BESMELE

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيمِ

11 Temmuz 2009 Cumartesi

KENDİLERİNİ DÜŞÜNENLER

Ali İmran Suresi

KENDİLERİNİ DÜŞÜNENLER

Diğer gruba gelince onlar; nefisleri kendilerini uğraştırıp daha çok ilgilendiren, cahiliye düşüncelerinden tamamen kurtulamayan, nefislerini içtenlikle Allah'a teslim etmeyen, bütün benlikleriyle O'nun kaderine teslim olmayan, başlarına gelenin imtihan ve arınma için olduğu, yoksa yüce Allah dostlarını düşmanlarına karşı yalnız bırakmayacağı konusunda mutmain olmayan ve yüce Allah'ın, küfür, şer ve batıla nihai galibiyet ve tam zafer vermeyi takdir etmediğine güvenmeyen imanı sarsılmış kimselerdir:

"...Bir grup da kendi derdine düştü. Bunlar Allah hakkında cahiliye zihniyeti yansıtan gerçeğe aykırı bir düşünce taşıyorlar ve `Bu işte bizim bir fonksiyonumuz var mı?' diyorlardı."

Bu akide, mensuplarına, hiçbir şeyin kendilerine ait olmadığını, tamamen Allah'a ait olduklarını, O'nun yolunda cihada çıktıklarında O'nun için çıktıklarını, O'nun için hareket ettiklerini, O'nun için savaştıklarını, bu cihadda, kendilerine ait başka bir amacın söz konusu olmadığını, Allah'ın kaderine teslim olduklarını, ne şekilde olursa olsun bu kaderden geleni hoşnutluk ve teslimiyetle karşılamalarını öğretmektedir.

Sadece kendilerini düşünenler ve şahıslarını düşünce, değerlendirme, ilgi ve uğraşlarının ekseni durumuna getirenlere gelince bunların ruhlarında iman gerçeği olgunlaşmamıştır. İşte Kur'an'ın burada sözünü ettiği grup bunlardandır. Bunların nefisleri kendilerini uğraştırmış ve sadece kendilerini düşünecek duruma gelmişlerdi. Düşüncelerinde, açığa kavuşmayan bir iş yüzünden kaybettiklerini sanarak büyük bir sıkıntı ve kararsızlık içinde bocalamaktaydılar. İstemeden savaşa itildiklerini, buna rağmen acı bir sınav verdiklerini, öldürülme, yara ve acılardan oluşan ağır bir bedel ödediklerini düşünüyorlardı. Allah'ı gerçek anlamda tanımıyorlardı. Bu yüzden cahiliyede olduğu gibi O'nun hakkında haksız zan yürütüyorlardı. Kendilerine birşey düşmeyen, ancak ölüp yaralanmaları için sürüklendikleri savaşta kaybolacaklarını düşünmeleri, Allah hakkında besledikleri haksız zandan kaynaklanıyordu. Allah'ın, kendilerini yardım edip kurtarmayacağını ve aksine düşmanlarının eline bir kurban gibi teslim edeceğini düşünüyorlardı.

"...Bu işte bizim bir fonksiyonumuz var mı?" diye sormaları bu yüzdendi. Bu sözleri, kumanda ve savaş çizgisine karşı geldiklerini göstermektedir. Bunlar Medine'den çıkmama görüşünde olup Abdullah b. Ubeyy ile birlikte geri dönmedikleri halde kalpleri bir türlü istikrar ve güvene kavuşmamış kişiler olabilirler.

Ayetlerin akışı, kuşku ve zanlarını sunmayı bitirmeden önce, sordukları işin aslını düzeltmek ve gerçeğini yerleştirmek için şu sözlerini ele âlmaktadır:

"Bu işte bizim bir fonksiyonumuz var mı? Onlara de ki; Hayır, bu tamamen Allah'ı ilgilendiren bir iştir."

Bu işte kimseye birşey yok. Ne kendilerine ne de başkalarına... Bundan önce Peygamberine şöyle demişti yüce Allah: "Bu işten sana hiçbir şey yoktur."·(Al-i İmran suresi; 128) Bu dinin işi, yeryüzünde onu yerleştirmek ve düzenini kurma meselesi, kalpleri ona yöneltme konusu... Bunların tümü Allah'ın işidir. Görevlerini yapmak, biatlarına sadık kalmaktan başka bu işte insanın hiçbir müdahalesi söz konusu değildir. Sonrasında Allah, ne şekilde dilemişse öyle olur herşey.

Ayet-i kerime böylece, kuşku ve zanlarını sunmadan önce ruhlarının gizlediklerini açığa çıkarmaktadır:

"Aslında sana açıklayamadıkları şeyi içlerinde saklıyorlar."

Ruhları, vesvese ve kuşkularla doludur. Karşı gelme ve inatçılıkla kuşatılmıştır. "Bu işte bize birşey var mı?" diye sormaları, istemeden bu sonuca geldikleri düşüncesinde olduklarını göstermektedir. Bunun altında kötü idarenin kurbanı olduklarını, şayet savaşı kendileri idare etmiş olsalardı bu sonuca layık olmayacakları düşüncesi yatmaktadır.

"Eğer bu işte bizim bir fonksiyonumuz olsaydı burada öldürülmezdik, diyorlar."

Bu, yenilgiyle yüzyüze geldiklerinde, yenilginin acılarına katlanmak zorunda kaldıklarında, bedelin düşündüklerinden de ağır olduğunu anladıklarında, vicdanlarına baktıklarında, sorunun açık ve oturmuş olmadığını algıladıklarında, kumandanın uygulamalarının ve bu işte bir yetkileri olsaydı böyle olmayacaklarını zannettiklerinde, akide için herşeyden soyutlanmamış tüm ruhlarda depreşen bir vesvesedir. Böyle olunca da düşüncelerindeki bu bulanıklıkla, olayların arkasında Allah'ın elinin ve imtihanda O'nun hikmetinin olduğunu düşünmeleri mümkün değildir. Onların değerlendirmesine göre sorun zarar üstüne zarar kayıp üstüne kayıptır.

İşte bu noktada bütün işler hakkında derin bir düzeltme yeralmakta ve arkasından hayat, ölüm ve sınamanın gerisindeki gizli hikmet hakkında doğru düşünce gelmektedir:

"De ki; `Evlerinizde de olsaydınız alınlarına ölüm yazılanlar uzanacakları yerleri yine de boylarlardı. Allah gönüllerinizdekini denemek, kalplerinizdekini arıtmak için bunları başınıza getirdi. Hiç kuşkusuz Allah gönüllerin özünü bilir."

De ki; şayet siz; evlerinizde olsaydınız, komutanın çağrısına uymayıp savaşa çıkmasaydınız ve her işinizi kendi değerlendirmenize göre yapsaydınız yine de öldürülmesi yazılanlar öldürülecekleri yeri boylarlardı. Herkesin belirli bir eceli vardır, öne alınmadığı gibi ertelenmez de. Aynı şekilde, herkesin belirtilmiş bir yeri vardır, oraya gelip ölmesi kaçınılmazdır. Ecel yaklaştığında, eceli gelen kendi ayaklarıyla ona koşar, öleceği yere kendi adımlarıyla varır. Belirlenen eceline kimse zorla sürüklemez onu, ayrılan ölüm yerine de kimse itmez.

Şu ifadeye bakın: ".. Yatacakları yer"... Buna göre bedenlerinin yere değip rahatladığı, adımların sustuğu ve yeryüzünde dolaşanların sonuçta geldikleri kabir bir yataktır. Hiçbir zaman kavrayamadıkları ancak kendilerini kavrayan ve kendilerini diledikleri gibi idare eden gizli bir etken tarafından sürüklendikleri bir yatak... Bu güçlü etkene teslim olmak kalp için daha huzur verici, ruh için daha sakinleştirici ve vicdan için daha rahatlatıcıdır.

Kuşkusuz bu, arka planda gizli bir hikmeti bulunan Allah'ın kaderidir:

"Allah gönüllerinizdekini deneyden geçirmek ve kalplerinizdekini arıtmak için bunları başınıza getirdi."

Göğüslerdekini açığa vuran, kalplerdekini gideren ve gerçeğini abartısız ortaya çıkaran sınama gibi bir mihenk yoktur. Sınamak; gerçeği ortaya çıkarmak için göğüslerde bulunanları denemek ve bildirmektir. Bu, içinde bir bozukluk ve çürüklük bırakmayacak şekilde kalpleri temizleme ve tasfiye operasyonudur. Ayrıca, içinde bir karışıklık ve kapalılık bırakmaksızın düşüncenin sahihleşip parlamasını sağlar sınav zorluğu.

"Hiç kuşkusuz Allah gönüllerin özünü bilir."

Göğüslerde bulunanlar; onlar için gerekli gizli sırlardır. Bunlar orada gizlenir, sürekli nefse eşlik ederler. Bunları açığa çıkarmadığı gibi gün yüzüne de çıkarmaz. İşte Allah, göğüslerde bulunan bütün bunları bilir. Ancak yüce Allah, olayları hareketlendirip ortaya çıkarmadıkça insanların bilmesinin imkansız olduğu bu sırları onlara da öğretmeyi dilemektedir.

Savaş alanında iki topluluğun karşılaştığı gün yenilip kaçanların içlerinde bulunanı yüce Allah biliyordu. İşledikleri bir günah yüzünden zaaf gösterip geri dönmüşlerdi. Bu yüzden ruhları sarsılmıştı. Şeytan da bu gedikten ruhlarına musallat olmuş ve onları kaydırmak istemişti. Onlar da kayıp düşmüşlerdir:

"İki topluluğun karşılaştığı gün, savaştan geri dönenlerinizi şeytan bazı günahkâr duyguları yüzünden ayartmaya girişmişti. Ama Allah yine de sizi affetti. Hiç kuşkusuz Allah affedici ve Halim'dir."

Bu ayette, Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) kendilerini paylarından yoksun bırakacağı düşüncesine kapıldıkları gibi ganimet arzusuna kapılan okçulara özel bir işaret vardır. Yaptıkları buydu. Ve şeytan da bununla onları kaydırmak istemişti.

Okçulara işaret yanında; hata işleyen, gücündeki dayanıklılığı yitiren, Allah'la olan bağını gevşeten ölçü ve dayanaklarını terkeden, Allah'la bağını ve O'nun hoşnutluğuna olan bağlılığını bir kenara attığından dolayı kuşku ve vesveselere geniş bir alan bırakan her insan nefsinin düşeceği durumu belirleyen genel bir tasvir söz konusudur burada. Böyle bir durumda şeytan, bu nefsi etkilemek için kolaylıkla kendisine yol bulur. Bu nefsi taşıyan insanı dayanaktan yoksun bırakır artık.

Peygamberlerle birlikte düşmanlar karşısında savaşan ve sadece Rabb'e kul olanların öncelikle günahlardan istiğfar etmesinin sebebi buydu. Bu istiğfar, onları Allah'a döndürmüş, O'nunla bağlarını güçlendirmiş, kalplerindeki kararsızlığı silmiş, orâdaki vesveseleri kovmuş, şeytanın girdiği, Allah'tan kopma, O'nun korumasından uzaklaşma gediğini kapatmıştır. Çünkü şeytan; bu gedikten girerek kendilerini kurtaracak koruyucudan fersah fersah uzaklaştırıp bataklıkta bir başına bırakana kadar tekrar tekrar ayaklarını kaydırmaya çalışmaktadır.

Burada yüce Allah, ràhmetinin kendilerine kavuştuğunu, şeytanın onları kendisinden koparmaya izin vermediğini, dolayısıyle kendilerini bağışladığını bildirmektedir. Burada kendisini onlara -Çok bağışlayan- Gafûr, ve Yumuşaklık sahibi- Halîm olarak tanıtmakta. Ruhlarında O'na yönelme ve bağlılık olduğunu; azgınlık, kopukluk ve kaçaklık duygusunun fıtratlarında olmadığını bildiğini ve böylece hata işleyenleri kovmayıp onları cezalandırmada da acele etmediğini bildirmektedir.

Ölüm ve hayata ilişkin yüce Allah'ın kaderi ve bu konuda kâfir ve münafıkların kötü düşüncelerinin gerçek mahiyetinin açıklanması, müminlere bunlar gibi düşünmemelerine ilişkin bir çağrıyla son bulmaktadır. Ayetlerin akışı müminleri, başka değerlere, acı ve fedakarlıkları daha iyi değerlendiren ölçülere yöneltmektedir:

"Ey müminler, yolculuğa çıkan ya da savaşan kardeşleri hakkında `Eğer onlar yanımızda olsalardı ölmezlerdi ya da öldürülmezlerdi' diyen kafirler gibi olmayız. Allah bu asılsız saplantıyı onların kalplerine çöreklenen acı bir hayıflanmaya dönüştürdü. Oysa can veren de öldüren de Allah'tır. Hiç kuşkusuz Allah yaptıklarınızı görür."

"Eğer Allah yolunda öldürülür ya da ölürseniz Allah'tan gelecek. olan bağışlanma ve rahmet onların biriktirdikleri dünya nimetlerinden daha hayırlıdır.

Kuşku yok ki ölseniz de öldürülseniz de Allah katında toplanacaksınız."

Bu ayetlerin, savaş konusuyla olan ilişkilerinden de anlaşılacağı gibi bu sözler, savaş öncesinde geri dönen münafıklar ile müslümanlarla ilişki ve yakınlıkları bulunan ve ancak henüz İslâm'a girmemiş Medine'li müşriklere aittir. Böylece bu müşrikler, Uhud'da şehid düşenlerin yakınlarının kalplerine; hasret ve öldürülmelerinin, savaşa çıkmalarının sonucu olduğuna ilişkin bir duyguyu yaymaya çalışıyorlardı. Kuşkusuz bu tür fitneler ve kanlı hicranlar müslüman saflarda; karışıklık ve çalkalanmalara neden olur. Bu yüzden düşünceleri düzeltmek ve tuzakları kuranların boyunlarına geçirmek için bu Kur'anî açıklama yer almaktadır.

Kafirlerin "Eğer yanımızda olsalardı ölmez veya öldürülmezlerdi" sözleri; bolluğu ve darlığıyla tüm hayat ve hayattaki olaylara yön veren kanunlara ilişkin akide sahibi ile ondan yoksun olanın düşünceleri arasındaki temel farkı ortaya çıkarmaktadır. Akide sahibi, Allah'ın kanunlarını kavramış, O'nun iradesini algılamış ve O'nun kaderine güvenmiştir. Allah'ın yazdığından başkasının kendisine isabet etmeyeceğini çok iyi bilmektedir.

Başına birşey gelmişse bu onun kendi hatasından kaynaklanmaktadır. Kendisi için takdir edilmeyen bir şeyin de başına gelmesi söz konusu değildir. Bu yüzden, zorluk anında feryadı basmadığı gibi bolluk karşısında da şımarmaz. Ne bunun ne de şunun için ruhunda bir sıkıntı hissetmez. İş olup bittikten sonra, "bu şekilde" korunmak ya da "şöyle" kazanmak için "böyle" yapmadığına üzülmez. Değerlendirme, planlama, görüş bildirme ve danışmanın zamanı harekete geçmeden öncedir. Kendi bilgisi ve Allah'ın emir ve nehiylerinin sınırları içinde değerlendirip plânladıktan sonra harekete geçtiğinde meydana gelen herşeyi; güven, hoşnutluk ve teslimiyetle karşılar. Çünkü mümin, meydana gelen herşeyin Allah'ın kaderi, planı ve hikmeti uyarınca meydana geldiğine inanmaktadır. Bütün sebepleri bizzat yerine getirmiş olsa da herşeyin Allah'ın takdir ettiği şekilde olacağına kanidir. Bu şekilde teslimiyet, görevi yerine getirmek ve tevekkül arasındaki denge sayesinde insanın adımları doğrulur ve vicdanı huzura kavuşur. Ancak; kalbini Allah hakkındaki bu dosdoğru düşünceden yoksun bırakana gelince o, sürekli bir kararsızlık ve bunalım içindedir. Daima "şayet..", "olmasaydı..", "keşke olsaydım..." ve "eyvah.. "lar içinde bocalamaya mahkumdur.

Yüce Allah -müslüman kitleyi eğitmek için, Uhud savaşı ve orada müslümanların başına gelenlerin gölgesinde- onları, rızık elde etmek için yeryüzünde dolaşırken veya cihada çıkıp savaş esnasında öldürülen bir yakınlarından dolayı üzüntüye kapılan kafirler gibi olmaktan sakındırıyor.

"Ey müminler; Yolculuğa çıkan ya da savaşa katılan kardeşleri hakkında `Eğer onlar yanımızda olsalardı ölmezlerdi veya öldürülmezlerdi' diyen kafirler gibi olmayınız."

Bu sözü, evrende meydana gelen şeyler ve bunlar üzerinde etkin güç olan Allah hakkındaki bozuk düşüncelerinden dolayı söylüyorlar. Çünkü bu kafirlerin Allah ve O'nun hayata egemen kaderiyle bağları kopuk olduğundan görünen sebepler ve yüzeysel koşullardan başka birşey görmeleri mümkün değildir.

"...Allah bunu kalplerinde bir hasret olsun diye bıraktı..."

Kardeşlerinin rızık elde etmek için yeryüzünde dolaşmaya çıkmalarının sonucu öldükleri ya da savaş ve çarpışmadan ötürü öldürüldüklerine ilişkin duyguları... Ölüm veya öldürülmelerinin nedeninin bu yeryüzüne çıkış olayı olduğuna dair inançları sonucu çıkmaktan alıkoymadıklarına üzülmelerini sağlamaktadır. Gerçek nedenin; ecelin gelmesi, ölüm çağrısı, Allah'ın takdiri, ölüm ve hayat hakkındaki kanunu olduğunu bilselerdi üzülmezlerdi. İmtihanı sabırla karşılayıp hoşnutlukla Allah'a yönelirlerdi.

"Oysa can veren de öldüren de Allah'tır."

Hayatı vermek, kararlaştırılan bir zamanda, belirlenen bir ecelle ister evlerinde veya ailelerinin yanında ister rızık elde etmek ya da akide için savaş meydanında olsunlar insanlara verdiğini almak Allah'ın elindedir. Herşeyden haberdar olan O'dur, herşeyi bilip gören O'dur, ceza ve karşılık da O'nun katındadır.

"Hiç kuşkusuz Allah yaptıklarını görür."

ÖLÜM OLGUSU

Buna göre iş, ölüm veya öldürülme ile bitmiyor, son nokta burası değildir. Şu halde yeryüzündeki hayat yüce Allah'ın insanlara bahşettiği nimetlerin en iyisi değildir. Başka değerler; Allah katında daha üstün değerler vardır:

"Eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz Allah'tan gelecek olan bir bağışlanma ve rahmet onların biriktirdikleri dünya nimetlerinden daha bayırlıdır."

"Kuşku yok ki ölseniz de öldürülseniz de Allah katında toplanacaksınız."

Allah yolunda ölmek ve öldürülmek -bu şartla ve bu itibarla- hayattan, insanların hayatta elde ettikleri mal, makam, güç ve dünya metaından daha iyidir. Çünkü, arkasında gelen Allah'ın bağışlaması ve merhameti vardır. Bunlar insanların elde ettiklerinden daha iyidir. İşte Allah, müminleri bu bağışlanma ve merhamete yöneltmektedir. Bu noktada onları, kişisel üstünlüklere ve beşerî değerlere terk etmiyor. Allah'ın yanında bulunanlara da teslim ediyor bizzat kalplerini, kendi rahmetine bağlıyor. Bu da insanların tüm topladıklarından kalplerin bağlandığı tüm değerlerden daha iyidir kuşkusuz.

Herkes Allah'a dönecektir. İster yataklarında veya yeryüzünde dolaşırken ölsünler, ister meydanda çarpışırken öldürülsünler; her durumda O'nun huzurunda toplanacaklardır. Bunun dışında dönecekleri, bundan başka varacakları bir yer yoktur. O halde oradaki farklılık; yapılan iş, niyet, yöneliş ve ilgide söz konusu olabilir. Sonuç ise hep birdir; gerek ölmek, gerekse kesinleşmiş zamanda ve belirlenmiş sürede öldürülmek şeklinde olsun Allah'a dönülecektir. Ve toplanma gününde O'nun huzurunda toplanılacaktır. Dolayısıyla herkesi bekleyen son; Allah'ın bağışlaması ve merhameti ya da öfke ve azabı olacaktır. Ahmakların ahmakı; her durumda öleceği halde, kendine kötü sonucu seçendir.

Böylece kalplerde, ölüm, hayat ve Allah'ın kaderinin gerçek mahiyetleri yer etmektedir. Bu şekilde kalpler, beraberinde kaderin hareket ettiği imtihan, kaderin arka plânındaki hikmet ve imtihan sonrasındaki mükafatla tatmin olmaktadır. Bununla da, savaştaki olaylar ve bu olayların doğurduğu şartlar arasında yapılan gezinti son bulmaktadır.

Hiç yorum yok: