Ali İmran Suresi
EHLİ KİTABIN AMACI
Sonra ayetler ehl-i kitabın bu tartışmalar ve münakaşaların ardında neyi amaçladıklarını müslüman cemaate açıklıyor. Oyunlarıyla, tuzaklarıyla ve planlarıyla ehli kitabı, müslüman cemaatin göreceği biçimde karşısında oluyor. Onların arkasında gizlendikleri perdeleri yırtıyor. Onların bütün plânları ortaya çıkarılmış vaziyette müslüman cemaatin önüne çıkarıyor: 
69- Kitap ehlinden bir grup, sizi yoldan çıkarma sevdasına kapıldı. Oysa onlar sadece kendilerini yoldan çıkarırlar, ama bunun farkında değildirler.
70- Ey kitap ehli, niye göz göre göre Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorsunuz?
71- Ey kitap ehli, niye gerçeğin üzerine batılı örtüyor ve bile bile gerçeği saklıyorsunuz?
72- Kitap ehlinden bir grup dedi ki; `müminlere indirilen mesaja günün başlangıcında inanınız, fakat günün sonunda onu reddediniz, böylece belki onlar da inançlarından dönerler.
Ehli kitabın müslüman cemaate karşı içten beslediği kin, inançla ilgili bir kindi. Onlar bu ümmetin hidayete ermesinden hoşlanmıyorlardı. Güç, güven ve kesin inançla kendi özel inançlarına bağlanmalarını istemiyorlardı. Bu nedenle onları bu sistemden saptırmak ve bu yoldan alıkoymak için var güçleriyle çalışıyorlardı:
"Kitap ehlinden bir gurup, sizi yoldan çıkarma sevdasına kapıldı.."
Bu, gönül sevgisi, kalp isteği, her tuzağın, her aldatmanın her tartışmanın, her münakaşanın ve her şaşırtmanın arkasında yeralan heva ve hevesin kendisine koştuğu arzudur.
Kişisel arzulara, kin ve kötülüğe dayalı olan bu isteğin sapıklık olduğunda kuşku yoktur. Bu gibi kötü ve günahkâr arzulardan ne iyilik ne de doğruluk kaynaklanmaz. Onlar müslümanları sapıklığa iletmeyi arzu ettikleri andan itibaren kendilerini sapıklığa düşürüyorlar. Çünkü koyu sapıklığın içinde yüzen sapıklardan başkası doğru yolda olanları saptırmak istemez:
"Oysa onlar sadece kendilerini yoldan çıkarırlar, ama bunun farkında değildirler."
Müslümanlar kendi dinlerine bağlı kaldıkları sürece bu düşmanlarının hakkından gelirler ve onların müslümanlar üzerinde bir gücü de olmaz. Yüce Allah müslümanlar müslüman kaldığı sürece, düzenbazların düzenlerini kendilerinden savacağına ve düşmanlarının oyunlarını lehlerine çevireceğine söz vermiştir. Burada ehl-i kitap şüpheci ve kusur arayıcı tutumlarının gerçekliği ile azarlanmaktadır.
"Ey kitap ehli, niye göz göre göre Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorsunuz?"
"Ey kitap ehli, niye gerçeğin üzerine batılı örtüyor ve bile bile gerçeği saklıyorsunuz".
O gün ehl-i kitap gerçeğin bu dinde olduğuna şahitlik ettiği gibi bu günde aynı şahitliklerini sürdürmektedir. Bu gerçeği kitaplarındaki müjdeler ve işaretlerinden haberi olanlar da olmayanlar da kabul ediyordu. Hatta bunlardan haberi olan bazıları bu türden bilgilerini açıkça ifade ediyor, bir kısmı da kitaplarında gördükleri ve gözleriyle tanık oldukları gerçek karşısında müslüman oluyordu... Aslında ehl-i kitap İslâm'ın imana çağırdığını apaçık bir gerçek olarak görüyordu... Yalnız buna rağmen inkar ediyordu...Delil yetersizliğinden değil... İnkarlarının başlıca nedeni heva-heves, menfaat ve saptırmaydı. Halbuki Kur'an onlara "Ey kitap ehli!" diye hitap ediyordu. Zira bu sıfatın onları Allah'ın ayetlerine ve yeni kitabına yaklaştırması beklenirdi!
Sonra ayet ikinci defa onlara hitap ediyor... Bununla onların bilerek, kasıtlı ve amaçlı olarak gizleyip örtbas etmek ve batılın karanlığında kaybetmek için, hakk ile batılı karıştırmakla ne denli bir suç işlediklerini açığa çıkarıyor.
Yüce Allah'ın ehl-i kitabı kendisi yüzünden eleştirdiği o günkü eylemleri, onların bu güne kadar aynı çizgide izledikleri hareketlerdir. Tarih boyunca onların izledikleri yol bu olmuştur. Yahudiler ilk andan itibaren bu yolu izlediler. Sonra Hıristiyanlar onları takib etti!
Uzun asırlardan bu yana sürüp gelen İslâm kültürüne -ne acıdır ki- asırlarca süren çabalarla ancak ortaya çıkarılabilen gizli hilelere başvurdular!.. Bu kültürde baştan sona hakk ile batılı karıştırdılar. Allah'ın yüce keremine hamdolsun ki Allah'ın sonsuza dek korunmasını garanti ettiği Kur'an bunun dışında kaldı.
Yahudiler tarafından beslenen bu hain eller, İslâm tarihini, kahramanlarını ve tarihi olaylarını ters yüz ettiler. Aslı olmayan şeyler eklediler. Bununla da kalmayıp Peygamberin (salât ve selâm üzerine olsun) hadislerine el attılar. Cenabı Allah bu işin üstesinden gelecek din adamlarını bu işe yöneltti. İslâm bilginleri hadis namına ortaya atılan malzemeyi uzmanlıklarına dayanarak dikkatle ve özenle çalışmalar yaparak ve insanın beşerî gücünü aşanlar dışında hepsini yazdılar. Kur'an tefsirine de uzandılar. Onu o kadar karıştırdılar ki araştırıcılar bu konuda yol işaretlerine varamayacak gibi bir durumla karşı karşıya kaldı. Şahsiyetler üzerinde de bir takım plânlar yaptılar. Yüzlercesi, binlercesi İslâm kültürü aleyhinde kullanıldı. Bugün bu yöntemler hâlâ oryantalisler -Doğu bilimciler- tarafından icra edilmektedir. Ayrıca halkları, müslüman ülkelerde şu an düşünce önderliği makamlarını işgal edenler de oryantalistlerin öğrencileridir. Haçlılar ve Siyonistler tarafından üretilerek İslâm ümmetine kahraman diye lanse edilen onlarca şahsiyet ortaya çıkarılmıştır. Böylece bu düşmanların açıkça yapmayı başaramadığı hizmetleri İslâm düşmanlarına rahatlıkla takdim ettiler. Bu oyunlar hâlâ sürdürülmekte ve devam etmektedir. Bu planların etkisinden kurtulma ve korunmanın tek yolu, muhafaza altına alınan Kur'an'a sığınmak ve asırlarca süren savaşta istişare için O'na dönüş yapmaktır.
Aynı şekilde ehl-i kitaptan bir grubun müslüman cemaatı dininde kuşkuya düşürmek ve onu doğru yoldan alıkoymak için gerçekten çirkin bir tuzak yoluna başvurduklarını arzetmektedir.
"Kitap ehlinden bir grup dedi ki; `müminlere indirilen mesaja günün başlangıcında inanınız, fakat günün sonunda onu reddediniz; böylece belki onlar da inançlarından dönerler."
73- Aslında kendi dininize uyanlardan başkasına sakın inanmayınız: De ki; `Doğru yol yalnız Allah'ın gösterdiği yoldur: Onlar birbirlerine `Size verilen mesajın benzeri bir başkasına (peygambere) verildiği için ya da söyleyeceklerinizi, Rabbiniz katında size karşı delil olarak kullanırlar diye müslümanların dinlerine inanmayın' derler. De ki; `Lütuf, Allah'ın elindedir, onu dilediğine verir. Allah'ın lütfu geniştir ve O her şeyi bilir.'
Bu, belirttiğimiz gibi, gerçekten alçakça bir tuzak yoludur. Çünkü onların müslüman olduklarını söyleyip sonra dönüş yapmaları henüz dinlerïnin gerçekliği ve karakteri konusunda kesin bir kanaate varamamış bir takım akli ve psikolojik durumları zayıf insanları kuşkuya, çelişkiye düşürebilirdi. Özellikle ehl-i kitabın dinleri ve kitapları kendilerinden daha iyi bildiğini sanan ümmi Arapların üzerinde etkisini gösterebilirdi. Bunlar onların iman edip geri döndüklerini görünce, bunu onların bu dinde bir tutarsızlık ve eksiklik gördükleri sebebine bağlayabilirdi. İki yöneliş arasında şaşırıp dururlar ve böylece bir tavır üzere sebat etmeleri mümkün olmazdı. Evet bu düzenler, bu güne kadar aynen kullanıla gelmiştir. Her nesildeki insanların ve şartların gelişmelerine uygun olacak şekillerde sergilenmiştir.
Bugün İslâm düşmanları bu tezgahı maskelemekten umutlarını kestiler. Onun için İslâm'ın evrensel düşmanları daha değişik yollara başvurdular, fakat bu yolların hepsi söz konusu eski tezgahların temeline oturmaktadır. Bugün dış güçlerin, İslâm dünyasının her tarafında yerli işbirlikçilerden büyük bir ordusu vardır. Bunlar bazan öğretim üyeleri, filozoflar, doktorlar ve araştırmacılar, bazanda yazarlar, şairler, sanatçılar ve gazeteciler kılığında görev yapmakta ve müslümanların adlarını taşımaktadır. Çünkü müslüman bir aileden gelmektedirler. Yine onların bazısı müslümanların sözde "bilginler"indendir.
Yerli işbirlikçilerden oluşan bu ordu, çeşitli yöntemlerle gönüllerdeki inancı sarsmakla mükelleftir. Bunu; araştırma, bilim, edebiyat, sanat ve gazetecilik maskesi altında yapmaktadır. İmanın ilkelerini zayıflatmak asıl görevleridir. Onların görevi; hem inancın, hem şeriatın değerini düşürmek ve ilgisi olmayan te'vil ve yorumlara çekmektir. Şeriatın sürekli olarak "gericilik" olduğunu ileri sürmektir! Ondan kurtulmaya çağırmaktır! Ya onu hayattan çekerek ya da hayatı ondan uzaklaştırarak onu hayatın alanından dışarı çıkarmaktır. İnançtan gelen düşünceleri, yaklaşımları yok ederek onlarla çelişecek, düşünceler, ilkeler, kurallar üretmektir. İmana dayalı düşünceler ve ilkelerin zayıflatıldığı kadarıyla uydurma düşünceleri yaldızlı göstermektir. Şehevî arzuları çığırından çıkarmak, tertemiz inancın, üzerine bina edildiği ahlâk kurallarını çiğnemektir. Böylece alabïldiğine yaymaya çalıştıkları çirkefin içine onları sürüklemektir! Bunlar aynı zamanda nassları tahrif ettikleri gibi, tarihi de tümden karıştırıp tahrif ediyorlar!
Ve onlar yine de müslümandır! Nitekim müslümanların adlarını taşımıyorlar mı? Onlar bu müslüman isimlerle sabahleyin müslüman olduklarını ilan ediyorlar. Bu çirkin eylemleriyle de akşamleyin onu inkar ediyorlar. Onlar, bu iki görevleriyle önceki ehl-i kitabın görevini yapıyorlar. Bu eski görevde değişen tek şey şekil ve çerçeveden başka birşey değildir!
"Kitap ehlinden bir grup dedi ki: "Müminlere indirilen mesaja günün başlangıcında inanınız fakat günün sonunda onu reddediniz, böylece belki onlar da inançlarından dönerler."
"Aslında kendi dininizden uyanlardan başkasına sakın inanmayınız. De ki; Doğru yol yalnız Allah'ın gösterdiği yoldur. Onlar birbirlerine "Size verilen mesajın benzeri bir başkasına (peygambere) verildiği için ya da söyleyeceklerinizi, Rabbiniz katında size karşı delil olarak kullanırlar diye müslümanların dinlerine inanmayın" derler. De ki; Lütuf Allah'ın elindedir, onu dilediğine verir. Allah'ın lütfu geniştir ve O her şeyi bilir"
"İman" fiili "lâm" ile birlikte geçişli kılındığında kalb huzuru ve güven anlamına gelir. Yani sizin dininize uyandan başkasına güvenmeyin, ancak bunlara sırlarınızı verin, müslümanlara değil!
Bu gün de siyonizmin ve misyonerliğin ajanları kendi aralarında aynı şekilde hareket ediyorlar. Bu bir daha ele geçemeye bilecek fırsatta İslâm inancına var güçleriyle yükleniyorlar. Bu anlaşma, bir sözleşme ya da toplantı sonucu varılan bir anlaşma olmayabilir. Yalnız bu ajanın ajan ile efendi için istenen görevde anlaşmasıdır! Burada herkes birbirine güvenir ve birbirlerine açılır... Sonra onlar veya en azından bir kesimi isteklerinin ve plânlarının tersini dışa lanse ederler. Bu çalışmaları için zemin hazırlanır ve gerekli olan vasıtalar hizmetlerine sunulur. Bu dinin gerçekliğini kavrayanlar ise yeryüzünün her tarafında dışlanmış ve gözlerden uzak tutulmuştur!
"Aslında kendi dininize uyanlardan başkasına sakın inanmayın."
Burada yüce Allah peygamberine yalnız bu hidayetin Allah'ın hidayeti olduğunu, ona gelmeyenin hiçbir sistemde, hiçbir yolda asla hidayete ulaşamayacağını ilan etmesi için direktif veriyor:
"Doğru yol, yalnız Allah'ın gösterdiği yoldur"
Bu açıklama da onların şu sözlerini reddetmek üzere geliyor.
"Günün başlangıcında inanınız, fakat günün sonunda onu reddediniz, böylece belki onlarda inançlarından dönerler."
Böylece müslümanlar bu çirkin oyuna gelmekten sakındırılmış olmaktadır. Bu hükmü ile Allah'ın hidayeti dışına çıkmaktadır. Onun biricik hidayetinden başka hidayet yoktur. Bu söz konusu tezgahçıların da arzu ettiği sapıklık ve küfürden başka birşey değildir.
Ayrıca bu açıklama ehl-i kitabın sözleri tamamlanmadan önce verilmektedir. Bu ara açıklamadan sonra tekrar onların geri kalan komplolarını sunmaya devam etmektedir.
"Kendi dininize uyanlardan başkasına sakın inanmayınız." sözlerine bunu sebeb olarak gösteriyorlardı. Yani onları bu eyleme sürükleyen neden, Allah'ın herhangi bir kişiye ehl-i kitaba verdiği peygamberlik ve kitaptan bir pâyı vermesine duydukları kin, kıskançlık ve intikamdı. Müslümanların gönül huzuruna kavuşmaları ve ehl-i kitabın bu din hakkında bildiği, fakat inkar ettiği gerçeğe ulaşmaları endişesiydi. Müslümanların Allah katında kendilerine karşı kullanacağı delilin açığa çıkması korkusuydu. Sanki yüce Allah onları hiçbir delille hesaba çekmeyecek de yalnız bu delille hesaba çekecekti! Bunlar Allah'a ve O'nun sıfatlarına iman düşüncesinden, risaletlerin ve peygamberlik misyonunun gerçekliğini tanımaktan, iman ve itikad yükümlülüklerinden kaynaklanacak duygular olamazdı!
Ayet yüce Allah'ın bir ümmete peygamberlik misyonu ve peygamber ile bağışta bulunmasının ne denli büyük bir fazilet olduğunu onlara ve müslüman cemaate bildirmesi için aziz peygamberine direktif veriyor.
"Aslında kendi dininize uyanlardan başkasına sakın inanmayınız". De ki; "Doğru yol, yalnız Allah'ın gösterdiği yoldur". Onlar birbirlerine "Size verilen mesajın benzeri bir başkasına (peygambere) verildiği için ya da söyleyeceklerinizi, Rabbiniz katında size karşı delil olarak kullanırlar diye müslümanların dinlerine inanmayın" derler. De ki; "Lütuf Allah'ın elindedir. Onu dilediğine verir. Allah'ın lütfu geniştir ve O her şeyi bilir." 
74- O rahmetini dilediğinin tekeline verir. Hiç kuşkusuz Allah'ın lütfu büyüktür.
Allah'ın iradesi Risalet ve Kitab'ı, ehl-i kitaptan başkasına vermeyi diledi. Çünkü onlar Allah'a verdikleri sözde durmadılar. Babaları Hz. İbrahim'in antlaşmasını bozdular. Gerçeği bildikleri halde Onu batıl ile karıştırdılar. Allah'ın kendilerine bağışladığı emanetten uzaklaştılar. Kitaplarının hükümlerini ve dinlerinin yasalarını terk ettiler. Aralarında Allah'ın kitabını yürürlüğe koymaya yanaşmadılar. İnsanların liderliği Allah'ın sisteminden, kitabından ve mümin şahsiyetlerden uzaklaştı. Bu sırada liderlik Allah'ın bir fazileti ve nimeti olarak müslüman ümmete teslim edildi. Emanet ona verildi. "Allah Vasîdir, Alimdir, dilediğini rahmetiyle kuşatır" fazileti geniş olduğundan ve rahmetiyle kuşatıcı yerleri bildiğinden... Allah büyük fazilet sahibidir. Bir kitapta somutlaşan hidayet, bir peygamberlikte somutlaşan iyilik ve bir peygamberde somutlaşan rahmet ile bir ümmete yapılan iyilikten daha büyük bir fazilet olamaz. Müslümanlar bu müjdeyi duyduklarında Allah'ın kendilerini seçip bu fazileti, onlara özgü kılmasıyla elde ettikleri, nimetin kapsamını ve bağışın değerini idrak ediyorlardı. Ona tüm içtenlikleri ve arzularıyla yapışıyor, azimle sağlam bir biçimde ona sarılıyorlardı. Bütün dirençleri ve kesin inançlarıyla onu savunuyorlardı. Oyun tezgahlayanların tuzaklarına, kindarların kinlerine karşı uyanık davranıyorlardı. İşte Kur'an-ı Kerim'in "Zikri Hakim"in kendilerini eğitme yoluda buydu ve bu uygulama aynı zamanda her nesilde müslüman ümmetin eğitim ve yönlendirmesinin özünü oluşturur. 
75- Kitap ehlinden öylesi var ki, yanına yüklü bir emanet bıraksan onu sana geri verir, buna karşılık öylesi var ki, eğer ona bir dinarcık emanet versen, sürekli tepesinde dikilmedikçe onu sana geri vermez. `Ümmilere (kendi dinimizden olmayanlara) karşı hiçbir sorumluluğumuz yoktur' dedikleri için böyle davrananlar, böyle bile bile Allah adına yalan söylerler.
76- Hayır, öyle değil Kim sözünü yerine getirir ve günahtan sakınırsa bilsin ki Allah kesinlikle takva sahiplerini sever.
77- Allah'a verdikleri sözü ve yeminleri birkaç para karşılığında satanlar var ya, onların ahirette hiçbir payları olmaz. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmaz, taraflarına bakmaz ve kendilerini günahlardan arındırmaz; onları acıklı bir azap beklemektedir.
EHL-İ KİTAPTAN İKİ ÖRNEK
Sonra ayetler ehl-i kitabın durumunu açıklamaya devam ediyor, eksiklerini açıklıyor. Müslümanların dini olan İslam'ın üzerinde kurulacağı, sağlam değerleri belirtiyor. Ehl-i kitabın uygulamaları ve sözleşmeleriyle ilişkin örneklerden ikisini vererek başlıyor:
Bu, Kur'an-ı Kerim'in o zamanki müslüman cemaate karşı koyan ehl-i kitabın durumunu tasvir ederken izlemiş olduğu hakk, ve adaleti gözeten çizgisidir. Burada hile ve aldatmaya yer yoktur. Kur'an'ın belirttiği bu çizgi kuşkusuz ehli kitabın nesiller boyunca ortak özelliğidir. Bununla beraber ehl-i kitabın İslâm'a ve müslümanlara düşmanlığı, çirkin hile oyun ve tuzakları tezgahlamaları müslüman cemaate ve bu dine kötülük etme istekleri bunların hepsi Kur'an'ın onlardan iyilik sahiplerini, tartışma ve karşı koyma sadedinde bile, görmezlikten gelmesine neden olmuyor. Bu ortamda bile Kur'an, ehl-i kitaptan güvenilir. İnsanların da bulunduğunu, onların ne kadar cazip ve aldatıcı olursa olsun kimsenin hakkını yemediklerini belirtir:
"Kitap ehlinden öylesi var ki, yanına yüklü bir emanet bıraksan onu sana geri verir."
Onlardan hain, mal ve borcunu ödemede oyalayıcı olanlarda vardır. Az da olsa istemeden, üzerine düşmeden, tepesine dikilmeden bir hakkı geri ödemezler. Birde bu çirkin huylarını bile bile, kasıtlı olarak Allah adına yalan uydurmak sûretiyle temellendirmeye çalışırlar:
"Kitap ehlinden öylesi var ki yanına yüklü emanet bıraksan onu sana geri verir, buna karşılık öylesi var ki, eğer ona bir dinarcık emanet versen, sürekli tepesinde dikilmedikçe onu sana geri vermez. "Ümmilere (kendi dininizden olmayanlara) karşı hiçbir sorumluluğunuz yoktur" dedikleri için böyle davranırlar, böylece bile bile Allah adına yalan söylerler."
Bu, özellikle yahudilerin bir karakteridir. Bu görüşü ileri sürenler onlardır. Onlar değişik ahlâk ilkeleri belirlemişlerdir: Emanet anlayışı yahudi ile yahudi arasında geçerlidir. Ümmi diye adlandırdıkları ve bununlada Arapları kastettikleri (Aslında onlar bununla yahudi olmayan herkesi kastederler) Yahudi olmayanlara gelince, Yahudilerin; onların mallarını alması, onları aldatmaları, oyuna getirmeleri, gözlerini boyamaları gayri meşru vasıtalarla çirkin yöntemlerle onları sömürmeleri hiç de sakıncalı değildir!
Ne enteresandır ki onlar kendi ilahları ve dinlerinin bunu emrettiğine inanmaktadırlar. Halbuki onlar bunun yalan olduğunu biliyorlar. Allah'ın kötülükleri emretmeyeceğini insanlardan bir topluluğun başka bir topluluğun mallarını haram yollarla uydurma bahanelerle yemesini helal kılmayacağını gayet iyi biliyorlardı. Ayrıca birbirlerine karşı hiçbir sözleşme ve antlaşmaya bağlı kalmamalarını çirkin görmeyip sıkılmadan onlara dilediklerini yapmalarına müsaade etmeyeceğini biliyorlardı. Fakat bunlar yahudiydi. İnsanlığa düşmanlığı ve onlara kin beslemeyi bir karekter ve din haline getiren yahudi...
"Onlar Allah adına yalan söylüyorlar."
Burada Kur'an-ı Kerim, kendisinin ahlâk ilkesini ve biricik ahlakî kriterini anlayışını, Allah'a ve O'nun takvasına bağlıyor.
"Hayır, öyle değil. Kim sözünü yerine getirir ve günahtan sakınırsa bilsin ki Allah kesinlikle takva sahiplerini sever."
"Allah'a verdikleri sözü ve yeminlerini birkaç para karşılığında satanlar varya, onların Ahirette hiçbir payları olmaz; Kıyamet günü Allah onlarla konuşmaz, taraflarına bakmaz ve kendilerini günahlardan arındırmaz; onları acıklı bir azap beklemektedir."
Bu değişmez bir ilkedir. Kim Allah'a verilen söze bağlı kalır ve takvasının bilincine varma niyetiyle bu ilkeye uyarsa, Allah onu sever ve ikramda bulunur. Kim de Allah'a verilen sözü ve yeminlerini bu dünya hayatının mallarından ya da bütünü ile az bir pahadan ibaret olan dünya değerlerinden ucuza satarsa ahirette onun hiçbir payı kalmaz. Allah katında ne korunması, ne kabul edilmesi, ne arınması ne de temizlenmesi söz konusudur. Acıklı bir azaptan başka hiçbir payı yoktur onun. Burada, verilen söze bağlılığın, takva ile ilgili olduğuna işaret etmeliyiz. Bu nedenle bu husus dost ya da düşman ile ilişkilerde değişmez. Burada söz konusu olan kişinin şahsi çıkarı değildir. Sürekli olarak Allah ile ilişkidir burada söz konusu olan. Kiminle ilişki kurulduğu önemli değildir.
Bu ilke aynı zamanda İslâm ahlâkının genel karakteridir. Verilen söze bağlılıkta olsun diğer konularda olsun fark etmez; ilişki her şeyden önce Allah ile ilişkidir. Bu ilişkide Allah'ın rızası düşünülür, O'nun öfkesinden sakınılır, rızası elde edilmeye çalışılır. Ahlâkın temeli menfaat değildir. Toplumun anlayışı da değildir. Yürürlükteki şartların gereği hiç değildir. Çünkü toplum da sapıtabilir, doğru yoldan ayrılabilir. Yanlış değerler toplumda revaç bulabilir. Buna göre bireyin kendisine dayandığı gibi toplumunda kendisine dayanması ve cemiyette değişmez değerlerin olması gerekir. Sonra bu değerlerin, değişmezliğinin yanında daha yüce bir kaynaktan gelmeleri lâzımdır. İnsanların seviyelerinden ve değişmekte olan hayat şartlarından daha yüce bir kaynaktan alınmalıdır. Onun içindir ki, değerlerin ve ilkelerin Allah'tan alınması gerekir. Allah'ın razı olduğu ahlâkın benimsenmesi, onun rızasını elde etme çabası ve takva bilincine varma temeline oturmalıdır. İşte İslâm bununla insanlığın sürekli olarak yeryüzü değerlerinden daha yüce değerlere yükselmesini, bu üstün, yüce, değişmez ufuktan değer yargılarını ve ilkelerini almasını garanti etmektedir.
Onun içindir ki, verilen sözde durmayanlar ve emanete hıyanet edenler "Allah'a verilen sözü ve kendi yeminlerini az bir pahaya satanlar" diye nitelendirilmiştir. Burada, onlar ile Allah arasındaki ilişki, onlarla insanlar arasındaki ilişkiden önce gelmektedir... Onun içindir ki, şu kadarcık dünya menfaatlerinden oluşan az bir paha karşısında verilen söze ihanet edip, onu bozduklarında, ahirette Allah katında hiçbir payları kalmaz! Dünyada verdiği sözü -bu verilen söz insanlarla yaptıkları sözleşmedir- bozmuş olmalarının karşılığı olarak Allah onları ahirette korumayacaktır.
Burada Kur'an'ın, ifade biçiminde tasvir yolunu kullandığını görüyoruz. Allah'ın onları ihmal etmesi ve onları korumaması Allah'ın onlarla konuşmaması, onlara bakmaması ve onları arındırmaması şeklinde ifade ediliyor. Bunlar, ihmalin, insanların görebildiği başlıca belirtileridir. Onun için Kur'an, insanın vicdanı üzerinde soyut ifadenin etkisinden daha derin etki yapacağından, durumu canlı bir biçimde tasvir etmeye başvuruyor. Kur'an bu yöntemle daha derin ve engin boyutlara ulaşabilmektedir.
 
 
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder