BESMELE

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيمِ

16 Temmuz 2009 Perşembe

VAHYİN ÖNDERLİĞİNDEKİ AKIL

Nisa Suresi

VAHYİN ÖNDERLİĞİNDEKİ AKIL

Şu varlığa ilişkin muazzam bilgisinin karşısında hayretle duruyoruz. Ona verdiği güç ve enerjilerin, bünyesinde yerleştirdiği hidayet ve sapıklık yeteneklerinin karşısında buluyoruz kendimizi. Bu sonsuz bilgisinin bir sonucu olarak kendisine bahşettiği akıl mekanizmasının büyüklüğüne, iç ve dış dünyada bir çok hidayet kanıtlarının ve imanı zorlayıcı işaretlerin bulunmasına rağmen , insanı sadece aklına havale etmediğini görüyoruz. Kuşkusuz yüce Allah, arzu ve heveslerin bu büyük mekanizmayı etkilediğini biliyordu. Varlığın evrelerine ve nefsin gizliliklerine yerleştirilen kanıtların, heva ve hevesler, bilgisizlik ve kusurluluk tarafından perdelendiğini biliyordu. Bu yüzden -peygamber gönderip açıklamadan- hidayet ve sapıklığın sorumluluğunu insana yüklemiştir. Tebliğ ve hidayetten sonra da hayat sistemini belirlemeyi de insana bırakmamıştır. Ancak yüce Allah'ın belirlediği hayat sistemini uygulamayı insana bırakmıştır. Bundan sonrasını da insanın aklına bırakmıştır. Kuşkusuz bu da, geniş alanı insana bahşetmiş olmasından yararlanarak, dilediği şeyin bileşimini yada analizini yapabilir. Kuşkusuz insan aklı yanılabilir de doğruyu bulabilir de. Yolda ayağı kayabildiği gibi dosdoğru da yürüyebilir.

Şayet müjdeleyici ve uyarıcı peygamberler gönderilmiş olmasaydı, bunun, Allah'a karşı insanların ileri sürebilecekleri bir mazeret olacağını gerektiren ilahî adaletin karşısında duruyoruz. Bir yaratıcıya, onun birliğine tedbir ve takdirine, güç ve bilgisine şahitlik eden kanıtlarla dolu açık evren kitabına ve gizli nefis kitabına, fıtrata yaratıcısına kavuşma, onu bilme isteği ve eğilimine, onunla evren ve nefislerde yer alan yaratıcının varlığını gösteren kanıtlar arasındaki uyuma, çekiciliğe de denkliğe rağmen. Aynı zamanda insana bahşedilen bu alan, kanıtlar bulup sonuçlar çıkaracak şekilde yaratılmış olmasına rağmen, yüce Allah, tüm bu güçlerin üzerine çullanıp iş görmez hale getiren, bozan yada bastıran yada hükmüne yanılgı ve çelişki bulaştıran zaaf ve etkenlerini bildiğinden, kendisine görülen şeylerle karşı bu mekanizmaya bütünüyle uyandırmak için peygamber göndermediği sürece insanı evren, fıtrat ve aklın karmaşıklığından muaf saymıştır. Amaç bu mekanizmanın peygamberlikte somutlaşan hak terazisine bağlanmasını sağlamaktadır kuşkusuz. İlahî sistemi gözettiği sürece hükümleri doğru olacaktır. İşte ancak o zaman insanı kabullenmeye, uyup uygulamaya zorlar. Aksi takdirde haklılığını yitirerek cezaya layık olur.

Son derece zayıf ve eksik olduğunu bilmesine rağmen, kendisine bu geniş alanı bırakmakla ikramda bulunup, seçtiği insan denen bu yaratığa yönelik yüce Allah'ın büyük gözetimi; lütfu, rahmeti ve iyiliği karşısında buluyoruz kendimizi. Yüce Allah yeryüzünün hilafetini insana vermiştir. Her ne kadar Allah'ın geniş mülkünde bir zerre konumundaysa da insana göre, son derece geniş bir alandır bu. Allah'ın himayesine sığınıp bu büyük mülkte kaybolmayacaktır.

Yüce Allah'ın insana yönelik himayesi; lütfu, rahmet ve iyiliği, onu, bünyesine yerleştirdiği kılavuz olan ancak, zamanla işlevsiz hale gelebilen, fıtratı ve doğruyu bulması mümkün olduğu gibi sapıtması da muhtemel olan akılla baş başa bırakmayı dilememiştir. Aksine Rabbi ona, ardarda peygamberler göndermiştir. Buna rağmen insan, Rabbinden gelen mesajı yalanlıyor, kabul etmemekte direniyor. Kaçıp uzaklaşıyor. Ancak yüce Allah, kendisine mesajı tebliğ edecek peygamberler göndermedikçe, hata ve günahlarından dolayı hesaba çekmiyor. İyilik ve lütfunu kesmiyor. Peygamberlerin eliyle hidayet bulmaktan yoksun bırakmıyor. Ardından tebliğe muhatap olmadıkça, karşı çıkıp kafir olmadıkça, o haliyle tevbe etmeden Allah'a dönmeden ölmedikçe, dünya ve ahirette cezalandırmıyor.

İşin garip tarafı; bu insanın, bir ara kalkıp Allah'a ihtiyaç duymadığını söylemesidir. O'nun himayesine, lütfuna, rahmet ve iyiliğine muhtaç olmadığını söylemesidir. Hem de yüce Allah'ın -ilahî sisteme dayanmadığı sürece yeterli olmayacağını bildiği ve peygamber gönderip açıklamadığı sürece cezalandırmadığı akıl mekanizmasına güvenerek. Bacaklarında biraz güç olduğunu sezen çocuk canlanıyor gözümüzün önünde. Düşmemesi için kendisine dayanak yaptığı ellerini yerden kesmeye çabalıyor bu çocuk. Ancak örnekteki çocuk, daha doğru ve fıtrata daha uygun hareket etmektedir. Çünkü çocuk, fıtratın çağrısına uyarak, ellerden kurtulma çabasındadır. Böylece, bünyesinde gizli enerji harekete geçecek, özünde saklı kuvvet gelişme sağlayacaktır. Alıştırma yapa yapa kaslar ve sinirler gelişip güçlenecektir. Ancak günümüzde Allah'a dayanmak istemeyen ve O'nun yol göstericiliğinden kaçan insana gelince, onun bünyesinin, -içinde gizli tüm güçleriyle birlikte- Allah'ın desteğine ve yol göstericiliğine ihtiyaç duymayacak yeterlilikte olmadığını yüce Allah biliyor. İnsanın sahip olduğu yetenekler olsa olsa Allah'ın peygamberlerinin duyurduğu mesajla olgunluğa erişebilir, düzelir ve istikamet bulabilir. Yok eğer kendi başına davranıp, Allah'ın yol göstericiliğini kabul etmezse sapıtır, derin bir boşluk içine girer, bir bunalım hayatı yaşar.

Şayet hile ve yanıltma değilse, hata ve şaşkınlıktır şu iddia; "Büyük akıllar, peygamberliğin amaçladığını, peygamberlik olmadan gerçekleştirebilirler." Çünkü akıl, peygamberlik sayesinde doğru bir bakış metodu edinir. Bundan sonra uygulama alanında bir hata yapacak olursa bu, uyarlanmış ancak; hava şartlarından, birtakım etkenlerden ve bu etkenlerin etkisinde kalan madeninin özelliğinden dolayı yanılan bir saatin hatası gibidir. Başıboşluğa ve tesadüflere bırakılmış ayarsız bir saatin hatası gibi değil. İkisinin arasındaki farksa çok büyüktür.

Peygamberliğin gerçekleştirdiği şeyin -bizzat aklın yöntemine göre- başka bir şekilde gerçekleştirilmesinin mümkün olmadığının ve insan aklının hiçbir zaman kendi kendine yeterli olamayacağının kanıtı, insanlık tarihi boyunca, az bulunur büyük bir aklın, doğruluğu bulma bakımından peygamberliğe bağlı sıradan bir aklın düzeyine çıkamamış olmasıdır. Ne itikadî düşünce bakımından, ne bireysel ahlâk açısından, ne hayat düzeni ne de bu düzenin tek yasama merciine inanma bakımından...

Kuşkusuz Eflatun ve Aristo'nun akıllan büyük akıllardır. Hatta, Aristo'nun aklının, insanlığın tanıdığı en büyük akıl olduğunu söylüyorlar. Tabii ki, peygamberlikten ve onun yol göstericiliğinden uzak bir akıldır bu. Ancak biz Aristo'un, -kendi nitelendirmesi ile- tanrısına ilişkin düşüncesine baktığımızda, bu düşünce ile, peygamberliğin yol göstericiliği doğrultusunda doğru yolu bulmuş sıradan bir müslümanın ilahına ilişkin düşüncesi arasında korkunç uçurumlar görmekteyiz.

Eski Mısır'da Akhenaton, tevhid inancına ulaşmıştı. Buna rağmen, Akhenaton'un `tevhid' inancındaki -Bu konuda Hz. İbrahim ve Hz. Yusuf'un getirdikleri tevhid inancının kalıntılarından etkilenmediği ihtimalini zayıf görsek bile- boşluk ve efsanelerden ötürü, sıradan bir müslümanın ilahı inancı, birbirinden fersah fersah uzaklaşmaktadır.

İslâm'ın bütünüyle egemen olduğu ilk dönemlerde, Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) eğitiminden geçmiş ortalama insanlarda ahlâk bakımından nice örnekler vardır ki, tarih boyunca semavi bir mesajın eğitiminden geçmemiş ancak, örnek sayılan hiçbir kişi bunların düzeyine yükselememiştir.

İslâm düzeninin ilke ve kanunlarında gördüğümüz üstünlük ve görkemin yanında yer alan bu uyum ve dengeyi, hiçbir yerde bulmamız mümkün değildir. İslâm'ın meydana getirdiği bu toplumun, ne kendi döneminde ne kendisinden önce, ne de sonra, hiçbir bölgede, dengelilik, uyum, hayat kolaylığı ve zenginlik bakımından tekrar meydana geldiğini görmek mümkün değildir.

Kuşkusuz maddi uygarlık düzeyine göre hüküm verilmez hiçbir zaman. Maddi uygarlık, kendisini meydana getiren ileri bilimin yöntemlerinin gelişmesiyle gelişme kaydeder. Ancak herhangi bir dönemin hayat ölçüsü; tüm parçalarının, araç ve yöntemlerinin arasındaki uyum ve dengedir. İnsana mutluluk ve doygunluk kazandıran bu dengedir. Sayısız yönleriyle insan enerjisini engellemeden, baskı altında tutmadan hareket etmesini sağlayan bu uyumdur. İnsanlığın eksiksiz İslâm'ı yaşadığı dönemin dışında, -peygamberlik kurumu olmaksızın- hiçbir dönemde böyle bir şeye rastlanmamıştır. Kargaşa ve düzensizlik de İslâm'ın gölgesinde sürmeyen ancak, hayatın sürekli özelliğidir. Bazı yönlerden göz kamaştırsa da, güçlü görünse de, durum böyledir. Kuşkusuz bir çok yönden sürmüştür o, parlak görünmesine rağmen. Bir çok yönünü zayıf bırakarak görünürde güçlenmiştir. Böyle bir hayatta insanlığın payına bunalım, şaşkınlık ve mutsuzluk düşecektir.

Gölgelerin akışına uyarak, kalpte derin ve güçlü etkiler bırakan, şu ayetin yaydığı ilhamlara ilişkin sözümüzü burada kesiyoruz.

"... Bu peygamberleri müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik ki, bu peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı ileri sürebilecekleri hiçbir bahaneleri kalmasın."

Bundan sonra Kur'an'ın akışıyla birlikte yolumuza devam ediyoruz:

ALLAH'IN ŞAHİTLİĞİ

166- Fakat Allah sana indirdiği kitabın kendi bilgisi altında indirilmiş olduğuna şehadet eder. Melekler de buna şahitlik ederler. Aslında Allah'ın şahitliği yeterlidir.

Şayet Ehl-i Kitap, yüce Allah'ın kullarına peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı ileri sürebilecekleri hiçbir bahaneleri kalmasın diye peygamber göndermesine uygun cereyan eden, son peygamberliği inkar ediyorsa...

Ehl-i Kitap Muhammed'den (salât ve selâm üzerine olsun) önceki peygamberleri kabul ettikleri halde, -yahudiler İsa (a.s)'dan öncekileri kabul ediyorlardı. Hıristiyanlar da hem onları hem de İsa (a.s)'ı kabul ediyorlardı senin peygamberliğini ey Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun) inkar ediyorlarsa, olara aldırış etme, varsın inkar etsinler.

"Fakat Allah sana indirdiği kitabın kendi bilgisi altında indirilmiş olduğuna şehadet eder. Melekler de buna şahitlik ederler. Aslında Allah'ın şahitliği yeterlidir."

Allah'ın bu şahitliği... Aralarında kitabı insanlara taşıyan da olmak üzere meleklerin şahitliği... Ehl-i Kitab'ın tüm söylediklerini boşa çıkarmaktır. Allah şahitlik ettikten sonra onlar da kim oluyor? Üstelik melekler de şahitlik edïyor. Aslında sadece Allah'ın şahitliği yeterlidir:

Bu şahitlikte, yahudilerin kurdukları tuzak ve verdikleri sıkıntılara karşı resulullah (salât ve selâm üzerine olsun)'a yönelik bir rahatlatma yer almaktadır.

Ayrıca Medine'de İslâm'a yeni girmiş müslümanları, yahudilerin saldırısına karşı doğrulamak, sağlamlaştırmak ve kendilerine güveni sağlamak amacı da güdülmektedir. Yahudilerin saldırılarının ne denli önemli olduğunu, onlara cevap vermek ve kesin hükmü belirlemek için, Kur'an'ın değişik yöntemler ve ilhamlar kullanarak geçtiği karşı saldırısının büyüklüğü göstermektedir.

Hiç yorum yok: