki diğer üstünlükler, bu üstünlükten kaynaklanmıştır. Bu üstünlük, kendisine gerçek anlamda inanan ve içindekilerle birlikte yeryüzüne Allah adına egemen olana kadar gereklerini eksiksiz yerine getiren toplumlara takva duygusunu bahşetmiştir. Öyle ki, yüce Allah'ın bizzat bu derste müminlere verdiği söz gerçekleşmiştir:
"Hiç kuşkusuz Allah kafirlere, müminler karşısında üstün gelme fırsatı vermez."
Bu iki çağrının ardından ayetlerin akışı, çeşitli yöntemlere başvurarak münafıklara, -onlardan münafıklık durumunu sürdürenlere ve müslüman olduğunu açıkladıktan sonra tekrar kafir olanlara- saldırıya geçiyor. Bu saldırıda, münafıkların tabiatları tasvir edilmekte, müslüman safta meydana getirdikleri olaylardan ve şartlara göre değişen konumlarından hareketle aşağılayıcı tabloları sergilenmektedir. Müslümanlar zafer elde ettiklerinde onlara yaltaklanıp, yanaşıyorlardı. Kafirler galip geldiğinde, galibiyete kendilerinin neden olduğunu ileri sürüyorlardı. İki taraf arasında bocalayıp duruyorlardı, ne bunlardan ne de onlardan oluyorlardı.
Bu saldırı esnasında müminlere yönelik bazı direktif ve sakındırmalar da söz konusu edilmektedir. Bunlar -o zaman için- münafıkların müslüman saftaki marifetlerini gösterdiği gibi, münafıklar cephesinin ne denli güçlü olduğunu ve müslüman toplumun hayatında ne denli yer ettiklerini de göstermektedir. Öyle ki onların durumları, böyle bir saldığı gerekli kılmıştır. Çünkü ortam gözetilerek müslümanlar adım adım münafıklardan uzaklaştırılmış, onlardan sakınmaları emredilmiştir. Bunlar arasında, Allah'ın ayetlerini inkar ettikleri ve alaya aldıkları toplantılarına katılmama emri de yer almaktadır. Ancak o gün için bütünüyle münafıklarla ilişkilerin kesilmesi emredilmemişti. Bu da gösteriyor ki, münafıklık cephesi son derece güçlü idi ve müslümanların içinde yer etmişti. Bu yüzden tümüyle ilişkileri koparmak müslümanlara zor gelmişti.
Bu arada, münafıklığın içine düşmemeleri için, münafıklığın özellik ve belirtilerinden uzak durmaları konusunda müslümanlara yönelik sakındırmalar da yer almaktadır. Bu özelliklerin en belirginleri; kafirleri dost edinmek, onların katında şeref ve güç aramaktır. Ancak yüce Allah, bütünüyle şerefin kendisine ait olduğunu belirtiyor ve müminler karşısında kafirlere fırsat vermeyeceğini garantiliyor. Bunun yanında münafıkların dünya ve ahiretteki durumlarını tasvir eden çirkin bir tablo da gözler önüne serilmektedir. Ahirette cehennemin en aşağı tabakasında yer alacakları bildirilmektedir.
Böyle bir üslupla yöneltilen direktif ve sakındırmalar, ilahî hayat sisteminin, ruhları ve hayat tarzlarını tedavi etme yöntemini göstermektedir. Aynı şekilde, güçleri ve koşulları çerçevesinde yaşanan olguyu değiştirip son şeklini verene kadar, yeni bir olguyu yerleştirme yöntemini de göstermektedir. O zamanki müslüman kitlenin durumunu ve bu kitlenin, yeni din ve müslüman topluma karşı savaşta yardımlaşan küfür ve münafıklık cepheleri karşısındaki konumuna da işaret etmektedir.
Bu arada bu direktif ve sakındırmalardan, Kur'an'ın müslüman toplum ile birlikte giriştiği çarpışmanın, savaşa ve ruhlara öncülük ederken baş vurduğu sistematik yöntemlerin mahiyetlerini de belirtmektedir.
Kuşkusuz bu, her zaman ve mekanda İslâm ile cahiliye arasında kesintisiz süren bir çarpışmadır. Bu çarpışma, müslüman toplum ile, şahıslar ve yöntemleri değişen ancak özellikleri ve ilkeleri değişmeyen düşmanları arasında her zaman varolmuştur.
Bütün bunlardan da şu kitabın, Kur'an-ı Kerim'in hakikatı ve müslüman toplumu yönlendirmede üstlendiği rolün mahiyeti belirginleşmektedir. Sadece dün için geçerli değildi bu. Kur'an yalnızca bir nesle öncülük etmek için gelmemiştir. Bu ümmete öncülük etmek için gelmiştir. Her nesil ve zamanda ona yol göstermek, kılavuz olmak için gelmiştir.
Dersin sonunda yüce Allah'ın kullarına azap etmeye ihtiyacı olmadığına ilişkin olağanüstü bir ifade gelmektedir. Yüce Allah, sadece onlardan iman etmelerini ve şükretmelerini istemektedir. Kuşkusuz yüce Allah, onların imanına ve şükrüne ihtiyaç duymaz. Bu, sadece durumlarının düzelmesi, hayat düzeylerinin yükselmesi içindir. Böylece ahiret hayatına lâyık olurlar ve cennet nimetlerinin düzeyine çıkarlar. Ancak onlar, yüz çevirip eski hallerini sürdürürlerse cehennem azabına lâyık olurlar. Nitekim münafıklar katmanların en aşağısına; ateş tabakasının en altına kendilerini mahkum ederler.
135- Ey -müminler, kendinizin, ana-babanızın ve akrabalarınızın aleyhinde bile olsa, adalete sıkı sıkıya bağlı kalınız ve Allah için şahitlik ediniz. Haklarında şahitlik ettiğiniz kimseler ister zengin, ister fakir olsunlar, Allah kendilerine herkesten daha yakındır. O halde nefsinizin arzusuna uyarak doğruluktan sapmayınız. Eğer kaypaklık eder, ya da şahitlik yapmaktan kaçınırsanız, kuşku yok ki, Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
Bu iman edenlere yönelik yeni sıfatlarıyla yapılan bir çağrıdır. Kuşkusuz bu, onların eşsiz sıfatıdır. Bu sıfatla değişik bir oluşum yaşadılar. Bununla yeniden ve değişik bir şekilde doğdular. Ruhları, düşünceleri, ilke ve hedefleri yeni baştan doğdu. Onlarla birlikte, bağlandıkları yepyeni bir görev, yüklendikleri ulu bir emanet de doğdu. İnsanlığı yönetme ve insanlar arasında adaletle hükmetme emaneti. Bunun için, bu sıfatla yapılan çağrının bambaşka bir değeri ve özel bir anlamı vardır. "Ey müminler..." Bu sıfatla vasıflanmaları nedeniyle bu büyük emaneti yüklenmişler, bu büyük emaneti yerine getirmeleri için hazırlanıp eğitilmelerinin nedeni de bu sıfatla vasıflanmalarıdır kuşkusuz.
Zor ve ağır sorumluluklar yüklemeden önce, hikmetli ilahî eğitim metodunun başvurduğu okşayıcı yöntemlerden birisidir bu:
"... Kendinizin, ana-babanızın ve akrabalarınızın aleyhinde bile olsa, adalete sıkı sıkıya bağlı kalınız ve Allah için şahitlik ediniz. Haklarında şahitlik ettiğiniz kimseler ister zengin, ister fakir olsunlar, Allah kendilerine herkesten daha yakındır."
Bu, "adaleti yerine getirme emaneti"dir. Her türlü durum ve koşulda, mutlak anlamda adaleti ayakta tutma emanetidir yüklenen. Yeryüzünde azgınlık ve zulmü engelleyen bu adalettir. İnsanlar arasında adil olmayı garantileyen, müslüman-müslüman olmayan her hak sahibine hakkını veren budur. Bu hak konusunda -yahudinin hikayesinde gördüğümüz gibi- Allah yanında müminle mümin olmayan eşittir. Akraba olsun, uzak olsun, herkes birdir. Arkadaş, düşman fark etmez. Zengin, fakir aynıdır.
"... Adalete sıkı sıkıya bağlı kalınız ve Allah için şahitlik ediniz."
Sırf Allah için. Doğrudan doğruya onunla birlikte hareket ederek. Lehinde ya da aleyhinde şahitlik edilen biri için değil. Bir kişinin, toplumun ya da milletin çıkarı için değil. Sorunu ilgilendiren herhangi bir unsuru saran koşullara göre hareket etmeksizin, yalnızca Allah için ve onunla birlikte hareket ederek şahitlik. Her türlü eğilimden, arzudan, çıkar ve değerlerden soyutlanarak.
"... Kendinizin, ana-babanızın ve akrabalarınızın aleyhinde bile olsa.."
Burada ilahî sistem kişiyi kendisine ve duygularına karşı harekete geçir meye, önce kendi şahsına, sonra da anne-baba ve akrabalara karşı durmasını sağlamaya çabalamaktadır. Bu oldukça zor bir çabadır. Zorluğu, dille söylenenden, akılla kavranan anlam ve işaretlerinden çok daha fazladır. Şüphesiz bunu pratik olarak yaşamak, akılla kavramaktan çok farklı bir şeydir. Bu deneyimi pratik olarak yaşamaya çabalayandan başkası dediklerimizi anlayamaz.
Ancak yine de ilahî sistem, mümin kişiyi bu zorlu deneyimi yaşamaya yöneltmektedir. Çünkü bunun bulunması zorunludur. Bu kuralın yeryüzünde yaşaması kaçınılmazdır. İnsanlardan bir topluluğun bunu ayakta tutması şarttır.
Sonra o, kişiyi fıtrî ve toplumsal duygularına karşı çıkmaya yöneltmektedir. Lehinde ya da aleyhinde şahitlik edilen fakir biriyse, kişi onun aleyhinde doğru şahitlik yapmaktan kaçınabilir, zayıflığına yardım olsun diye şahitliği lehinde yapabilir. Yahut kişinin fakir oluşu, cahiliye toplumlarının genel karakterleri üzere, toplumsal baskıların etkisiyle aleyhinde şahitlik edilmesine neden olabilir. Lehinde ya da aleyhinde şahitlik edilenin zengin biri olması durumunda, toplumsal sistem onu hoşnut edecek bir karar verebilir. Ya da zenginliği ve şımarıklığı kişiyi aleyhine çevirebilir, böylece de aleyhine şahitlik etmek söz konusu olabilir. Bunlar fıtrî duygular ve toplumsal zorunluluklardır. Pratik hayatta insanlar bunlarla karşılaştıkları zaman bunların etkileri son derece ağır olur. İşte ilahî sistem kişiyi bunlara karşı harekete geçirdiği gibi kişilik sevgisine, anne-baba ve akraba sevgisine karşı da harekete geçirmektedir.
"Haklarında şahitlik ettiğiniz kimseler ister zengin, ister fakir olsunlar, Allah kendilerine herkesten daha yakındır."
Bu oldukça zor bir çabadır. Son derece zorlu bir çaba olduğunu hep tekrarlıyoruz. İşte İslâm, mümin nefisleri -realite dünyasında- pratik deneyimlerin tanık olduğu ve tarihin kaydettiği böyle bir zirveye yöneltirken, insanlık aleminde gerçek bir mucize meydana getiriyordu. Bu mucize ancak, ulu ve sağlam ilahi hayat sisteminin gölgesinde gerçekleşebilir.
"o halde nefsinizin arzusuna uyarak doğruluktan sapmayınız."
Arzular çeşit çeşittir. Bazısı zikredildi de. Bencillik nefsin bir arzusudur. Aile ve akraba sevgisi arzusudur. Şahitlik ve hüküm noktasında fakire acımak bir arzudur. Zengine toleranslı davranmak nefsin arzusudur. Ona zarar vermek de şahitlik ve hüküm konusunda aşiret, kabile, ümmet, devlet ve vatan tarafını tutmak da keyfï bir arzudur. Aynı şekilde -şahitlik ve hüküm noktasında- din düşmanı da olsalar düşmanlara antipatik davranmak nefsin keyfî bir arzusudur. Kuşkusuz arzular ve hevesler sınıf sınıf, çeşit çeşittir. Tümü de yüce Allah'ın müminleri etkilemekten ve etkilerinde kalarak haktan ve doğruluktan sapmaktan yasakladığı şeylerdir.
Son olarak şahitliği saptırmak ve bu konuda uyulması gereken prensipten yüz çevirmek hususunda bir tehdit, bir uyarı, bir korkutma yer almaktadır.
"... Eğer kaypaklık eder, yada şahitlik yapmaktan kaçınırsanız, kuşku yok ki, Allah yaptıklarınızdan haberdardır."
Bir mümine, yüce Allah'ın yaptıklarından haberdar olduğunun hatırlatılması, bunun arkasındaki korkunç tehdidi anlayıp titremesi için yeterlidir. Kuşkusuz bu Kur'an ile, müminlere hitab eden yüce Allah'tı.
Rivayet edilir ki; Abdullah b. vaha, (r.a) Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) tarafından, hayberlilerin meyve ve ekinlerden elde ettikleri ürünleri ölçüp yarısını, hayberin fethinden sonra Resulullah (salât ve selâm üzerine osun)'a verdikleri söz uyarınca almak üzere gönderildiğinde, yahudiler, kendilerine yumuşak davranması için rüşvet teklif ettiler. Bunun üzerine; "Allah'a andolsun ki ben yaratılmışlar için en çok sevdiğim kişi tarafından size gönderilmişim. Sizden ise vallahi de sayınızca maymun ve domuzdan daha çok nefret ederim. Ancak ona karşı olan sevgimle, size duyduğum kin sizin hakkınızda adaletten sapmama neden olamaz" dedi. Onlar da "göklerle yer bu sayede ayaktadır" dediler.
Abdullah b. Revaha (r.a), eşsiz ilahî sistemin üzerine kurulu Hz. Peygamberin okulunda, eğitim görmüştü. O da bir insandı, böylesine zor bir deneyimden geçmiş başarıya ulaşmıştı. Kendisinden başka daha birçoklarının bu sistemin gölgesinde gerçekleştirdiği gibi o da, bu ilahî hayat sisteminin gölgesinden başka hiçbir yerde gerçekleşmesi mümkün olmayan adaleti gerçekleştirmiştir.
Bu olağanüstü dönemin ardından çağlar birbirini kovaladı. Kütüphaneler fıkıh ve kanun kitaplarıyla doldu. Hayat, yargı, kurum ve kuruluşlarıyla dolup taştı. Düzenlemeye ilişkin uygulama ve formaliteler kaydedilir oldu. Kafalar adalete ilişkin sözlerle, ağızlar ise uzun uygulamalarına ilişkin nutuklarla doldu taştı. Bütün bunları korumak için çeşitli kurum ve kuruluşlar vücuda getirildi. Ancak, adaletin gerçek tadına varmak, insanların vicdanlarında ve hayatlarında bu anlamın pratik olarak gerçekleşmesi, bu ulu ve bu erişilmez zirveye ulaşmış olağanüstü dönemin dışında hiçbir zaman gerçekleşmedi. Bir de, tarih boyunca İslâm'ın egemen olduğu topraklarda, bu inancın onardığı gönüllerde ve bu essiz ilahi sistemin yetiştirdiği fert ve toplumlarda gerçekleşmiştir
Yeni yargı kurumlarını, çağdaş yargı uygulamalarını, gelişen ve iyice kurumlaşan yargısal düzenleme ve sistemleri almak isteyenlerin bu gerçeği iyice düşünmeleri gerekir. Bu adamlar, yukarıda sayılan şeylerin, adaletin gerçekleşmesi için daha pratik olduklarını ve eski çağların olağanüstü dönemdeki sade uygulamalardan daha garantili olduklarını, bu günkü yapılanların o dönemdeki sade şeklinden çok daha sağlam ve kalıcı olduklarını sanıyorlar.
Bu, işlerin formalite ve kabarıklığının, eşya ve olayların hakikatını kavrayamayanların düşüncelerinde meydana getirdiği, bir vehimdir. Şekil ve durumların sadeliğine rağmen insanları bu düzeye ulaştıran sadece bu ilahî hayat sistemidir. Şekil ve kurumların değişip yenilenmesine rağmen insanları tekrar bu düzeye ulaştıracak da yine bu ilahî hayat sistemidir.
Bunun anlamı, yeni yargı kurumlarını geçersiz kılmak değildir. Sadece kurumların hiçbir değerinin olmadığını, önemli olanın bunun ötesindeki ruh olduğunu bilmemiz yeterlidir. Bundan sonra şekli ve hacmi ne olursa olsun, hangi zaman ve mekanda söz konusu oluyorsa olsun durum değişmeyecektir. En üstün olanın üstünlüğü,zaman ve mekana bağımlı değildir kuşkusuz.
136- Ey müminler, Allah'a, peygamberine, peygamberine indirmiş olduğu kitaba ve daha önce indirilmiş kitaba inanmaya devam ediniz. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkär ederse koyu bir sapıklığa düşmüş olur.
Bu, müminlere yönelik, onları çevrelerindeki cahiliyeden ayıran sıfatlarıyla yapılan, ikinci bir çağrıdır. Bu çağrıda, görev ve sorumlulukları belirlenmekte ve onları bu sorumluluklar karşısında güç ve yardım bekledikleri kaynağa bağlamaktadır.
"Ey müminler, Allah'a, peygamberine, peygamberine indirilmiş kitaba ve daha önce indirilmiş kitaba inanmaya devam edin."
Bu, müminlerin inanmak zorunda oldukları, imanın unsurlarının açıklanmasıdır. İslâm'ın inanç düşüncesinin açıklanmasıdır.
Bu unsurlardan biri, Allah ve Resulüne iman etmektir. Bu inanç, mümin gönülleri; kendilerini yaratan ve kendilerine doğru yolu gösteren, peygamberi gönderen Rablerine bağlamaktadır. Bu, peygambere, peygamberin getirdiği mesaja inanmak ve O'nu gönderen Rabbinden getirdiği her şeyi doğrulamaktır.
Bu unsurlardan biri de; Allah'ın Resulüne indirilen kitaba inanmaktır. Bu inanç onları, yüce Allah'ın hayatları için seçtiği ve o kitapta açıkladığı sisteme bağlar. Kitapta bulunan herşeyi kabullenmektir bu. Kaynağı birdir bu kitabın, yöntemi de. Bu kitabın bir kısmı, alıp kabullenmek, uymak ve uygulamak bakımından diğer kısmına göre öncelikli değildir.
Bu unsurlardan bir diğeri; daha önce indirilmiş kitaba inanmaktır. Çünkü tüm kitapların kaynağı birdir, o yüce Allah'tır. Temelleri aynıdır. Tamamen Allah'a teslim olmak, bütün özellikleriyle; ilahlıkta yüce Allah'ı birlemek, hayatta uyulup uygulanması gerekenin sadece, yüce Allah'ın belirlediği sistemin olduğunu kabul etmektir bu temel. Bu birlik, -bozulmadan önce- tüm kitapların yüce Allah'tan geldiğinin doğal ve kesin gereğidir. Çünkü yüce Allah'ın hayat için belirlediği sistem birdir. İnsanlara yönelik iradesi ve yolu birdir. Çevresindeki yollar ayrılsa da o dosdoğrudur ve hedefine varır.
Bütün kitaplara inanmak -bütün kitapların aslında tek bir kitap olduğu gerçeğinden hareketle- müslüman ümmetin ayırıcı bir özelliğidir. Çünkü bu ümmetin, bir olan yüce Rabbi, onun biricik sistem ve yolu hakkındaki düşüncesi, uluhiyet gerçeği ve insanlığın birliği ile uyuşmaktadır. Birkaç çeşidi olmayan ve ötesinde sapıklıktan başka birşey bulunmayan hakla aynı doğrultudadır:
"Hak'tan sonra sapıklıktan başka ne var ki?" (Yunus Suresi, 32)
İman etmeye ilişkin emrin yanında, imanın unsurlarını inkar konusunda; bir de tehdit yer almaktadır. Bunun yanında sonuçta verilecek ceza açıklanırken bu unsurlar ayrıntılarıyla zikredilmektedir.
"Kim Allah'ı meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkar ederse koyu bir sapıklığa düşmüş olur."
Birinci emirde Allah'a, kitaplarına ve peygamberlerine iman zikredilmiş ancak, meleklerden söz edilmemişti. Ancak Allah'ın kitapları, meleklere ve ahit gününe iman konusunu da içermektedirler. Meleklere ve ahiret gününe inanmak Allah'ın kitaplarına inanmanın doğal sonucudur. Fakat burada ön plana çıkarıyor. Çünkü burada korkutma ve tehdit söz konusu edilmektedir ve her unsur iyice belirginleşmelidir.
"Koyu sapıklık" deyimi, genellikle sapıklıkta ileri gitmek anlamını taşımaktadır. Artık hidayet ümidi bulunmayan bir noktadadır böyle birisi. Bundan sonra dönmesi beklenemez.
Fıtratın, derinliklerinde zorunlu bir hareket, doğal bir yöneliş sonucu inandığı yüce Allah'ın inkar eden ve bu inkarın sonucu olarak; Allah'ın meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkar eden, evet bu küfrü işleyenin fıtratı, kokuşmuşluk, başıboşluk ve bozulmuşluk bakımından öyle bir noktaya varmıştır ki, doğru yolu bulma ümidi kalmamıştır. Bundan sonra dönmesi beklenemez.
İman edenlere yönelik bu iki çağrıdan sonra ayetlerin akışı, nifak ve münafıklara saldırıya geçmektedir. O günkü pratik durumlardan birinin tasviri ile işe başlamaktadır ayet-i kerime. Bir kısmının konumunu somutlaştırmaktadır bu tasvir. Küfür ve kafirlerin söz konusu edildiği konumlara en yakın bir konumdur bu:
137- Allah, önce iman edip arkasından küfredenleri, sonra yine iman edip arkasından küfredenleri, sonra da kafirliklerini koyulaştıranları asla affetmeyecek, kendilerini doğru yola iletmeyecektir.
Kuşkusuz iman etmezden önceki küfür, iman tarafından silinir günahı bağışlanır. Çünkü kişi şayet koyu bir karanlıkta yaşıyorsa aydınlığı tanımamakta mazurdur. Ancak iman ettikten sonra küfre dönmek, hem de tekrar tekrar... İşte bu, bağışlanması, mazur görülmesi mümkün olmayan bir suçtur. Çünkü küfür bir perdedir, indiği zaman fıtrat yaratıcısına bağlanmış, oraya buraya dağılmadan kafileye katılmış, bitki kaynağa ulaşmış ve ruh o unutulmaz tatlılığın, imanın tatlılığının tadına varmış demektir. İman ettikten sonra, tekrar tekrar küfre dönenler bilerek fıtrata iftira ediyorlar. İsteyerek sapıklığa dalıyorlar, ıssız çöllere, koyu sapıklığa dalmayı kendileri istiyorlar demektir.
O halde yüce Allah'ın onları bağışlamaması, doğru yola iletmemesi adaletin ta kendisidir. Çünkü yolu tanıdıktan ve takip ettikten sonra kaybeden kendileridir. Sığınağı ve aydınlığı bulduktan sonra kötülüğü ve körlüğü seçen onlardır.
Kişi Allah için her şeyden soyutlanmadıkça, değer ve alışkanlıkların zorunluluk ve çıkarların, ihtiras ve cimriliğin baskısından kurtulamayacaktır. Hiçbir zaman çıkar ve servetin üstüne çıkamayacaktır. Değer ve alışkanlıkların, kişi ve olayların, yeryüzü güçlerinin, iktidar ve otorite sahiplerinin karşısında; Allah ile dolan gönüllerin hissettiği; serbestlik, onurluluk ve üstünlük duygusuna kesinlikle sahip olamayacaktır.
İşte münafıklık tohumu burada gelişmeye başlıyor. Gerçekte nifak; batılla karşı karşıya gelinirken, hakta diretmekte zaaf göstermekten başka birşey değildir. Bu zaaf da, korku ve arzunun, bunları Allah'tan başkasına bağlamanın meyvesidir. Allah'ın hayat için koyduğu sistemden ayrılıp, coğrafï koşullara ve insanların geleneklerine bağlanıp kalmanın doğal sonucudur.
 
 
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder