BESMELE

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيمِ

11 Temmuz 2009 Cumartesi

UHUD SAVAŞININ DEVAMI

Ali İmran Suresi

UHUD SAVAŞININ DEVAMI

Ayetlerin akışı, savaşta meydana gelen olayları anlatma ve onları değerlendirmede bir adım daha atmaktadır. Henüz tecrübe süzgecinden geçmemişler, olaylarla yoğrulmamışken, işin pratiğini, kuralların özünü ve kanunlara sarılmayan; varlık, hayat ve akidenin özündeki ciddiyete uymayan hiç kimseyi kayırmayan pratik hayatın ciddiyetini henüz yaşamamışken -müslüman oldukları halde- işin geldiği noktada dehşete kapılmalarını, başlarına gelenin meydana gelişine şaşırmalarını ve iş konusundaki düşüncelerinin davranışlarından dolayı olduğunu ve uygulamalarının tabii bir sonucu olduğunu açıklamaktadır. Ancak onları bu noktada bırakmamakta, -çünkü bu durum, gerçek de olsa nihai gerçek değildir- sebepler ve sonuçların arka plânındaki Allah'ın kaderine, adet ve kanunların ötesindeki iradesine bağlamaktadır. Böylece meydana gelen olaydaki hikmeti kendilerine ve uğruna cihad ettikleri davalarına hayırlı olanın gerçekleşmesine, bu tecrübeyle onların bundan sonrasına hazırlanmasına, kalplerinin arınmasına, saflarının olayların ortaya çıkardığı münafıklardan ayrılmasına ilişkin hadiselerin ötesindeki Allah'ın plânını açıklamaktadır. Her iş, sonunda Allah'ın iradesine ve plânına dayanmaktadır. Böylece Kur'an'ın ince ve derin açıklamasında gizli gerçek, düşüncelerinde ve duygularında iyice olgunlaşmaktadır.

165- Karşı tarafa iki katını tattırdığımız musibet, bu kez sizin başınıza gelince "Bu nereden geldi?" demediniz mi? De ki; "O musibet kendinizden kaynaklandı." Hiç şüphesiz Allah'ın gücü herşeye yeter.

166- İki topluluğun karşılaştığı gün başınıza gelen musibet, Allah'ın izni ile gerçekleşti. Bu musibet, Allah'ın müminleri belirlemesi için meydana geldi.

167- Bir de münafıkları ayırd etmesi içindi. Onlara "Geliniz, Allah yolunda savaşınız, ya da savunma yapınız " denince "Eğer savaşmayı bilseydik, mutlaka peşinizden gelirdik " dediler. O gün onlar imandan çok küfre yakındılar. Kalplerinde olmayan şeyi ağızları ile söylüyorlardı. Hiç kuşkusuz Allah, onların gizli tuttukları duyguları çok iyi bilir.

168- Onlar, evlerinde oturup savaşa katılan kardeşleri için "Eğer bizim sözümüzü dinleselerdi, öldürülmezlerdi"diyenlerdir. De ki; "Eğer doğru söylüyorsanız, ölümü kendi başınızdan savın bakalım."

Yüce Allah; sancağını taşıyan ve akidesine inanan dostlarına yardım etmeyi üzerine almıştır. Ancak bu yardımı, kalplerinde iman gerçeğinin olgunlaşmasına, düzen ve hayat tarzlarında imanın gereklerini yerine getirmelerine, güçleri oranında hazırlık yapmalarına ve imkanları nisbetinde çaba sarf etmelerine bağlamıştır. İşte Sünnetullah budur. Ve Sünnetullah'ta hiç kimse kayırılmaz. Müslümanlar ne zaman bu işlerden birinde bir eksiklik yaparlarsa, bu eksikliğin sonucuna katlanmalıdırlar. Çünkü müslüman oluşları, kendileri için adetin bozulmasını ve kanunun iptalini gerektirmez. Onlar, hayatlarının tümünü Sünnetullah'a uydurmak ve ilahi kanunlar doğrultusunda düzenlemekten dolayı müslümandırlar zaten.

Ancak müslümanlıkları boşa gitmeyecektir, ziyan olmayacaktır. Çünkü teslimiyetleri Allah içindir. Allah'ın sancağını taşımaları, O'na uymaya gayret etmeleri ve O'nun metoduna tabi olmalarından dolayı, hataya uygun düşen, acı, yara ve kayıpları tattıktan sonra bu hatayı iyiliğe çevirmek akidenin daha bir netleşmesi, kalplerin daha iyi arınması, safların iyice temizlenmesi, onları vaad edilen zafere yaklaştırması, böylece hayır ve bereketle sonuçlandırması yüce Allah'ın şânındandır... Müslümanlar hiçbir zaman Allah'ın korumasından, gözetiminden ve yardımından uzaklaştırılmazlar. Aksine, yolda başlarına birtakım darbeler, acı ve sıkıntılar geldikçe, Allah tarafından hep yol azığıyla desteklenmişlerdir.

Bu açıklık ve kesinlikle beraber yüce Allah, meydana gelen olaydan dolayı paniğe kapılıp sorular sorup duran müslüman kitleyi ele almakta, onlara takdirinden kaynaklanan uzak hikmeti açıkladığı gibi kendi davranışlarından kaynaklanan yalçın sebebi de ortaya çıkarmaktadır. Bu arada münafıkları da, ne sakınmanın ne de geride kalıp oturmanın kendisinden koruyamadığı ölüm gerçeğiyle yüzyüze getirmektedir:

"Karşı tarafa iki katını tattırdığımız musibet başınıza gelince `Bu nereden geldi?' demediniz mi? De ki; O musibet kendinizden kaynaklandı. Hiç şüphesiz Allah'ın gücü herşeye yeter."

Müslümanların Uhud'da başlarına bir felaket geldi. Bu acı günde karşılaştıkları bunca yara ve acıların dışında ayrıca yetmiş şehid verdiler. Müslüman oldukları halde Allah'ın düşmanı müşrikler onlara galip geldi. Halbuki onlar müslümandılar ve Allah yolunda cihad ediyorlardı. Fakat aslında bu felaketi tadan müslümanlar, bunun iki katını müşriklere isabet ettirmekle daha üstün durumda idiler; çünkü Bedir günü Kureyş'in ileri gelenlerinden yetmiş tanesini öldürmekle benzeri bir musibeti düşmanlarının başlarına getirmişlerdi.

Müslümanlar aynı galibiyeti Uhud savaşının başlangıcında, henüz Allah'ın ve O'nun Resulünün emrine uyuyorlarken, ganimet arzusu karşısında zaafa kapılmàmışken ve mümin gönüllerde yer etmemesi gereken duygular ruhlarında depreşmemişken tekrar elde ediyorlardı.

Onlar panik içinde sorup duruyorlarken yüce Allah bütün bunları onlara hatırlatıyor ve meydana gelen olayı direkt yakın sebebine döndürüyor:

"...De ki; O musibet kendinizden kaynaklandı."

İş konusunda sarsıntı geçiren, bozulan ve çekişen bizzat sizin nefsinizdir. Allah ve Resulünün şartını yerine getirmeyen sizdiniz. Arzu ve heveslerin etkilediği, kendi nefsinizdi. Resulullah'ın emrine ve savaş stratejisine isyan eden sizdiniz. Bu sonuç meydana gelmesini istemediğiniz şey. Sopra da "bu nasıl olur?" diyorsunuz. Sünnetullah'ta kendi durumunuza uygun olanıyla karşılaştınız. Müslüman veya müşrik olsun insan kendini Sünnetullah'ın işleyişine sundu mu gerekli karşılığı alacaktır. Hiç kimsenin kayırılması için bu kanun bozulmaz. Bir kere, insanın ilk önce Allah'ın sünnetine kendini uydurması, teslimiyetin olgunluk derecesini göstermektedir.

"Hiç şüphesiz Allah'ın gücü herşeye yeter."

Gücünün gereği, sünneti uygulaması, kanunuyla hükmetmesi, her işin hükmü ve iradesi uyarınca hareket etmesi ve varlık alemini, hayatı ve olayları dayandırdığı yasalarını askıya almamasıdır.

Bununla beraber, her işin ötesinde gördüğü bir hikmetten dolayı Allah'ın takdiri yer almaktadır. Meydana gelen her olayın, her hareketin, her gelişmenin ve bütün evrende yeralan her akışın ötesinde Allah'ın takdiri sürekli mevcuttur.

İLÂHÎ KANUN

"Îki topluluğun karşılaştığı gün başınıza gelen musibet Allah'ın izni ile gerçekleşti."

Hiçbir şey rastlantı sonucu ve boşuna meydana gelmemiştir. Faydasız ve başıboş da değildir. Her hareket, şu evrenin yaradılışında planlanmış ve kendisine özgü sebep ve sonuçları olan bir kadere göre hareket etmektedir. Bütün hareketler, -bozulmaz, askıya alınmaz ve hiç kimseyi kayırmaz sağlam adet ve kanunlara uygun meydana gelmekle beraber- belirlenen proğramları plânında gizli bir hikmeti gerçekleştirmekte ve hep birlikte evrenin nihai "proje"sini tamamlamış olmaktadırlar.

İslâm düşüncesi bu alanda, insanlık tarihi boyunca hiçbir düşüncenin ulaşmadığı bir evrensellik ve dengecilik düzeyine ulaşmıştır.

Evrende değişmez bir kanun ve kesin kurallar vardır. Değişmez kanunun ve kesin kuralların ötesinde de etkin bir irade ve serbest ilahi meşiyet vardır.

Bu kanun, kurallar, irade ve meşiyetin ötesinde de herşeyin çerçevesinde cereyan ettiği ince bir hikmet yatmaktadır. Aralarında insan da olmak üzere herşey hakkında hükümran olan bu kanun ve geçerli olanlar da bu kurallardır. İnsan, özgür iradesinin ürünü hareketleri ve kendi düşünce ve değerlendirmesinin sonucu davranışları neticesinde bu kurallarla karşılaşır, böylece kuralların işlemesini sağlar ve onlardan etkilenir. Ancak, bütün bunlar, Allah'ın kaderi ve dileyişi uyarınca meydana gelmekte, aynı zamanda O'nun hikmet ve takdirini gerçekleştirmektedir. İnsanın iradesi, düşüncesi, hareket ve davranışları Allah'ın adet ve kanununun bir parçasıdır. İnsan bütün yaptıklarını bunlarla yapar. Allah, çizdiği kader ve plan çerçevesinde gerçekleştirdiği herşeyi bu adet ve kanun sayesinde gerçekleştirir. Hiçbir şey bu adet ve kanunun dışına çıkamaz. Onlara karşıt olamaz, Allah'ın iradesini ve takdirini bir kefeye, insanın irade ve faaliyetlerini de karşıt kefeye koyanların düşündükleri gibi faaliyetine karşı koyamazlar. Asla!.. İslâm düşüncesinde durum böyle değildir. Çünkü insana; varlığını, düşüncesini, iradesini, takdirini, değerlendirme yeteneğini ve yeryüzünde faaliyet imkânını bahşederken, bunlardan hiçbirini, kendi sünnetine zıt, yüce iradesine muhalif kılmamıştır. Şu büyük evrene ilişkin kaderinin ötesindeki nihai hikmetin dışına da çıkamaz. Ancak yüce Allah, insanın takdir edip idare etmesini, hareket etmesini, etkilenmesini, Sünnetullah'la karşılaşıp onlara uymasını, bu karşılaşmanın insana verilecek karşılığını; lezzet, acı, rahatlık, yorgunluk, mutluluk ve bedbahtlık şeklinde tam olarak almasını, bu karşılaşma ve sonucunun ötesindeki herşeyi kuşatan kaderinin ahenk ve denge içinde gerçekleşmesini sünnetin ve takdirinin bir gereği kılmıştır.

Uhud savaşında meydana gelen bu olaylar, evrensel ve mükemmel İslâm düşüncesi hakkındaki sözlerimize örnektir. Kuşkusuz yüce Allah müslümanlara, zafer ve yenilgi hakkındaki sünneti ve şartını öğretmişti. Onlar da bu sünnet ve şarta aykırı hareket etmişlerdi. Bunun sonucunda da acı ve yaralarla karşılaşmışlardı. Ancak mesele bu noktada bitmiyor, çünkü bu karşı çıkmanın ve acı çekmenin ötesinde, saftaki müminlerle münafıkların ayrılması, mümin kalplerin arındırılması, düşünce bulanıklığından, zaaf ve eksikliklerden temizlenmesine ilişkin Allah'ın kaderinin gerçekleşmesi yer almaktadır.

Bu da işlevi bakımından -acı ve zararın ötesinde- müslümanlar için hayırlı olmuştur. Kuşkusuz bu sonucu, Kanûn-u İlâhî uyarınca elde etmişlerdi. Çünkü Allah'ın metoduna teslim olan, bütün hayatlarında onu uygulayan müslümanlara yardım edip onları gözetmek, sonuçta acılarını tatmış olsalar bile işledikleri hataları nihai hayırlarına bir araç kılmak Allah'ın sünnetidir. Nitekim, acı çekme; arınma, eğitim ve hazırlık için de bir araçtır.

Bu sert ve yalçın konumda müslümanların ayakları rahatlamakta, kalpleri hiçbir kararsızlık, sıkıntı ve şaşkınlık duymadan tatmin olmaktadır. Çünkü onlar, Allah'ın kaderi ile yüz yüzedirler. Hayatlarında O'nun kanunlarıyla hareket etmektedirler. Onlar, yüce Allah'ın gerek kendilerine gerekse çevrelerindekilere dilediğini yapacağını biliyorlar. Çünkü onlar, yüce Allah'ın onunla dilediğini gerçekleştirdiği kaderi için birer hammadde konumundadırlar. İşledikleri tüm yanlışlar ve doğrular -yanlışları ve doğrularından dolayı karşılaştıkları tüm sonuçlar Allah'ın kaderi ve ince hikmeti ile hareket ettiğini ve bu yolda hareket ettikleri sürece de kendilerini iyiliğe doğru götüreceğini gayet iyi biliyorlar:

"İki topluluğun karşılaştığı gün başınıza gelen musibet, Allah'ın izni ile gerçekleşti. Bu musibet, Allah'ın müminleri belirlemesi için meydana geldi."

"Bir de münafıkları ayırd etmesi içindi. Onlara `Geliniz, Allah yolunda savaşınız' denince; `Eğer savaşmayı bilseydik, mutlaka peşinizden gelirdik' dediler. O gün onlar imandan çok küfre yakındılar. Kalplerinde olmayan şeyi ağızlarıyla söylüyorlardı. Hiç kuşkusuz Allah, onların gizli tuttukları duyguları çok iyi bilir."

Yüce Allah burada, Abdullah bin Ubey bin Selul ve beraberindekilerin konumuna işaret etmekte ve onları "münafıklar" diye adlandırmaktadır. Bu noktada yüce Allah, onları ortaya çıkarmakta, müslüman safları onlardan temizlemektedir, o günkü gerçek konumlarını belirlemektedir: "...O gün onlar imandan çok küfre yakın idiler..." Orada müslümanlarla müşrikler arasında savaş çıkacağını bilmediklerinden dolayı geri döndüklerini iddia ederken doğru söylemiyorlardı. Gerçek neden bu değildi, onlar: "...kalplerinde olmayan şeyi ağızlarıyla söylüyorlar." Tamamen akidenin kontrolüne bırakmadıkları kalplerinde nifak vardır. Kişiliklerini ve beşerî değerlerini, akide ve iman değerlerinin üstüne çıkarmışlardır. Uhud günü Resulullah, (salât ve selâm üzerine olsun) görüşünü kabul etmedi diye ayrılan münafıkların başı Abdullah b. Ubey ne yaptıysa, bundan önce de Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) ilahî bir mesajla Medine ye geldiğinde kendilerinin başkanlıktan yoksun bırakılması ve başkanlığı bu dine ve onun taşıyıcısına vermesi karşısında da aynı davranışı göstermişti. Kalplerde bu vardı. Müşrikler, Medine'nin kapılarına dayanmışken münafıkların geri dönmelerinin sebebi buydu. Kendilerine "Geliniz Allah yolunda savayız ya da savunma yapınız" diyen gerçek müslüman Abdullah b. Haram'a "Eğer savaşmayı bilseydik mutlaka peşinizden gelirdik" diyerek itiraz etmeleri bundandı. İşte bu ayette yüce Allah gerçek durumlarını ifşa ediyor:

"Hiç kuşkusuz Allah onların gizli tuttukları duyguları çok iyi bilir."

Sonra, saflarda ve ruhlarda sarsıntının meydana gelmesindeki konumlarını ortaya çıkararak sürüyor ayet-i kerime:

"Onlar evlerinde oturup savaşa katılan kardeşleri için `Eğer bizim sözümüzü dinleselerdi öldürülmezlerdi' diyenlerdir."

Özellikle başta kavmi arasındaki otoritesini sürdüren, münafıklığı henüz daha ortaya çıkmamış ve müslümanlar arasındaki mevkisinin sarsılmasına neden olan bu vasıfla henüz vasıflandırılmamış Abdullah b. Ubey olmak üzere, diğer münafıklar ayrılık sonucu saflarda ve ruhlarda kargaşa ve sarsıntı meydana getirmekle yetinmiyorlar:

"...Eğer bizim sözümüzü dinleselerdi öldürülmezlerdi" diyerek, savaştan sonra şehid ailesi ve arkadaşlarının kalplerine sarsıntı ve hayıflanma duygularını yaşamaya çalışıyorlardı.

Böylece, ayrılmalarında bir hikmet ve maslahat olduğunu, Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) itaat edip uymakta da bir zarar ve ziyan olduğunu yaymak istiyorlardı. En fazla da, Allah'ın çizdiği kaderi, ecelin kesinliği, ölüm ve hayatın hakikati ve bunların yalnızca Allah'ın kaderine bağlılığı konusundaki saf İslâm düşüncesini bozuyorlardı. Bu yüzden ayet-i kerime, bir taraftan hilelerini bozmak, diğer taraftan İslâm düşüncesini düzeltip onu bulanıklıktan kurtararak kesin ve doğru olanı yerleştirmek suretiyle gerekli karşılığı vermektedir:

"Eğer doğru söylüyorsanız, ölümü kendi başınızdan samız bakalım."

Ölüm, hem cihada çıkan hem de evinde oturanı, hem cesuru, hem korkağı, hülâsa herkesi alır götürür. Ne hırs, ne korunma geri çeviremez ölümü. Korku ve geride beklemek de ertelemez. Bunun en güzel kanıtı tartışma götürmez pratik hayattır. Kur'an-ı Kerimde bu pratik hayatla onlara cevap vermekte, iğrenç hilelerini bozmakta, gerçeği yerine oturtmakta, böylece müslümanların kalplerini sağlamlaştırıp üzerine güven, huzur ve yakîn duygularını akıtmaktadır.

Kur'an-ı Kerim'in savaştaki olayları sunarken, olayların öncesinde, savaşın hemen arefesinde meydana gelen bu olaya -Abdullah b. Ubey ve beraberindekilerin savaştan geri kalmalarını- değinmeyi ertelemesi, oluşun içinde bu noktaya yer bırakması dikkat çekicidir.

KUR'AN EĞİTİMİ

Bu erteleme, Kur'an'ın eğitim metodunun belirgin özelliklerinden birini taşımaktadır. Kuşkusuz bu olayı, yerleştirdiği İslâm düşüncesinin belli başlı kurallarını yerleştirmek, yerleştirdiği gönüllere doğru duyguları oturtmak ve değerler için koyduğu bu ölçüleri belirlemek için ertelemişti. Sonra da "münafıklara", davranışlarına, bundan sonraki uygulamalarına işaret etmektedir. Çünkü ruhlar bu davranışları, doğru düşünceden, doğru ölçütteki doğru değerden sapmanın ürünü bu uygulamaları algılayacak düzeye gelmiştir artık... İmanî düşüncenin ve değerlerin müslümanın nefsinde böyle yer etmesi, düşünce ve değerlerin gerçek mahiyetini, iş ve şahısların gerçek ölçüsünü verecek doğru ölçütlerin bu şekilde yerleştirilmesi gerekmektedir. Bundan sonra, işleri ve şahısları bu ölçüte göre değerlendirir insan... Ve bu saf imanî duyguyla onlara, aydınlık ve doğru hüküm uygulanabilir...

Bu ertelemede, eşsiz Kur'an metodunun bir başka özelliği de gizlidir. Çünkü Abdullah b. Ubey -daha önce değindiğimiz gibi- o ana kadar kavmi arasında saygın bir konumdaydı. Bu yüzden "Şûra" ilkesinin yerleşmesi ve uygulaması toplum içinde itibarı olanların görüşüne başvurmayı gerektirdiğinden Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) kendi görüşüne başvurmadı diye kibirlenmişti. Bu büyük münafığın uygulamaları müslümanların safında sarsıntı ve düşüncelerinde karışıklıklar meydana getirmişti. Nitekim bundan sonra öldürülenlere ilişkin sözleri de gönüllere hasret, duygulara karışıklıklar serpmişti. O'nun davranışlarının ve sözlerinin küçümsenmesi, savaşın öncesinde meydana gelmesine rağmen, Kur'an'ın sunuş tarzında öne alınması ve bu işi yapmaya kalkışanların vasıflarının "münafıklık yapanlar" olarak adlandırılması gerçekten anlamlıdır. Ayrıca bu davranışları şu hayret sigasıyla -münafıkları görmez misin- diye özetlemek ve en büyüklerinin adını veya şahsını anmadan, yine bu davranışı yapmaya kalkışan herkesin, hakettiği gibi iman ölçeğinde onunla eşit durumda olmaları yüzünden surenin akışında başka münafıkları değerlendirdiği gibi münafıklar arasında belirsiz olarak kalması için açıklamaması ve sona bırakması bu eşsiz eğitim metodunun içerdiği bir hikmet olsa gerektir.

ALLAH YOLUNDA ÖLDÜRÜLENLER

Kalpler huzura kavuşup vicdanlar, evrende yürürlükte olan yasa, işlerin ötesindeki Allah'ın kaderi, bu takdir ve planın arka planındaki hikmeti... Sonra olması için yazılmış ecel ve geride kalmanın erteleyemediği savaşa çıkmanın çabuklaştıracağı; hırs, sakınma ve tedbirin önleyemediği mukadder ölüm gerçeği ile istikrar bulduktan sonra...

Evet bundan sonra ayetlerin akışı bir diğer hakikati açıklamakla sürüyor. Hem özü hem de etkisi itibariyle büyük bir hakikat... Allah yolunda öldürülenlerin ölüler olmayıp diri oldukları hakikati... Onlar Rabblerinin izinden, kendilerinden sonra oluşan hayattan ve olaylarından kopmamışlardır. Bu cemaatin yaptıklarından etkilendikleri gibi ona da etki ediyorlar. Bilindiği gibi etki ve etkilenme hayatın belirtisidir.

Ayet Uhud savaşında şehid düşenlerin hayatı ile şehadetlerinden sonra meydana gelen olaylar arasında sağlam bir ilgi kurduktan sonra, kendilerine isabet eden bunca yaraya rağmen, Allah ve Resulü'nün çağrısına karşılık veren, savaş alanını bırakıp gittikten sonra Medine'ye saldırmalarından korkup Kureyş'i takip eden, Kureyş'in toparlanmasıyla kendilerini korkutmaya çalışan insanlara aldırış etmeyip sadece Allah'a güvenip dayanan ve bu konumlarıyla imanın anlamını ve hakikatini gerçekleştiren bir grup müminin konumlarını tasvir ediyor.

169- Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayınız, tersine onlar yaşıyor ve Allah katında besleniyorlar.

170- Allah'ın, keremiyle kendilerine sunduğu nimetlerden dolayı sevinç içindedirler. Arkadaki henüz kendilerine katılmamış olanlar için korku ve üzüntü söz konusu değil diye onlar adına sevinçlidirler.

171- Onların sevinci Allah'tan gelen nimet ve lütuf ile O'nun müminlerin mükâfatını kayba uğratmayacağı müjdesinden kaynaklanıyor.

172- O müminler ki, yaralandıktan sonra Allah'ın ve peygamberin savaşma çağrısına uydular, onlardan "İhsan" (Allah'ı görüyormuş gibi ibadet etmek -Mütercim-) ilkesine uyanlar ile takva sahiplerini büyük bir ödül beklemektedir.

173- O kimseler ki, insanlar kendilerine "Düşmanlarınız size saldırmak için yığınak yaptılar, onlardan korkmalısınız"dediklerinde, bu sözden imanları daha güçlenerek `Allah bize yeter, O ne güzel bir vekildir" dediler.

174- Bundan dolayı Allah'tan gelen nimet ve lütufla geri döndüler, kendilerine hiçbir zarar dokunmadı, Allah'ın rızasına uydular. Hiç kuşkusuz Allah büyük lütuf sahibidir.

175- O şeytan sizi yardakçıları ile korkutur, o halde eğer gerçekten mümin iseniz onlardan değil, benden korkunuz.

Yüce Allah mümin kalplerde kader ve ecel hakikatini iyice belirginleştirmek, münafıkların "Eğer bizim sözümüzü dinleselerdi öldürülmezlerdi" sözleriyle öldürülenler hakkında yaydıkları; kuşku, karışıklık ve hayıflanma duygularını: "De ki; Eğer doğru söylüyorsanız ölümü kendi başınızdan savın bakalım" meydan okuyuşuyla bertaraf etmek istemiştir.

Yüce Allah, bu değişmez hakikatin eşiğinde mümin kalpleri huzura kavuşturduktan sonra, bu kalplerin huzur ve güvenini artırmak için Allah yolunda öldürülen -Allah yolunda öldürülen, kalplerini bu mananın dışındakilerden arındıran ve diğer tüm şartlardan soyutlananlardan başkası şehid değildir- şehidlerin varacağı sonucu açıklamayı dilemiştir. Bu şehidler diridirler. Bütün hayat özelliklerine sahiptirler. Onlar, Rabblerinin yanında "rızıklanmaktadırlar". Rabblerinin fazlından verdiği ile sevinmektedirler. Geride kalan müminlere vardıkları sonucu müjdelemek istemektedirler. Ayrıca geride kalan kardeşlerinin yaşadığı olaylarla da ilgilenmektedirler. Kuşkusuz bütün bunlar; yararlanma, müjdeleme, ilgilenme, etki etme ve etkilenme dediğimiz hayat belirtileridir. Onlar, elde ettikleri Allah'ın fazlı ve O'nun yanındaki makam ve rızkın yanında hayat ve olaylarla ilişki içindeyken ayrılıklarından dolayı duyulan bu hasret de ne oluyor? İnsanların, dipdiri şehidle geride kalan kardeşlerine ilişkin düşüncelere koydukları mesafe de nerden çıktı? Burada ve orada sürekli Allah'la birlikte olan müminlerin nazarında, mesafelerin ve engellerin hiçbir değeri yokken, bu hayatla hayat sonrası alem arasında konulan bu engel de nedir?

Bu büyük gerçeğin iyice belirginleşmesi, olayları değerlendirmede büyük önem arzetmektedir. Bir kere o, farklı hayat çeşitleri ve durumlarıyla birlikte varlıkların hareketine ilişkin düşünceyi de dengeler. -Hatta yeni baştan inşa eder. Artık bu bir sürekliliktir, kesintiye uğramaz. Çünkü ölüm yolculuğunun sonu değildir. Hatta ölüm öncesiyle sonrası arasında mutlak anlamda bir engel de söz konusu değildir.

Kuşkusuz bu, müminlerin hayat ve ölümü karşılayışlarına ve buradan orayı tasavvur edişlerine ilişkin duygularda büyük etkisi bulunan yepyeni bir bakış açısıdır.

"Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayınız. Aksine onlar yaşıyor ve Allah katında besleniyorlar."

Ayet, Allah yolunda öldürülen, böylece hayattan ayrılıp gözlerden uzaklaşanların "ölü" sayılmasını yasaklayan bir hükümdür. Ayrıca onların "Rabbleri katında diri olduklarını" da isbat eden bir nasstır. Bu yasaklama ve isbatı canlılara özgü bir sıfat takip etmektedir. Onlar "besleniyorlar."

Bununla beraber -şu fani dünyada yaşayan- bizler, sahih hadislerin bildirdiklerinin dışında şehidlerin sürdüğü hayatın şeklini bilemiyoruz. Ancak herşeyi bilen ve herşeyden haberdar olanın zatından gelen bu doğru nass, tek başına ölüm ile hayat ve her ikisinin arasındaki ayrılık ve bütünlüğe ilişkin anlayışımızı değiştirmeye yeterlidir. Aynı zamanda meydana gelen olayların gerçek mahiyetinin bizim algıladığımız dış görünüşleri gibi olmadıklarını öğretmeye de yeterlidir. Çünkü biz, mutlak hakikatlere ilişkin anlayışımızı, algıladığımız dış belirtilere dayandırmaktayız. Bu da hakikati bütünüyle kavramak için yeterli değildir. O halde bu konuda gerçeği açıklamaya kadir yüce Allah'ın açıklamasını beklemekten başka seçeneğimiz yoktur.

Onlar bizim gibi insandırlar. Öldürülüyorlar, dış görünüşünü bildiğimiz hayattan kopuyorlar. Bize göründüğü kadarıyla hayattan ayrılıyorlar. Ancak onlar, "Allah yolunda öldürüldükleri" ve O'nun uğrunda her türlü nimetten; cüz'î ve küçük amaçlardan soyutlandıkları, ruhlarını Allah'a bağladıkları ve O'nun yolunda canlarıyla mücadele ettikleri... Evet onlar bu şekilde öldürüldükleri için yüce Allah, dosdoğru bir haberle onların "ölüler" olmadıklarını bize bildirmekte ayrıca onlara ölü dememizi yasaklamaktadır. Kendi katında diri olduklarını te'kid etmekte ve onların beslendiklerini bildirmektedir. Allah'tan gelen rızkı canlılar gibi almaktadır bunlar. Nitekim yüce Allah, onlarda bulunan diğer hayat belirtilerini de bildirmektedir:

"Allah'ın keremiyle kendilerine sunduğu nimetlerden dolayı sevinç içindedirler."

Allah'ın rızkını sevinerek karşılıyorlar; çünkü onlar bunun yüce Allah'ın kendilerine karşı bir lütfu olduğunu algılıyorlar. Bu da, yüce Allah'ın onlara kendi yolunda öldürülmesinden hoşnut olduğunun kanıtıdır. O halde O'nun hoşnutluğunun göstergesi olan rızkından çok, onları ne sevindirebilir?

Sonra onlar geride kalan kardeşleriyle de ilgileniyorlar. Yüce Allah'ın mücahid müminlere olan hoşnutluğundan bildiklerini müjdelemek istiyorlar:

"Arkadaki henüz kendilerine katılmamış olanlar için korku ve üzüntü söz konusu değil diye onlar adına sevinçlidir."

"Onların sevinci Allah'tan gelen nimet ve lütuf ile O'nun müminlerin mükâfatını kayba uğratmayacağı müjdesinden kaynaklanıyor."

Onlar "Arkalarındaki henüz kendilerine katılmamış" kardeşlerinden uzaklaşmamışlar ve onlarla bağlarını koparmamışlardır. Çünkü onlar, beraberlermiş gibi "diridirler" dünya ve ahirette elde ettikleriyle müjdeliyorlar birbirlerini, müjdelerinin içeriğini de "kendilerinde korku ve üzüntü söz konusu olmadığı" gerçeği oluşturmaktadır. Kuşkusuz onlar bunu öğrendiler, "Rabblerinin katında" 'ki hayat O'nun nimet ve fazlından elde ettikleri lütuflar, bunun gerek müminlere karşı Allah'ın bir iyiliği olduğuna ve O'nun müminlerin ecrini zayi etmeyeceğine olan kesin inançlarıyla ikna olmuşlardır.

Şehidlerin, -Allah yolunda öldürülen- gerçekleştirmediği hangi hayat belirtisi kaldı ki? Arkalarında kendilerine katılmamış kardeşlerinden ne ayırabilir onları? Hangi şey canlılar ve hayatla ilişki içinde olmakla beraber, yüce Allah'ın katına yapılan yolculuktan dolayı; gıpta, hoşnutluk ve yakınlık duyulacak bu aşamayı arkalarında kendilerine katılmamışların ruhlarında meydana getirebilir?

Bu -Allah yolunda olduğu zaman- ölüm kavramında, canlarıyla cihad edenlerin ölüm karşısındaki duygularında ve arkalarında kalanların ruhlarında gerçekleştirilen büyük bir değişikliktir. Aynı zamanda bu, dünyanın çerçevesini ve basit hayat görüntülerini aşmak suretiyle, hayatın alanının belirtilerini, şekillerini daha da genişletmektir. Onun böylesine geniş ve büyük bir sahayı kapsaması, bir şekilden başka bir şekle, bir hayattan başka bir hayata geçişte belleklerimizde ve düşüncelerimizde oluşan engelleri etkisiz hale getirmektedir.

Bu ve benzeri Kur'an ayetlerinin müslümanların kalplerine yerleştirdiği bu yeni anlayışa uygun olarak aziz mücahidler -Allah yolunda- şehadet talep etmeye yöneltiliyorlar. (Bazı örneklerini savaşı ele aldığımız sözlerimizin başında anlatmıştık; oraya başvurulabilir.)

Bu büyük gerçeğin yerleşmesinden sonra, savaş alanında şehid düşenler tarafından Rabbleri katında kendileri için hazırlanan nimetlerle müjdelenenler "müminler"dir. Bunlardan söz edilmekte, kim oldukları belirtilmekte, özellikleri, nitelikleri ve Rabbleriyle olan hikayeleri anlatılmaktadır:

"O müminler ki yaralandıktan sonra Allah'ın ve peygamberin savaşma çağrısına uydular. Onlardan "ihsan" ilkesine uyanlar ile takva sahiplerini büyük bir ödül beklemektedir."

"O kimseler ki insanlar kendilerine `Düşmanlarınız size saldırmak için yığınak yaptılar, onlardan korkmalısınız' dediklerinde bu sözden imanları daha güçlenerek `Allah bize yeter. O ne güzel bir vekildir' dediler."

"Bundan dolayı Allah'tan gelen nimet ve lütufla geri döndüler, kendilerine hiçbir zarar dokunmadı. Allah'ın rızasına uydular. Hiç kuşkusuz Allah, büyük lütuf sahibidir."

Onlar, bu acı çarpışmanın ertesi günü, beraberinde tekrar savaşmak için Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) tarafından çağrılan kişilerdir. Üstelik yaralardan dolayı bitkin düşmüşler, daha dün savaş alanında ölmekten kıl payı kurtulmuşlardı. Saldırının korkusunu, yenilginin acısını ve felaketin şiddetini henüz unutmamışlardı. Aldıkları bunca yarayla beraber birçok yiğitlerini de kaybetmişlerdi. Sayıları da azdı.

Ancak Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) onları çağırıyordu.. Yalnız onları... -Bazılarının söyleyebileceği gibi, onları güçlendirmek ve sayılarını artırmak için- savaşa katılmayanların kendisiyle birlikte gelmesine müsaade etmemişti.. Onlar da çağrıyı kabul ediyorlar. Resulullah'ın çağrısına uyuyorlar -ayetlerin akışının yerleştirdiği, özü itibariyle ve anlayışlarında da böyle yer ettiği gibi bu aynı zamanda Allah'ın çağrısıdır- Böylece kendilerine yara isabet ettiği, büyük zarara uğradıkları ve yaralarla bitkin düştükleri halde Allah'ın ve Resulü'nün çağrısına koşmuşlardır.

Kuşkusuz Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) onları çağırıyordu. Yalnız onları... Bu çağrı ve ondan sonra gelen icabet, içinde çeşitli ilhamları taşımakta ve bir kısmına değineceğimiz büyük hakikatleri göstermektedir.

Bununla Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) müslümanların gönüllerinin ve duygularının buluştuğu noktanın; yenilgi, acı, eziyet ve yaralarla dolu olmamasını dilemiş olabilir. Bu yüzden, gönüllerinde bunun bir deneme ve imtihan olduğunu, yoksa yolun sonu olmadığını yerleştirmek için Kureyş'i takip etmeye ve onları kovmaya çağırmaktadır. Kuşkusuz onlar hâlâ güçlüdürler. Galip düşmanları da zayıftır. Bu olay bir kere oldu ve geçti artık. Nitekim onlar da zaaf ve dağılmaktan kurtulup Allah ve Resulü'nün çağrısına uyunca üstünlük sağlamışlardı.

Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) müşriklerin gönüllerinde ve duygularında zafer sarhoşluğunun uzun sürmemesini dilemiş olabilir. Bu yüzden dünkü savaşta hazır bulunanlardan arta kalanlarla Kureyş'i takip ediyor. Böylece Kureyş'in müslümanlara karşı amaçlarına ulaşamadıklarını ve kendilerini takip edip tekrar saldıracak kişilerin kaldığını hissetmelerini sağlıyordu.

Siyer rivayetlerinde anlatıldığı gibi bunlar gerçekleşmiş olaylardır. Belki de Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) bununla müslümanların ve onların ötesinde tüm dünyanın, yeryüzünde varolan bu yepyeni gerçeğin yerleştirdiğini duyumsamamalarını dilemiştir. Kendisine inananların ruhlarında herşeye bedel bir akidenin varolduğu gerçeği... İnsanlık da ondan başka hiçbir şeye ihtiyaç duymadıklarını, hayatlarında onun dışında bir amaçlarının olmadığını, sırf bu akide için yaşadıklarını bilsin istemiştir. Ayrıca ondan sonra kendileri için herhangi bir şeyin kalmasını istemediklerini, onun için harcayamayacakları, onun uğruna feda etmeyecekleri hiçbir şeylerinin olmadığını bilmelerini dilemiştir.

Kuşkusuz bu, o zaman için şu yeryüzünde yepyeni bir olaydı. Bu yüzden -müslümanlardan sonra- tüm yeryüzünün, bu olayın meydana gelişini ve büyük gerçeğin varlığını hissetmesi kaçınılmazdı...

Hiçbir şey, bu büyük gerçeğin doğuşunu, yaralı oldukları halde, Allah ve Resulü'nün çağrısına koşanların, saf, heybetli ve korkutucu bir şekilde; sırf Allah'a dayanıp güvenerek, insanların sözlerine, -Ebu Süfyan'ın elçisinin bildirdiği gibi- Kureyş'in toparlanmasıyla korkutmalarına ve münafıkların Kureyş'in yapacaklarını abartmalarına aldırmadan tekrar savaşa çıkışları kadar ifade gücüne sahip değildir:

"O kimseler ki insanlar kendilerine `Düşmanlarınız size saldırmak için yığınak yaptılar, onlardan korkmalısınız' dediklerinde bu sözden imanları daha güçlenerek `Allah bize yeter, O ne güzel vekildir' dediler."

Şu heybetli ve ürpertici tablo, bu büyük gerçeğin doğuşunun kesin bir ilânıdır... Bütün bunlar, Peygamberin hikmetli uygulamasının işaret ettiği bazı gerçeklerdir.

Bazı siret rivayetleri, bu yaralanma ve Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) çağrısına koşma olayını detaylı anlatmaktadırlar.

Muhammed bin İshak şöyle der: Bana Abdullah b. Harice b. Zeyd b. Sabit Hz. Osman'ın kızı Aişe'nin kölesi Ebu Saib'den anlattı; Resulullah'ın Beni Abdul Eşhel'den olan bir arkadaşı Uhud savaşını görmüş ve şöyle anlatmıştı: Ben ve kardeşim Resulullah'la birlikte Uhud'a katılmış ikimiz de yaralı geri dönmüştük. Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) müezzini düşmanı takibe çıkacağını duyurunca, kardeşime -belki de kendime- şöyle dedim: "Resulullah'la birlikte savaşa çıkmayı kaçıracak mıyız? Vallahi binecek bir hayvanımız olmadığı gibi ağır yaralıydık da. Buna rağmen Resulullah'la (salât ve selâm üzerine olsun) beraber çıktık. Benim yaralarım daha hafifti, kardeşim ağırlaşınca müslümanların konakladığı yere kadar onu sırtımda taşıdım."

İbn-i İshak şöyle der: Uhud savaşı Şevval ayının onbeşinde olmuştu, onaltıncı gecenin sabahında Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) müezzini halkı düşmanı takip etmeye çağırıyordu. Bu arada dün bizimle beraber olmayanlar bugün bize katılmasınlar diyordu. Bunun üzerine Cabir b. Abdullah b. Amr b. Haram, Resulullah'a gelerek şöyle dedi: Ya Resulullah, babam, aralarında bir erkek bırakmadan bu kadınları terk etmemiz ne sana ne de bana yakışmaz diyerek beni, yedi kız kardeşime bakmam için geride bıraktı. Ve bana "Resulullah'la birlikte savaşa çıkmaya seni kendime tercih etmem ve burada kardeşlerini koru" diyerek beni geri bıraktı. Ben de onlarla birlikte kaldım. Bunun üzerine Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) onun kendisiyle birlikte çıkmasına müsaade etti.

Allah'tan başka güvence tanımayan, O'ndan hoşnut olan, O'nunla yetinen, zorluk karşısında imanları artan ve insanların kendilerini düşmandan korkutmaları karşısında "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" diyen büyük ruhlarda bu büyük gerçeğin yer etmesi için işte böyle yardımlaştılar onlar.

Sonuç da, beklendiği ve sırf Allah'a dayanıp güvenen, O'nunla yetinen ve O'ndan başka herşeyden soyutlananlara Allah'ın vaadettiği gibi oldu:

"Bundan dolayı Allah'tan gelen nimet ve lütufla geri döndüler. Kendilerine hiçbir zarar dokunmadı. Allah'ın rızasına uydular."

Kurtuldular -hiç kötülük görmeden- Allah'ın hoşnutluğunu elde ettiler. Kurtuluş ve hoşnutlukla geri döndüler.

"...Allah'tan gelen bir nimet ve lütufla..."

İşte bu noktada ayet-i kerime onları bağışlar konusunda ilk sebebe döndürüyor: Allah'ın dilediğine, verdiği nimet ve bolluğa... Bu arada heybetli konumlarını da zikretmeyi ihmal etmiyor. Çünkü onlar bu konumlarıyla işi Allah'ın nimet ve fazlına döndürüyorlar. Zaten bu, her iyiliğin döndüğü büyük esastır. Onların bu konumları da bu sonsuz nimetin bir yönünü oluşturmaktadır.

"...Allah büyük lütuf sahibidir."

Bununla yüce Allah, bu durumlarını, bu konumlarını, ölümsüz kitabında ve evrenin her tarafında yankılanan kelamında tescil etmektedir. Kuşkusuz bu; harika bir tablo ve şerefli bir konumdur.

İnsan bu tabloya ve konuma bakınca bu cemaatin bünyesinin bir günle gece arasında tamamen değiştiğini, olgunlaştığını, durulduğunu, üzerinde bulundukları yerle mutmain olduklarını, düşüncelerindeki kapalılığı giderdiklerini, her işi ciddiyetle ele aldıklarını, daha dün saflarda ve düşüncelerde baş gösteren kararsızlık ve kargaşadan kurtulduklarını hissediyor. Oysa bu kitlenin dünkü konumlarıyla şimdiki konumları arasında sadece bir gece geçmişti. Fark ne kadar da büyük... Mesafe ne kadar da uzak!

Kuşkusuz acı tecrübeler, olayların şiddetle sarstığı ruhlara yapacağını yapmıştır. Kapalılık giderilmiş, kalpler uyandırılmış, ayaklar sabitleşmiş ve ruhlar azim ve kararlılıkla dolmuştur.

Evet... Acı imtihanlardaki Allah'ın lütfu son derece büyüktür.

Sonunda bu bölüm, korku, panik ve ümitsizliğin sebebini açıklayarak son bulmaktadır. Buna göre dostlarını korku ve dehşetin kaynağı kılan, onlara güç ve heybet görüntüsü kazandıran şeytandır. Bu yüzden müminin, şeytanın hîlesini bozması ve çabasını boşa çıkarması gerekmektedir. Öyleyse şu şeytanın dostlarından korkmamalıdırlar ve onlardan ürkmemelidirler. Yalnız ve yalnız Allah'tan korkmalıdırlar. Korkulması gereken, kuvvetli, güçlü ve Kahhar olan Omdur çünkü.

"O şeytan sizi yardakçıları ile korkutur. O halde eğer gerçekten mümin iseniz onlardan değil, benden korkunuz."

Dostlarının durumunu olduğundan büyük gösteren, onlara güç ve kuvvet kisvesi giydiren, kalplere onların güç ve iktidar sahibi oldukları, fayda ve zarar dokundurmaya güçleri yettiği duygusunu salan bizzat şeytandır. Bununla arzu ve amacını yerine getirmeyi, yeryüzünde kötülük ve bozgunculuğun gerçekleşmesini, başların kendi önünde eğilmesini, kalplerin kendisine uymasını, kendisine karşı bir itiraz sesinin yükselmemesini, kimsenin kendisine isyan edip şer ve bozgunculuktan alıkoymaya kalkışmayı düşünmemesini dilemektedir.

Şeytan, batılın yaygınlaşmasında, kötülüğün artmasında ve hiç kimsenin karşı duramayacağı, hiçbir savunmanın engelleyemeyeceği, hiçbir muhalifin yenemeyeceği şekilde; güçlü, kuvvetli, caydırıcı ve zorba olmasından yarar ummaktadır. Şeytan, işin böyle olmasında yarar ummaktadır. Çünkü O'nun dostları, korku ve endişe perdesi altında, terör ve zorbalığın gölgesinde, yeryüzünde onun direktiflerini uygulamaktadırlar. Böylece iyiliği kötülüğe, kötülüğü de iyiliğe çevirirler. Bozgunculuk, batıl ve sapıklığın yaygınlaşmasını sağlarlar. Hakk'ın, doğruluğun ve adaletin sesini gizlerler. Kendilerini yeryüzünde kötülüğün koruyucusu, iyiliğin katili tanrılar yerine koyarlar. Kimsenin kendisine isyan etmesine, karşı çıkmasına, önderlik makamından uzaklaştırmasına müsade etmezler. Hatta hiç kimsenin yaygınlaştırdıkları batılı küçümsemesine ve susturdukları Hakk'ı ortaya çıkarmasına bile göz yummazlar.

Hileci, aldatıcı ve hain şeytan, dostların arkasına gizlenir, vesvesesine râm edemediği kimselerin gönüllerine onlarla korku salar. İşte burada yüce Allah O'nun hile ve tuzaklarını, hiçbir kisvenin gizleyemeyeceği şekilde ortaya çıkarmakta ve ondan sakınabilmeleri için onun gerçek mahiyetini, hile ve tuzaklarının gerçek durumunu müminlere göstermektedir. O halde şeytanın dostlarından çekinmemelidirler ve onlardan korkmamalıdırlar. O ve dostları, Rabbine sığınan, O'nun gücüne dayanan müminin kendilerinden korkmayacağı kadar zayıftırlar. Kuşkusuz, korkulup endişe duyulacak tek güç, fayda ve zarar dokundurabilen güçtür. O da Allah'ın gücüdür. Allah'a iman edenler yalnızca O'nun gücünden korkarlar. Onlar sadece O'ndan korktukları sürece herkesten daha güçlü olurlar. Yeryüzünde hiçbir güç onların karşısında duramaz olur. Ne şeytanın ne de dostlarının gücü...

"...Müminseniz onlardan değil benden korkunuz"

Hiç yorum yok: