BESMELE

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيمِ

11 Temmuz 2009 Cumartesi

FAİZ DÜZENİ

Bakara Suresi

FAİZ DÜZENİ

Geçen bölümde ilkeleri sunulan sadakanın karşısında yeralan bir diğer uygulama da çirkin ve asık suratlı faiz uygulamasıdır. Sadaka vermek; hoşgörü, arınma, temizlik, yardımlaşma ve dayanışmadır. Faiz ise; cimrilik, murdarlık, kirlilik, bencillik ve bireyselliktir.

Sadaka; malın geri gelmesini beklemeksizin karşılıksız yapılan yardımdır. Faiz ise borcun yanında, borçlunun emeğinden veya etinden koparılan haram bir fazlalıktır. Borçlanan kişi malı çalıştırıp kâr etmişse bu onun çalışmasının ve emeğinin karşılığıdır, dolayısıyla alınan faiz onun emeğinden koparılmış demektir. Veya kâr etmeyip zarar etmişse ya da malı kendisi ve ailesinin nafakası için almış dolayısıyla o maldan bir kâr edememişse bu durumda alınan faiz onun etinden koparılmış demektir. İşte bu yüzden faiz, sadakanın karşıtı çirkin ve asık suratlı bir uygulama olarak beliriyor.

Bunun için Ayet-i Kerime iyi, hoşgörülü, temiz, güzel ve sevimli uygulamadan hemen sonra içindeki pislik ve çirkinliği, insan kalbini katılaştırmasını, toplumda kötülük yapmasını, yeryüzünde bozgunculuğa neden olmasını, dolayısıyla kulların helâk olmasını ortaya çıkaran nefret ettirici bir tarzda sunuyor.

İslâm, cahiliye geleneklerinden hiçbirini geçersiz kılmak için faizi kaldırmak kadar uğraşmamış, hiçbir konuda bu ayette ve başka yerlerde geçen ayetlerde görüldüğü gibi faiz konusundaki kadar tehditkâr bir üslup kullanmamıştır. Bunun hikmetini kuşkusuz yüce Allah bilir. Cahiliyede faiz, birtakım fesat ve kötülüklerin kaynağı olmuştu. Ancak faizin bu asık yüzünden kaynaklanan pislikler ve çirkinlikler günümüz modern dünyasında olduğu kadar bütünüyle ortaya çıkmadıkları gibi bugünkü çağdaş toplumda belirdiği gibi bu kanlı yüzde bu denli sivilce ve çıban da görülmemişti. Bu çirkin düzen hakkında okuduğumuz Ayet-i Kerimede beliren korkutucu hamlenin hikmeti ilk cahiliyeden çok, günümüz cahiliyesinde insan hayatında meydana gelen korkunç olayların ışığında anlaşılmaktadır. Allah'ın hikmetini, bu dinin yüceliğini, bu metodun mükemmelliğini ve bu düzenin titizliğini düşünmek isteyen herkes bunların tümünü, ilk defa bu ayetlerle yüzyüze gelenlerden fazlasıyla kavrayabilirler. Çünkü bütün söylenenleri bizzat doğrulayan dünyanın pratiği gözler önündedir. Faiz yiyen ve faize dayanan sapık beşeri faiz düzeni insan ahlâkında, dininde, sağlığında ve ekonomisinde meydana getirdiği yıkım sonucu, helâk edici ve mahvedici belaya duçar olmuştur. Fert, toplum, ulus ve kavimce, sonuçta öç ve azap gördükleri yüce Allah'la gerçek bir savaşa tutuşmuşlardır. Ancak yine de ibret alıp bu durumdan kurtulmazlar.

Surenin akışı, geçen bölümde sadakanın prensiplerini sunarken, kötü, kınanmış ve verimsiz faizcilik temeline dayanan düzenin karşısında yeralan, yüce Allah'ın müslüman toplumun dayanmasını istediği ve bütün beşeriyetin ondaki rahmetten yararlanmasını dilediği toplumsal ve ekonomik düzenin kurallarından birini de sunmaktadır.

Gerçekte yeryüzünde iki düzen vardır. Düşüncede buluşmayan, temelde birleşmeyen ve sonuçta uyuşmayan İslâm ile faiz düzeni... Bunlardan herbiri hayat, hedefler ve gayeler hakkında diğeri ile tamamen çelişen bir düşünce sistemine dayanmakta ve insan hayatında diğerinden tamamen ayrı sonuç meydana getirmektedir. Bu korkutucu hamlenin ve bu ürpertici tehdidin sebebi budur.

İslâm, ekonomik düzenini, bütün hayat düzenini olduğu gibi varlık aleminde yürürlükte olan hakkı temsil eden belli bir düşünceye ve bu evreni, şu yeryüzünü ve insanı yaratanın, kısacası her varlığa varlığını bağışlayanın yüce Allah olduğu esasına dayandırmaktadır.

Herşeyi vareden olması hasebiyle herşeyin maliki olan yüce Allah, insan cinsini yeryüzünde halifesi kılmış, ondan aldığı bir söze ve şarta bağlı olarak, onu rızık, kuvvet, güç ve enerji kaynakları bahşettiği yeryüzüne yerleştirmiştir. Ancak bu geniş mülkü içinde dilediğini dilediği gibi yapacak şekilde başıboş bırakmamıştır. Onu açık sunuşlar dahilinde Allah'ın metodu ve yalnızca O'nun şeriatına bağlı kalmak şartıyla halife tayin etmiştir. Kendisinden sadır olan akitler, işler, davranışlar, ahlâk ve ibadetler bu anlaşmaya uygun olduğu sürece doğru ve geçerli olurlar. Bu anlaşmanın şartlarına uymayan herşey batıl ve geçersizdir. Bunu güç ve zor kullanarak yürürlüğe koymak isterse bu durumda ne Allah'ın ne de Allah'a iman edenlerin kabul etmeyeceği bir zulüm ve azgınlık sergilemiş olur. Bütün evrende olduğu gibi yeryüzünde de hakimiyet yalnız ve yalnız Allah'ındır. Yöneten ve yönetileni ile bütün insanlar O'nun şeriatını ve metodunu uygulama yetkisini O'ndan alırlar. Hiç kimse bunun dışına çıkamaz. Çünkü onlar, yeryüzünde bir şart ve sözleşme gereğince halife kılınmış vekillerdir; ellerindeki rızıkların yaratıcı sahipleri değil...

Bu sözleşmenin maddelerinden biri de, bazısının bazısına dost olması için Allah'a iman edenlerin arasında yardımlaşmanın oluşması ve Allah'ın verdiği rızıktan bu yardımlaşma uyarınca yararlanmasıdır. Ancak, Marksistlerin dediği gibi mutlak ortaklık anlamında değil; sınırlı, ferdi mülkiyet esasına göre yüce Allah'ın geniş lütfundan yararlandırdığı kişinin bu genişlikten rızkını temin etmesi kadar başkasını yararlandırması anlamında... Bununla beraber, daha önce belirttiğimiz gibi hiç kimsenin, gücü yettiği halde kardeşine veya topluma yük olmaması için herkesin gücü ve yeteneğine göre yüce Allah'ın müyesser kıldığı oranda çalışması zorunludur. Bunun için zekat, miktarı belli bir farz kılındığı halde, sadaka, hiçbir sınırlama getirilmeden isteğe bırakılmıştır.

Ayrıca, iman edenlerin davranışlarında denge ve itidal gözetmeleri, gerek Allah'ın kendilerine verdiği rızıktan infak ederken, gerekse kendilerine helâl kılınan güzel şeylerden yararlanırken israf ve savurganlığa kaçmamaları şart koşulmaktadır. Böylece tüketim ihtiyaçları denge unsuruyla sınırlandırılmış, geri kalan fazlalık ise zekat farizası ve isteğe bağlı sadakaya bırakılmış olur. Bunun için müminlerden, özellikle mallarını arttırıp çoğaltmaları istenmektedir.

Aynı zamanda mallarını arttırırken başkalarına zarar vermeyecek araçlara başvurup malın akışına engel olmamaları, kullar arasında rızkın dolaşımını ve "Sizden zengin olanlar arasında elden ele dolaşan bir imtiyaz olmaması için`.." (Haşr Suresi, 7) malın her tarafa yaygınlaşmasını aksatmamaları da şart koşulmaktadır.

İslâm, niyet ve amelde temizliği, araç ve amaçlarda nezafeti gerekli kılarken, bireyin vicdanını ve ahlâkını, toplumun da hayatını ve varlığını rencide etmeyecek kazanç yollarına başvurmaları için malın artmasına da bir kayıt koymaktadır.·

İslâm bütün bunları, evrenin pratiğindeki gerçeği temsil eden düşünce ile halife kılınmış insanın şu geniş mülkteki tüm uygulamalarına egemen, istihfal (halife kılınma) sözleşmesi esasına dayandırmaktadır.

Bu yüzden faiz, öncelikle mutlak imani düşüncenin kurallarıyla çatışan ve içinde Allah'ın şeriatı gözetilmeyen, başka bir düşünce sistemine dayanan bir düzendir. Bunun için faiz düzeninde yüce Allah'ın beşer hayatının dayanmasını istediği ilkelere, amaçlara ve ahlâk kurallarına uyma sözkonusu değildir.

Öncelikle bu düzen, Allah'ın iradesiyle beşer hayatı arasında hiçbir ilişki olmadığı, herşeyden önce insanın yeryüzünün efendisi olduğu, Allah tarafından bir sözleşmeye bağlı olmadığı gibi onun buyruklarına da uyması gerekmediği esasına dayanmaktadır.

Sonra birey, malı elde etmek için dilediği araca ve malını geliştirmek için dilediği yola başvurmakta özgür olduğu gibi malından dilediği gibi yararlanmakta da özgürdür. Bu konularda ne Allah'tan bir sözleşme veya şarta uymak zorundadır ne de başkalarının yararı onu sınırlandırabilir. Bunun için, yapabildiği kadar kasasına ve servetine eklemede bulunduktan sonra, milyonlar ezilmiş, önemli değildir. Kuşkusuz, bazan insanların koyduğu kanunlar kâr hırsını sınırlandırmak ve hile, makam, gasp, talan, aldatma ve zarar vermeyi engellemek gibi bu özgürlüğe sınırlı oranda müdahale ederler. Ancak bu müdahale daha çok insanların nefislerinin uyuştuğu ve hevalarının sevkettiği sonuca yönelik olur, yoksa ilahi bir otoritenin koyduğu değişmez prensiple herhangi bir ilişkisi sözkonusu değildir.

Ayrıca bu düzen, insan varlığının tek gayesinin ne suretle olursa olsun ma' kazanmak ve dilediği gibi maldan yararlanmak olduğuna ilişkin hatalı ve ifsat edici bir düşünceye dayanmaktadır. Bu yüzden insan, mal biriktirmek ve ondan yararlanmak hususunda azgınlaşır ve yoluna konulan tüm prensipleri ve başkalarının menfaatlerini çiğner geçer.

Sonuçta beşeriyeti yokluğa sürükleyen bir düzen oluşmakta, bir avuç faizcinin menfaati uğruna, fert, toplum, devlet ve halkların hayatında bedbahtlık egemen olmakta, ahlâki, ruhsal ve sinirsel çöküntü baş göstermekte ve malın el değiştirmesi ile beşeri ekonominin normal gelişmesi bozulmaya yüz tutmaktadır. Sonunda modern çağda olduğu gibi, beşeriyet üzerindeki gerçek otorite ve pratik nüfuz, Allah'ın yarattıklarının en alçağı, en kötüsü, insanlar arasında hiçbir dostluğa ve sözleşmeye itibar etmeyen küçük bir azınlığın elinde toplanır. Bunlar, insanları, fert fert olduğu kadar -ülke içinde ve dışında- hükümetler ve halkları düzeyinde de borçlandırırlar. Böylece hiçbir çaba sarf etmeden, faiz kârıyla bütün insanların çalışmalarının karşılığını, emeklerini, alın terlerini ve kanlarını sömürürler.

Bunlar, sadece mala hükmetmezler, bu arada otoriteyi de ellerinde bulundururlar. Her ne kadar belli i:keleri, ahlâk kuralları ve mutlak anlamda dini veya ahlâki bir düşünceleri olmasa da, dinler, ahlâk kuralları, idealler ve ilkelerle alay ettikleri için daha fazla sömürmelerini sağlayan sistem, düşünce ve yasaları koymak için bu korkunç otoriteyi kullanarak ihtiraslarını dindirmek ve kötü emellerine ulaşmaktan geri kalmazlar. Bunun için de en yakın araç; insanların ahlâken çökertilmesi ve kurulmuş tuzaklara ve şebekelere kaptırmak suretiyle birçoklarının sahip oldukları son parayı da harcadıkları zevk ve şehvetlerden oluşan kokuşmuş bataklığa düşürülmesidir. Bunu da dünya ekonomi piyasasına kendi sınırlı menfaatleri doğrultusunda hükmederek yürütürler. Her ne zaman bu durum, dünya ekonomisinde konjöktürel krizlere yol açarsa ve bütün insanların ortak yararları olan sanayi ve ekonomik ürünlerde bozulmaya sebep olsa, sorun, uluslararası servetin iplerini ellerinde bulunduran faizci para babalarının yararına göre çözümlenir.

Modern çağda beliren en büyük felaket; -ki cahiliye döneminde bu kadar çirkin bir konumda değildi- eskiden bankerler, borsalar günümüzde de çağdaş bankaların kurumları şahsında temsil edilen faizcilerin, ellerindeki uluslararası baskı gereçlerinin içinde ve dışında gizli bulunan korkunç otorite ve sahip oldukları gazete, kitap, üniversiteler, hocalar, yayın araçları, sinema filmleri gibi propaganda ve reklam araçları vasıtası ile faiz düzeninin gölgesinde faizcilerin, kemiklerini ve etlerini yediği, alın terlerini ve kanlarını emdiği fakir halk yığınları arasında faizin tabii ve akla uygun olduğu, ekonomik büyüme için kendisinden başka esas bulunmayan en doğru esas olduğu ve batıdaki uygarlık alanındaki bu ilerlemenin, bu düzenin iyiliği ve bereketiyle olduğuna ilişkin zehirli, pis fikirlerin genel bir kabul görmesidir. Buna göre, bu düzenin ortadan kalkmasını isteyenler, gerçeklerle ilgisi bulunmayan ütopyacılardır. Bunlar bu görüşleriyle pratikte hiçbir değeri bulunmayan soyut, ahlâki teorilere ve ütopik ideallere dayanmaktadırlar. Şayet müdahale etmelerine müsamaha edilecek olursa ekonomik düzen altüst olacaktır! Bunun için faiz düzenini eleştirenler,gerçekte bu düzenin kurbanı, zavallı halk yığınları tarafından alaya alınırlar. Bu kurbanların durumu olağandışı bir akımın meydana gelmesiyle uluslararası faizcilerin sinirlerinin gerilmesine neden olan dünya ekonomisinin durumu gibidir. Bir avuç kurdun yoluna dikilecek her örgütlü ekonomik hareket bu faizcilerin karşı çıkmalarına sebep olur. Ve giderek, insanlığın yararına olan bu hareket onlar tarafından da dışlanır.

Faiz düzeni ekonomi açısından da kusurlu bir düzendir. Kötülükleri; bizzat onun gölgesinde büyüyen, akıllarını ve kültürlerini, kültür, düşünce ve ahlâkın tüm alanlarına zehir saçan bu düzenden beslenen Batılı bazı ekonomi uzmanlarının dikkatini çekecek boyutlara ulaşmıştır. Salt ekonomik açıdan bile bu düzeni kusurlu bulanların başında Alman Raich bankasının eski müdürü Dr. Schacht gelmektedir. 1953 yılında Şam'da verdiği bir konferansta; "Sonsuz bir matematiksel işlem olarak yeryüzündeki bütün malların çok az sayıdaki faizcinin elinde toplandığı bir gerçektir. Çünkü borçlanan kâr da etse, zarar da etse borç veren faizci, bütün işlemlerde kâr etmektedir. Bu nedenle, sonuçta, matematiksel bir işlem olarak bütün malların sürekli kâr edene dönmesi kaçınılmazdır." diyordu.

Bu kuram gerçekleşmek üzeredir. Çünkü yeryüzündeki malların büyük çoğunluğuna gerçek anlamda birkaç bin kişi sahip bulunmaktadır. Geriye kalan mülk sahipleri, bankalara borçlanan sanayiciler, işçiler ve benzerleri ise mal sahipleri adına çalışan ücretliler olup emeklerinin karşılığı bu birkaç bin kişi tarafından devşirilmektedir.

Faizin cinayetleri bununla bitmez. Bir kere faiz temeline dayanan ekonomik düzen, mal sahipleri ile çalışanların, sanayi ve ticaret alanındaki ilişkilerini kumar ve sürekli didişmeye dönüştürür. Çünkü faizci, daha çok kâr etmek için çalışır. Bu yüzden, sanayi ve ticaret alanında ihtiyacı arttırmak ve kâr haddini yükseltmek için piyasadan parayı çeker, sanayi ve ticaret alanında çalışanların parayı bu şekilde kullanmanın hiçbir kâr getirmediğini, ne bir kâr ne de artış sağlamadığını kavramalarına kadar fiyatlar yükselmeye devam eder. Bu esnada, milyonlarca kişinin çalıştığı bu alanlarda kullanılan paranın hacmini kısma yönüne gidilir. Fabrikalar darboğaza girer, ardından üretimi düşürme yoluna giderler. İşten çıkarmalar baş gösterir ve alım gücü düşer. İş bu noktaya gelip faizciler mala karşı talebin azaldığını ya da durduğunu görünce zorunlu olarak kâr haddini düşürürler. Sanayi ve ticaretle uğraşanlar yeniden etraflarına üşüşmeye başlar. Artık hayat bolluk içinde geçmektedir... Böylece uluslararası ekonomi piyasasında konjöktürel krizler meydana getirilerek insanlar sürü gibi oradan buraya sürülüp dururlar.

Sonra, sanayici ve tüccarlar borçlandıkları paranın faizini tüketicilerin cebinden verdiklerinden bütün tüketiciler dolaylı olarak faizcilere vergi ödemiş oluyorlar. Çünkü onlar, tüketim mallarının fiyatını yükseltmekte ve sonuçta faizcilerin cebine girecek borç yükünü daima halklarının omuzuna bindirmektedir. Hükümetlerin kalkınma ve bayındırlık faaliyetlerine girişmek için hazineden aldıkları borçların faizini vatandaşlar ödemektedirler. Çünkü bu hükümetler borçla birlikte faizini de kapatmak için değişik vergiler çıkarmak zorunda kalırlar. Böylece tüm fertler bu kısır döngünün sonunda faizcilere verilen haracın ödenmesine katılmış olurlar. İşin bu aşamada kalması ve borçların sonunda sömürgeciliğe yolaçmaması pek az görülmüştür. Üstelik sömürü yüzünden birçok savaşlar meydana gelmiştir.

Biz burada -Kur'an'ın gölgesinde- faiz düzeninin bütün kusurlarını anlatacak değiliz. Bu, bağımsız bir araştırmanın konusu olacak bir alandır. Ancak müslüman olmak isteyenleri, İslâm'ın iğrenç faiz düzenini yasaklaması konusunda temel bazı gerçeklerden haberdar ederek yaptığımız açıklamayla yetinmeye çalışacağız:

1- Ruhlarda iyice yeretmesi gereken birinci gerçek; İslâm ile faiz düzeninin birarada bulunamayacağı gerçeğidir. Bunun dışında gerek din adamlarından gerekse başkalarından fetva sahiplerinin söylediği tüm sözler yalandır, aldatmadır. Daha önce de değindiğimiz gibi İslâm düşüncesinin temeli ve insanların hayatlarında, düşüncelerinde ve ahlâklarında gösterilen pratik sonuçları, faiz düzeniyle bizzat çarpışmaktadır.

2- İkincisi; faiz düzeninin sırf, imanları, ahlâkları ve hayat görüşleri için değil, insanların ekonomi ve iş hayatları için de bir yıkım olduğu, insanların saadetini yok ettiği, genel ekonomik gelişme için uygun bir düzenmiş gibi gösteren, aldatıcı ve yaldızlı görünümüne rağmen insanlığın dengeli büyümesini dumura uğrattığı gerçeğidir.

3- Üçüncüsü; İslâm'da ahlâki düzen ile uygulanan pratik düzenin birbirine tamamen bağlı oldukları, insanın bütün davranışlarında hilafet sözleşmesi ve şartına bağlı olduğu, hayatı boyunca sergilediği tüm yeteneklerinden dolayı denendiğinin ve sınandığının, ahirette de bunlardan hesaba çekileceğinin farkında olduğu ortadadır. Biri ahlâki diğeri pratik olmak üzere iki ayrı düzenin bulunmadığı, insanın tüm davranışlarını her ikisini birlikte oluşturduğu, her ikisinin de iyiliğine sevap, günahına azapla karşılık verilecek ibadetin kapsamına girdiği, başarılı İslâm ekonomisinin ahlâksız olamayacağı, ahlâktan da vazgeçildiği zaman, insanların pratik hayatlarının başarıya ulaşmasının mümkün olamayacağı aslî bir unsur olduğu gerçeğidir.

4- Dördüncü olarak; faiz düzeninin kişinin vicdanını, ahlâkım, toplum içinde kardeşine yönelik düşüncesini ve genel anlamda, kötülük, ihtiras, bencillik, aldatma ve kumar ruhunu yaymak suretiyle toplum hayatını ve sahip olduğu değerleri bozmadıkça yerleşmeyeceği gerçeğidir. Modern çağda ise sermayeyi en aşağılık sömürü yöntemlerine yönelten başlıca etken sayılmaktadır faiz. Faizle borçlanan sermaye hem faizini ödemek hem de borçlarını yararlandırmak için kârını garantiye almak zorundadır. Bu yüzden açık saçık filmler, gazeteler, oyun ve eğlence yerleri, beyaz kadın ticareti gibi insanlarda ahlâki çöküntü meydana getiren söz ve yönlendirmelerle doğrudan sömürüye başvurmaktadır. Faizle borçlanan sermayenin derdi insanlık yararına girişimlerde bulunmak değildir. Onun derdi en alçak huyları, en iğrenç eğilimleri kullanarak sömürü şeklinde de olsa kâr etmektir... Yeryüzünün her köşesinde görülen manzara budur. Bunun başlıca sebebi de faizci düzendir.

5- Beşinci olarak, İslâm'ın mükemmel bir hayat düzeni olduğu gerçeğidir. Çünkü O faizle işlem görmeyi yasaklarken düzenini de bunu gerektirmeyecek esaslar üzerine kurmakta ve ekonomi, toplum ve insanlığın düzenli bir şekilde gelişmesini engellemeden toplumsal hayatın diğer yönlerini de bu tür bir muameleyi gerektirmeyecek şekilde arındırarak düzenlemektedir.

6- Altıncı olarak; İslâm'ın, hayatı kendi düşüncesi ve özel metodu uyarınca düzenleme imkanı bulduğunda, faiz işlemlerini ortadan kaldırırken çağdaş ekonomik hayatın tabii ve sağlıklı gelişmesi için gerekli olan kurum ve araçları da kaldırması gerekmediği gerçeğidir. Ancak, yalnızca faizin kirinden ve pisliğinden arındırdıktan sonra başka sağlıklı kurallar uyarınca çalışmasına müsaade eder. Bu kurum ve araçların başında bankalar, şirketler ve benzeri modern ekonomi kurumları gelmektedir.

7- Yedincisi ve en önemlisi, müslüman olmak isteyenin yüce Allah'ın, beşer hayatının onsuz yapamayacağı ve o olmadan ilerleyemeyeceği birşeyi haram kılmasının imkansız olduğuna inanmasının zorunlu olduğu gerçeğidir. Ayrıca herhangi birşeyin olmasına rağmen insan hayatı için gerekli ve ilerlemesi için kaçınılmaz olmasının da imkansız olduğuna inanılması gerekmektedir. Bu hayatı yaratan yüce Allah'tır, insanı bu hayatın üzerine halife tayin eden, geliştirip ilerletmesini emreden ve bunların tümünü dileyip uygun gören de O'dur. O halde herhangi birşeyi yüce Allah'ın haram kılmasına rağmen insan hayatının düzenlenmesi ve ilerlemesinin onsuz olmayacağını ve pis birşeyin hayatın düzenlenmesi ve ilerlemesi için gerekli olduğuna ilişkin bir inancın müslümanın düşüncesinde yeretmesi imkansızdır. Bu kötü bir düşünce olduğu kadar kötü bir anlayış ve aşağıdaki fikirlerin nesiller boyu yayılmasına çalışan zehirli, pis ve azgın bir propagandadır: Güya faiz, ekonomi ve uygarlığın gelişmesi için zorunluymuş ve faiz düzeni tabii bir düzenmiş. Bu aldatıcı düşünce yeryüzünün doğusuna, batısına, genel kültürün kaynaklarına ve insani faaliyetlerin özüne kadar yayılmıştır. Ayrıca, çağdaş hayatın fiilen bu faiz kurumlarınca düzenlenmesi ve başka temeller üzerine kurulu bir düşüncenin zorluğu bu propagandaların yayılmasını hızlandırmaktadır. Öncelikle bu zorluk imanın yokluğundan kaynaklanır. İkinci olarak, düşünmenin zayıflığından ve faizcilerin, dünya hükümetleri içindeki nüfuzu bir de genel ve özel propaganda araçlarıyla ve ellerindeki yönlendirme gücüyle yaygınlaştırıp yerleştirmeye çalıştıkları bu vehimlerden kurtuluş aczinden kaynaklanır.

8- Sekizinci olarak; "dünya ekonomisinin bugün, yarın faizin dışında başka bir temele dayanması imkansızdır" tezi hurafeden ya da devam etmesinde yararı olanların, ellerindeki geniş araçlarla besledikleri koca bir yalandan başka birşey olmadığı gerçeğidir. Çünkü, sağlam bir niyet ve uluslararası faiz borsalarının ellerinden özgürlüğünü alıp kendisi için iyilik, mutluluk ve bereket arzuladığı kadar güzel ahlâk ve temiz bir toplum arzulayan insanlık ya da müslüman ümmet azmettikçe, Allah'ın insanlık için dilediği, fiilen uygulanmış, gölgesinde hayatın gerçekten geliştiği, her zaman da yüceliği ve gölgesi altında gelişebildiği olgun düzenin kurulmasının yolu her zaman açıktır. Şayet insanlar düşünüp doğruyu bulsalar!..

Burada bu düzenin uygulayış biçimi ve araçları hakkında detaylı söz söyleme imkanımız olmadığından bu genel değinmeyle yetiniyoruz. Ancak, iğrenç faiz işleminin ekonomik hayatın bir zorunluluğu olmadığı ve daha önce metottan sapıp İslâm'ın tekrar çevirdiği insanlığın, bugün tekrar sapan insanlığın kendisi olduğu ve güçlü , şefkatli ve sağlam metoda dönmek istemediği de açığa çıkmıştır.

275- Faiz yiyenler şeytan tarafından çarpılmış kimseler gibi ayağa kalkarlar, Bu onların "alış-veriş de faiz gibidir" demelerinden dolayıdır. Oysa Allah alış-verişi helâl, faizi ise haram kılmıştır. Kim kendisine Rabbinden bir öğüt gelir-gelmez faiz yemeye son verirse geçmişte aldığı faizler kendisinden geri alınmaz. Onun işi Allah `a kalmıştır. Fakat kimler tekrar faizciliğe dönerlerse onlar, orada ebedi olarak kalmak üzere Cehennemliktirler.

276- Allah faizi eritir. Buna karşılık sadakaları artırır. Allah (haramda ısrar eden) hiçbir günahkar kâfiri sevmez.

Bu, gerçekten korkunç bir hamle ve son derece ürpertici bir tasvirdir.

"...Şeytan tarafından çarpılmış kimseler gibi ayağa kalkarlar..."

Hiçbir manevi tehdit, bu somut, canlı ve hareketli tablo kadar duygular üzerinde etkili olamaz. Şeytan tarafından çarpılmış ve donakalmış insan tablosu... İnsanların sıkça görüp bildiği bir tablo... Ayet-i Kerime, bu tabloyu, duyguların korkutulması konusundaki uyarıcı rolünü yerine getirmesi, faizcilerin duygularını harekete geçirmesi, onları sarsıp ekonomik düzenlerinin alışkanlıklarından ve kendilerine kâr sağlayan hırslarından çekip çıkarması için gözler önüne getiriyor. Bu tablo, eğitici etkisi bakımından yerine göre yararlı bir araç olduğu gibi aynı zaman da gerçek bir olguyu da ifade etmektedir. Gerçekte tefsirlerin büyük çoğunluğunda bu korkunç tablodaki "kalkış"ın, diriliş günündeki kalkış olduğu kamsı yeralmaktadır. Ancak, bize göre, bu tablo şu yeryüzünde insan hayatında bizzat gerçekleşen bir olgudur. Ayrıca kendisinden sonra gelecek Allah ve Resulüne karşı savaşmaktan korkutan ayet-i kerimeye de uygun düşmektedir. Biz, şu anda bu savaşın varlığının sürdüğünü, faiz düzeninin ağına düşüp, hummaya tutulmuş gibi çırpınan sapık insanlığın başına musallat olduğunu görüyoruz. Bugün insanlığın pratik hayatından bu gerçeği doğrulayan olguları detaylıca açıklamadan önce, Kur'an'ın Arap yarımadasında karşılaştığı faiz manzarasını ve cahiliye mensuplarının bu konudaki düşüncelerini sunuyoruz.

Cahiliye döneminde bilinen bu ayetlerin ilk defa ortadan kaldırmak için indiği faizin "Nesie (ertelenen)" ve "fadl (Arttırılan)" olmak üzere başlıca iki şekli yaygındı.

Katade "Nesie (ertelenen)" faiz hakkında; "Cahiliye ehlinin faizi; adamın herhangi birine belli bir süre için birşey satması, günü geldiğinde borçlunun ödememesi ve onun da borcunu arttırıp ertelemesi şeklindeydi" der.

Mücahit şöyle der: "Cahiliyede bir adamın başka bir adama borcu olurdu. Adam, borcunu ertelersen sana şu, şu var derdi. O'da ertelerdi."

Ebubekir El Cessas: "Bilindiği gibi cahiliye döneminde faiz, şartlı arttırma ile beraber, bir süre için borç şeklindeydi. Artış süreye karşılıktı. Allah bunu ortadan kaldırmadı." der.

İmam Razi de tefsirinde şöyle der: "Cahiliye döneminde en yaygın olan "Nesie (ertelenen)" faizdi. Onlardan biri, her ay belli bir miktar almak üzere malını bir başkasına verirdi, ama mal olduğu gibi kalırdı haliyle. Belirlenen süre dolunca, anamalı isterdi. Şayet borçlu ödeyemeyeceğini bildirirse hakkını ve süresini arttırırdı."

Üsame b. Zeyd'in Resulullah'tan (selam üzerine olsun) rivayet ettiği hadisde peygamberimiz şöyle buyuruyor: "faiz ancak `Nesie (erteleme)'de vardır." (Buhari ve Müslim)

"Fadl (Arttırılan)" faiz ise kişinin herhangi birşeyi benzeri birşey karşılığında fazlasıyla satmasıdır. Altını altınla, parayı parayla, buğdayı buğdayla, arpayı arpayla satmak gibi. Bu da, faize benzemesinden ve faiz muamelesinde hatıra gelen duyguların benzerini barındırdığından bu kapsama alınmıştır. Çağdaş işlemlerden sözederken bu noktanın bizim için büyük önemi olacaktır.

Ebu Said El-Hudri, Resulullah'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Altına altın, gümüşe gümüş, buğdaya buğday, arpaya arpa, hurmaya hurma, tuza tuz... Herşey benzeri ile... Ele el.... Kim artırır ya da arttırmasını isterse faiz yapmış olur. Burada alan da veren de eşittir."·(Buhari ve Müslim)

Ebu Said El Hudri'nin rivayet ettiği bir başka hadiste şöyle denir: "Bilal, Resulullah'a Burni cinsinden hurma getirdi. Resulullah `Bunu nereden aldın?, buyurdu. Bilal: `Yanımızda kötü hurma vardı. Bir sa'a karşılık iki sa' gönderdik' deyince Resulullah: `Ah! tıpkı faiz, tıpkı faiz, yapma bunu!.. Satın almak istediğinde hurmayı başka bir şeye sat sonra da iyisini al' buyurdu." (Mutte Fekun Aleyh)

Birinci tür uygulamada; esas miktarın üzerine ekleme, bu ek miktarı belirlenen süreye karşılık alma ve bu ek miktarın anlaşmanın bir şartı olması yani başka hiçbir neden olmaksızın yalnızca zamanın geçmesiyle malın mal kazanması gibi bütün faiz işlemlerinde görülen faiz unsurlarını barındırması nedeniyle faiz olduğu açıkça görüldüğünden açıklamayı gerektirmez.

İkinci tür uygulamaya gelince, arttırmayı gerektiren benzer iki şey arasında temel farkların bulunduğu kuşkusuzdur. Bu durum iki sa' kötü hurma verip bir sa' iyi hurma alan Bilal'in olayında açıkça görülmektedir. Ancak, iki türün asıl itibarîyle benzer olması faiz kuşkusunu doğurmaktadır. Çünkü burada hurma hurmayı doğurmuş oluyor. Bu yüzden Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) bunu faiz olarak nitelendirmiş ve yasaklamıştır. Ardından değiştirilmek istenen çeşidin paraya çevrilmesini ve bu parayla da istenen çeşidin alınmasını emretmiştir. Amaç, işlemden faiz şüphesini tamamen uzaklaştırmaktır.

Herhangi birşeyi benzeri karşılığında satarken arada bir sürenin bulunmaması için "elden ele..." tutmanın şart koşulması da bu amaca yöneliktir. Çünkü süre belirlemede ek bir kazanç sözkonusu olmasa bile faizin gölgesi vardır, faiz unsurlarından biri mevcuttur.

Herhangi bir uygulamada faizin gölgesinin belirmesine karşı Resulullah'ın ne kadar duyarlı olduğu ortaya çıktığı gibi cahiliyede yaygın faiz uygulamasına karşı akılcı tedavisinin hikmeti de açıktır.

Günümüzde, Batının kapitalist düşünce ve düzenleri karşısında ruhen bozguna uğramış bazı kimseler bu haram kılmayı, Üsame'nin hadisine ve Selef'in cahiliyede yaygın faiz uygulamasını tavsif edişlerine dayanarak çeşitli faiz şekillerinden biri olan "Nesie"ye (ertelenen) faize indirgeyip cahiliyedeki faiz uygulamasına tıpatıp uymayan çağdaş faiz şekillerini İslâm adına -dinen- helâl saymak istiyorlar.

Ancak bu girişim, ruhsal ve akli bozgunun bir belirtisinden öteye gidemez. Çünkü İslâm, birtakım göstermelik davranışlardan ibaret bir düzen değildir. O, köklü bir düşünceye dayanan bir hayat düzenidir. İslâm, faizi yasaklarken bir çeşidini yasaklayıp diğer bir çeşidini bırakmaz. Kendi düşüncesine aykırı her düşünceyi ortadan kaldırdığı gibi kendi mantığıyla uyuşmayan her düşünceye savaş açar. Bu konuda o kadar duyarlıdır ki, faiz mantığının gölgesini ve faizci duyguları iyice uzaklaştırmak için "fadl (Arttırılan)" faizi bile yasaklamıştır.

Bu yüzden, ister cahiliyenin bildiği şekilde olsun, ister yeni ortaya çıkan şekilde olsun, faiz uygulamalarındaki temel unsurları içerdiği ve bencillik, açgözlülük, bireysellik ve kumarbazlıktan ibaret faizci mantıkla zehirlendiği, `nasıl olursa olsun, yeter ki kâr edeyim'den ibaret pis düşünceye bulaşmış olduğu sürece tüm faiz uygulamaları haramdır.

Bu gerçeği iyice kavramamız ve Allah ve Resulü tarafından faizci toplumlara karşı savaş açıldığını idrak etmemiz gerekmektedir.

"Faiz yiyenler şeytan tarafından çarpılmış kimseler gibi ayağa kalkarlar..."

"Faiz yiyenler" deyimiyle sadece faiz kârını alanlar kasdedilmemektedir. -Bu korkunç ayetle tehdit edilenlerin başında gelseler bile- bu deyim, faiz toplumunun tüm fertlerini kapsamaktadır.

Cabir b. Abdullah'tan şöyle rivayet edilir: "Resulullah, faiz yiyeni, yedireni, şahit olanı ve yazanı lanetledi. Ve `bunların tümü aynı oranda sorumludurlar' dedi." (Müslim, Ahmet, Ebu Davud ve Tirmizi)

Bu, bireysel faiz işlemleri içindi. Tamamen faiz esasları üzerine kurulu toplumlara gelince, tüm bireyleri lanetlenmiş, Allah'ın açtığı savaşa maruz kalmış ve hiç tartışmasız Allah'ın rahmetinden kovulmuşlardır. Onlar hayatlarında istikrar, güven ve rahat yüzü bulamayan, hummaya tutulmuş, muzdarip, sıkıntılı bir yaşantı içindedirler ve kalktıklarında şeytan tarafından çarpılmışlar gibi hareket ederler.

Çağdaş kapitalist düzenin, geçen dört asırda, oluştuğu ilk günlerde bu konuda şüphe sözkonusu olmuş olsa bile bu asırların deneyiminde şüpheye asla yer kalmamıştır.

Bugün içinde yaşadığımız dünya; aklı başında olan kişiler, düşünürler, bilginler ve araştırmacıların itiraf ettiği ve Batı uygarlığının merkezi olan bölgeleri dolaşan seyyah ve gözlemcilerin gördüğü gibi bu bölgelerdeki maddi uygarlığın tüm görkemine, sanayi ürünlerinin gelişmişliğine, gözleri kamaştıran maddi refahın tüm görüntülerine rağmen her yönüyle sıkıntı, ızdırap, korku, sinirsel ve ruhsal hastalıkların yaygın olduğu bir dünyadır.

Üstelik bu dünya sürekli; yaygın, öldürücü ve sinirsel savaşların orada-burada bir türlü bitmeyen ızdırapların tehdidi altındadır.

Bu maddi uygarlığın, maddi refahın birçok bölgedeki kolaylığının, geçim sıkıntısının olmayışı ve rahatlığın dahi ortadan kaldıramadığı iğrenç ve uğursuz bir bedbahtlıktır.

Görmemek için kendi kendine gözlerini perdelemeyen herkesin görmek istediği sürece yüzyüze geleceği bir gerçektir bu. Amerika, İsviçre ve maddi refahı olan birçok ülkede insanların genelde maddi açıdan bir sorunlarının olmadığı bir gerçektir. Ancak insanlar mutlu değildirler. Zengin oldukları halde sıkıntı, yüzlerinden okunuyor. Yoğun üretim faaliyetinde bulundukları halde doyumsuzluk hayatlarını yiyip bitiriyor. Bu doyumsuzluklarını kimi zaman çılgınlık ve haykırışlar ile, kimi zaman ilginç görüntü ve aykırılıklarla, kimi zaman da cinsel ve ruhi sapıklıklarla dışa vururlar. Ardından kaçına ihtiyacını duyarlar, kendilerinden, içinde yaşadıkları boşluktan, hayatın akışından ve nimetlerinden bir nedeni görülmeyen bedbahtlıktan kaçmaya başlıyorlar, intihar etmekle, çılgınlıklar yapmakla ve anormalliklerle kaçıyorlar. Sonra bu sıkıntı, boşluk ve hiçlik duygusu hiçbir zaman peşlerini bırakmıyor, rahat yüzü göstermiyor bu zavallılara... Niçin?..

Tabiatıyla bunün başlıca sebebi, insanların dertli, ızdıraplı, sapık ve bahtsız ruhlarının, bunca maddi gelişmişliğe rağmen, ruhun gıdası olan imandan, Allah'a güvenden, bir de Allah'a imanın ve O'nun ahdine ve şartına uygun yeryüzündeki hilâfetin bahşedip çizdiği büyük insanlık hedeflerinden yoksun olmalarıdır.

Bu belli başlı ve büyük sebebin bir şıkkını da faiz belası ve gelişen ve fakat gelişmesinin iyilik ve bereketini tüm insanlığa aynı düzeyde dağıtmak suretiyle dengeli ve eşit bir şekilde gelişmeyen, ancak, bankalardaki bürolarına kapanan bir avuç para babası faizcinin menfaatini gözeten ekonomi belası oluşturmaktadır. Bu faizci para babaları sanayi ve ticareti, garantili ve belirli faizlerle borçlandırmakta, böylece sanayi ve ticareti belli bir yöne yöneltmektedirler. Bu yolun da ilk hedefi, herkesin onunla mutlu olacağı ve herkese düzenli iş ve garantili geçim sağlayacak ve herkese ruhsal güven ve toplumsal huzur hazırlayacak şekilde insanlığın sorunlarını ve ihtiyaçlarını gidermekten ziyade milyonların ezilmesi, yoksulluğu ve hayatlarının bozulması ve bütün insanlığın hayatına şüphe, sıkıntı ve korku tohumlarının ekilmesi pahasına da olsa en fazla kâr gerçekleştirecek üretimi sağlamaktır.

Şüphesiz yüce Allah en doğrusunu söylüyor:

"Faiz yiyenler şeytan tarafından çarpılmış kimseler gibi ayağa kalkarlar..."

İşte biz bu gerçeğin kanıtlarını dünyadaki pratik hayatımızda görebiliyoruz. Faizciler, Resulullah döneminde faizin haram kılınmasına karşı çıkmışlardı. Faiz işlemlerinin haram, ticaretin ise helal kılınmasını gerektirecek bir nedenin bulunmadığını ileri sürerek itiraz etmişlerdi: "Bu onların `alış verişte faiz gibidir' demelerinden dolayıdır. Oysa Allah, alış-verişi helal, faizi ise haram kılmıştır..."

Dayandıkları benzetme, faiz gibi ticaretin de fayda ve kâr sağlamasıydı. Bu, boş bir benzetmedir. Çünkü ticari işlemlerde kâr da zarar da mümkündür. Ayrıca kişisel yetenek ve çaba, hayatta yürürlükte olan tabii şartlar kâr ve zarar üzerinde etkili olmaktadır. Faiz işlemlerinde ise bütün durumlarda kâr haddi belirlenmiş olur. İşte başlıca fark budur. Haram ve helâl kılınma nedeni bu noktada yatmaktadır. Her ne şekilde olursa olsun, kârın garantiye alındığı tüm işlemler, kârın kesin ve belirlenmiş olmasından dolayı faiz kapsamına girerler. İnatçılık ve demagoji yapmaya gerek yoktur:

"Oysa Allah alış-verişi helal, faizi ise haram kılmıştır."

Bu unsurun, alış-verişte bulunmayışı ve daha birçok neden, ticareti aslında insan hayatı için yararlı ve faiz uygulamasını da zarar verici kılmaktadır. İslâm o zaman mevcut olan sistemi, ekonomik ve toplumsal hayatta sarsıntı meydana getirmeden gerçekçi bir şekilde tedavi etmişti.

"Kim kendisine Rabbinden bir öğüt gelir-gelmez faiz yemeye son verirse geçmişte aldığı faizler kendisinden geri alınmaz. Onun işi Allah'a kalmıştır."

Yüce Allah, yasayı koyduğu andan itibaren yürürlüğünü başlatıyor. Kim Rabbinin öğüdünü dinler ve faizden vazgeçerse geçmişte aldığı faizler geri alınmaz. Onun işi Allah'a kalmıştır ve onun hakkındaki hükmünü dilediği gibi uygulayacaktır. Bu ifade kalbe geçmişte işlenen bu günahtan kurtuluşun Allah'ın dilemesi ve rahmetine bağlı olduğu duygusunu akıtmakta ve bu işten ürperti duymasını sağlamaktadır. Giderek kendi kendine şöyle demeye başlar: "Bu kötü işten elde ettiklerim yeter. Vazgeçip tevbe edersem Allah, günahlarımı belki affeder. Bundan sonra artık faiz almayacağım." Kur'an bu eşsiz metoduyla kalplerin duygularını işte böyle tedavi ediyor.

"Fakat kimler tekrar faizciliğe dönerlerse onlar, orada ebedi kalmak üzere Cehennemliktirler."

Ahiretteki azabın gerçekliğine ilişkin bu tehdit az önce işaret ettiğimiz eğitim metodunun güzelliklerini güçlendirmekte ve kalplerin derinliklerine yerleştirmektedir.

Ancak, uzun vadeli ihtirasların şaşırttığı, vaad edilen azabın hakikatını bilmeyen bazı kimseler, Ahiret gününü hesaba katmayabilirler. İşte Kur'an bunları da dünya ve Ahirette topluca erimekle korkutuyor. Bu arada sadakanın -faizin değil- artıp arındırdığı gerçeğini yerleştirmekte ve küfür ve günahtan dolayı icabet etmeyenlerin kulaklarını sağır edecek tarzda haykırmakta ve yüce Allah'ın günahkar kâfirlerden hoşlanmadığını onlara göstermektedir.

"Allah faizi eritir, buna karşılık sadakaları arttırır. Allah (haramda ısrar eden) hiçbir günahkar kâfiri sevmez."

Kuşkusuz yüce Allah'ın azabı ve va'di doğrudur. Faizle muamele gördüğü halde, içinde bereket, huzur, mutluluk, güven ve sükunet adına birşey kalan bir toplum görmemiz mümkün değildir. Yüce Allah faizi eritir. Bu pis uygulama bulunduğu topluma kıtlık ve bedbahtlıktan başka birşey kazandırmaz. Görünürde bir refah, üretim ve gelir kaynağı bolluğu göze çarpabilir; ancak bereket, gelir kaynaklarının kabarıklığından ziyade güven içinde bu kaynaklardan güzellikle yararlanmadır. Daha önce, gelir kaynakları bakımından son derece zengin ülkelerde yaşayan insanların kalpleri üzerine çöken uğursuz bedbahtlıktan sözetmiştik. Bugün ise bu ülkelerden bütün dünyaya, sıkıntı, dehşet ve ızdırap saçılmaktadır. İnsanlık sürekli öldürücü savaşların tehdidi altında sabah-akşam soğuk savaş gerginliği ile yatıp-kalkmaktadır. Günbegün hayat -farkında olsun olmasın- insanların sinirleri üzerinde bir ağırlık meydana getirmekte böylece ne malında, ne ömründe, ne sağlığında ne de gönül huzurunda bereket yüzü görmektedir.

Zorunlu (zekat) ve gönüllü olarak verilen sadakalarda temsil edilen dayanışma ve yakınlaşma esasına dayanan, şefkat, sevgi, hoşnutluk ve hoşgörü ruhunun egemen olduğu, sürekli Allah'ın fazlı ve sevabı gözetildiği, O'nun yardımına ve sadakayı ziyadesiyle arttırdığına sonsuz güvenin olduğu... Evet bu esaslara dayanan bir toplumun, fert ve topluluğun mallarını, rızıklarını, sağlıklarını, güçlerini, kalbi güvenlerini ve gönül huzurlarım hiç şüphe yok ki yüce Allah bereketlendirir.

Beşerin pratiğinde bu gerçeği görmeyenler, görmek istemeyenlerdir. Çünkü, görmemek işlerine gelmektedir. Ya da bilerek ve kasden gözlerinin önüne bulanık sapıklık perdesini geren, iğrenç faiz düzeninin kurulmasında yararları bulunan bu yüzden gerçekleri görmekten kaçınanlardan başkası bu gerçekleri görmezlikten gelemez.

"Allah (haramda ısrar eden) hiçbir günahkar kâfiri sevmez."

Bu sonuç, haram kılındıktan sonra faiz uygulamasında ısrar eden ve Allàh'ın sevmediği kimseler hakkında kesinlik ifade etmektedir. Kuşkusuz bin defa "lailaheillallah, Muhammedün Resulullah" deseler de Allah'ın haram kıldığını helal sayanlar, küfür ve günah sıfatını hak etmektedirler. Çünkü İslâm, dille söylenen bir kelime değildir. O bir hayat düzeni ve pratik hayat metodudur. Onun bir parçasını inkâr etmek bütününü inkâr etmektir. Faizin haram olduğunda hiçbir kuşku olmadığı gibi onu helal sayıp hayatı faiz esaslarına dayandırmak da küfürdür, günahtır. Bundan Allah'a sığınırız.

Küfür, günah ve faizci hayat metodu ve düzeni taraftarları karşısında, burada iman ve salih amel sayfası, bu tarafta yer alan mümin kitlenin özellikleri ve faiz düzeni karşısında bir başka düzen -zekat düzeni- etrafında odaklaşan hayat kuralları sunulmaktadır.

277- Onlar ki inandılar, iyi işler yaptılar, namazı kıldılar ve zekatı verdiler. Rabbleri katında mükafatları kendilerine mutlaka verilecektir. Onlar için artık korku sözkonusu değildir, onlar hiç üzülmeyeceklerdir

Bu sayfada yeralan en belirgin unsur "Zekat" yani karşılık beklemeden Allah için verme unsurudur. Surenin akışı bununla müminlerin sıfatını ve mümin toplumun esas kuralını sunmaktadır. Ayrıca mümin topluma bahşedilen güven, huzur ve ilahi hoşnutluk tablosu da sunulmaktadır...

Kuşkusuz hayatın hiçbir alanında faiz düzeninin sağladığı garantilere ihtiyaç duymayan, dayanışma ve yardımlaşma içinde bulunan toplumun temeli de zekattır.

İslâm düzeninin pratik hayatta uygulanmasına tanık olan müslüman ümmetten ayrı düşmüş, imani düşünce, eğitim ve ahlâk esaslarına dayalı insan ruhunu özel kalıbına sokup şekillendiren sonra da doğru düşüncesini, temiz ahlâkını ve üstün faziletlerini teneffüs ettiği düzeni egemen kılan sisteme tanık olmamış nesillerin ve bizim duygularımızda zekâtın şekli, değişikliğe uğramıştır. Faiz temeline dayalı cahiliye toplumu karşısında yeralan İslâm düzeninin temelini zekat oluşturmaktadır. Bundan sonra hayat gelişir ve ekonomi de bireysel çaba ya da faizden arı dayanışma çizgisi üzerinde yoluna devam eder.

İnsanlık manzaralarının en yücesini görmemiş, bedbaht ve talihsiz nesillerin duygularında bu tablo artık değişmiştir. Bu insanlar, faiz temeline dayalı maddi düzenin sapıklığı içinde doğup büyümekte, her tarafta, cimrilik, bencillik, azgınlık, ihtiras ve insanların vicdanlarına egemen olmuş iğrenç bir egoizm görmektedir. Bu düzende mal, ihtiyacı olana ancak iğrenç faiz yoluyla ulaşmaktadır. İnsanlar, birikmiş parası ya da faiz kurumlarından birine sermayesinin bir kısmını yatırmak suretiyle ortak olmadıkça güvencesiz kalmaktadırlar. Ticaret ve sanayi, ihtiyacı olan sermayeyi faiz ödemeden bulamaz olmuştur. Artık bu kötü talihli nesillerin duygularında, bu düzenden başka bir düzenin olamayacağı ve hayatın ancak bu esaslara dayanabileceği düşüncesi yeretmiştir.

Zekatın şekli o denli değişmiş ki, giderek bu nesiller onu,kendisine dayanılarak çağdaş bir düzenin kurulamayacağı gülünç, bireysel bir bağış saymışlardır. Ancak, zekat gelirlerinin ne kadar kabarık olduğunu, İslâm'ın özel bir yöntemle meydana getirdiği, eğittiği, direktif ve yasalarla yönlendirdiği ve içinde yaşamayanların vicdanlarının erişmeyeceği, kendine özgü hayat düzeniyle idare ettiği insanların ödediği bu zekatın, kazancıyla birlikte esas paradan yüzde iki buçuk (% 2,5) oranında alındığını biliyorlar mı? (Bu oran ekin ve madenlerde % 5, % 10 ve % 20'ye kadar yükselir.) Zekat müslüman devletin topladığı farz bir haktır, kişisel bir bağış değil... Bununla müslüman kitle içinde ihtiyaç sahiplerine yardım edilir. Böylece her fert, hem kendi hayatını hem de çocuklarının hayatını her halükârda güvencede hisseder. Ayrıca ister ticari ister ticaret dışı olsun borcunu ödeyemeyenlerin borcu da zekat gelirinden karşılanır.

Bir düzenin şekli önemli değildir. Önemli olan ruhtur. İslâm'ın kendi direktifleri, yasaları ve düzeniyle eğittiği toplum, düzenin şekli ve uygulamalarıyla uyum içinde olduğu gibi yasalar ve direktiflerle de bütünleşir. Yardımlaşma duygusu vicdanlardan ve düzenlemelerden uyum içinde ve birbirini tamamlar şekilde fışkırır bu toplumda. Bu, diğer materyalist düzenlerin gölgesinde doğup büyüyenlerin düşünemeyeceği bir gerçektir. Ancak biz -İslâm mensupları- bu gerçeği biliriz, imani zevkimizle bunun tadına varırız. Şayet bu zevkten yoksun olmuşlarsa bu onların kötü talihlerinin, bahtsız paylarının sonucudur. -Onlara uyan ve önderliklerini onlara teslim eden beşeriyetin payı da öyle- Ve payları da bu olsun. Yüce Allah'ın "Onlar ki inandılar, iyi işler yaptılar, namaz kıldılar ve zekatı verdiler..." ayetiyle tanımladığı kişilere müjdelediği hayırdan yoksun olsunlar. Ecir ve sevaptan yoksun olmakla beraber güven ve hoşnutluktan da yoksun olsunlar. Tabii ki onlar, bilgisizlikleri, cahiliyeleri, sapıklıkları ve inatlarından dolayı yoksun oluyorlar.

Yüce Allah, hayatlarını, iman, iyilik, kulluk ve yardımlaşmaya dayandıranlara, ecirlerinin yüce katında korunacağını va'dediyor; korku nedir bilmeyecekleri bir güven ortamı ve hiçbir zaman üzüntü duymayacakları bir mutluluk va'dediyor:

"Rabbleri katında mükafatları kendilerine mutlaka verilecektir. Onlar için artık korku sözkonusu değildir, onlar hiç üzülmeyeceklerdir."

Faiz yiyenlerin ve faiz toplumunun, yok edilmek, helak, çarpılma, sapıklık, sıkıntı ve korkuyla tehdit edildikleri bir sırada...

İnsanlık bu gerçeği müslüman toplumun pratiğinde bir olgu olarak görmüştü, bunu da faiz toplumunun pratiğinde bugün görmektedir. Şayet her gafil kalbi tutup şu ideal gerçeği görene kadar şiddetle sarsabilseydik, kapalı gözleri tutup kapaklarını açarak bu olguyu gösterebilseydik.. Gücümüz yetseydi mutlaka yapardık...

Ancak belki yüce Allah kötü talihli insanlığı hidayete erdirir diye bu gerçeğe işaret etmekten başka elimizden birşey gelmiyor. Kalpler Rahman'ın parmaklarından iki parmağının arasındadır. Ve hidayet de Allah'ın hidayetidir.

Yüce Allah'ın faizi hayatından silmiş, küfür ve günahı atmış, hayatını iman, salih amel, kulluk ve zekat esasları üzerine bina etmiş müslüman cemaate va'dettiği huzur ve güvenin gölgesinde... Evet iman edenlere bu huzur ve güven gölgesinde hayatlarından iğrenç ve pis faiz düzenini atmaları için son bir çağrı yapılmakta, aksi takdirde bunun Allah ve Resulü tarafından ilan edilmiş, durdurulması, yavaşlatılması ve geciktirilmesi imkansız savaş olacağı bildirilmektedir.

278- Ey müminler, Allah'tan korkun ve eğer mümin iseniz henüz elinize geçmemiş faizi almaktan vazgeçin.

279- Eğer böyle yapmazsanız Allah ve Resulü tarafından açılmış bir savaşla karşı karşıya olduğunuzu bilin. Eğer faizciliğe tevbe ederseniz ana sermaye sizin olur. Böylece ne haksızlık etmiş ve ne de haksızlığa uğramış olursunuz.

Ayet-i Kerime iman edenlerin imanını faizden kalanı bırakma şartına bağlıyor. Yoksa onlar, Allah'tan korkup faizin kalan kısmından vazgeçmedikçe iman etmiş sayılmazlar, mümin olduklarını ilan etmiş olsalar da... Çünkü iman; Allah'ın emrettiğine itaat, bağlanma ve uyma olmadıkça gerçekleşmez. Kur'an ayeti bu konuda insanları şüphe içinde bırakmadığı gibi Allah'ın şeriatına itaat edip hoşnut olmadıkça, hayatında uygulamadıkça ve hayati işlemlerinde hükmüne uymadıkça kimsenin iman kelimesinin arkasına sığınmasına müsaade etmez. Dinde inanç ile uygulamanın arasını ayıranlar, iman iddiasında bulunup dilleriyle bunu duyursalar ve hatta diğer ibadetleri yerine getirseler de mümin değildirler.

"Ey müminler Allah'tan korkun.. Henüz geçmemiş faizi almaktan vazgeçin... Eğer mümin iseniz..."

Daha önce aldıkları faiz, kendilerine bırakılıyor, geri alınması sözkonusu değildir. İçinde faiz vardır diye mal-larının tümüne ya da bir kısmına da el konulmuyor. Çünkü nass olmadan "haram kılma" olmaz. Hüküm de yasasız olmaz. Yasa ise meydana geldikten sonra uygulanır ve etkileri görülür. Geçmişte olanlar ise Allah'a kalmıştır, kanunların hükmüne değil. Böylece İslâm, hükmünü daha önce olanları kapsamayacak şekilde koymakla, büyük ekonomik ve toplumsal sarsıntılar meydana getirmekten sakınmıştır. Çünkü şeriat, bu konuyu ele almıştı.. Bunun nedeni, İslâm şeriatının, insan hayatının pratiğini karşılamak, yürütmek, temizlemek ve birlikte gelişip yücelmek için konulmasıdır. Bu arada, mümin sayılmalarını bu hükmün inmesinden ve öğrenmelerinden itibaren kabul edip hayatlarında uygulamalarına bağlamakta, beraberinde kalplerinde Allah'tan korkma duygusunu harekete geçirmektedir. Bu duyguyu İslâm şeriatının uygulanması için bir dayanak ve yasal güvencelerin ötesinde ruhların derinliklerinde gizli bir güvence kılmıştır. Çünkü İslâm'ın, dış kontrole dayanan, insan yapısı yasalarda bulunmayan, yasaların uygulanmasını sağlayan güvenceleri vardır. Güç sahibi Allah'ın takvasından bir bekçi vicdanlarında yeretmedikçe dış kontrolü atlatmaktan kolay ne vardır?

Bu teşvik aşamasıydı. Hemen yanında da korkutma aşaması yer almaktadır. Kalpleri titreten korkutma...

"...Eğer böyle yapmazsanız Allah ve Resulü tarafından açılmış bir savaşla karşı karşıya olduğunuzu bilin..."

Ne korkunç?.. Allah ve Resulünün ilan ettiği savaş... İnsanın kendisinin karşı karşıya kaldığı savaş.. Sonu belli, akıbeti kararlaştırılmış korkunç bir savaş... Zayıf ve fani insan nerde, mahvedici, silip-süpürücü, cebbar güç nerede?..

Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) son dönemlerde nazil olmuş bu ayetlerin nüzulünden sonra Mekke'deki valisine, şayet faiz uygulamasından vazgeçmezlerse Al-i Mugire ile savaşmasını emretmişti. Resulullah, Mekke'nin fethedildiği gün hutbesinde,. başta Abbas'ın (Allah ondan razı olsun) olmak üzere İslâm'ın ilk dönemlerinde borçluların omuzlarında taşıdıkları tüm cahiliye dönemi faizlerinin kaldırılmasını emretmişti. Bu şekilde, İslâm toplumu olgunlaşıp temelleri yerleşince, ekonomik düzeninin temellerini bulaşıcı faiz temelinden ayırmasının zamanı gelmişti. Resulullah bu hutbesinde şöyle diyordu:

"Cahiliyedeki tüm faiz uygulamaları şu iki ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım faiz de Abbas'ınkidir."

Ancak, cahiliyede aldıkları fazlalıkları geri vermelerini emretmemişti Resulullah.

İslami bir toplum oluştuğu zaman, Hz. Ebu Bekir'in, "Lâilahe illallah Muhammedün Resulullah" şehadet cümlesini söyleyip namaz kıldıkları halde zekat vermekten kaçınanlara savaş açtığı gibi İslâm devletinin halifesi de müslüman olduklarını ilan etseler bile faiz düzeni temelinde ısrar edip Allah'ın emrine karşı gelenlere savaş açmak zorundadır. Çünkü, Allah'ın şeriatına uymaktan yüz çevirenler ve onu pratik hayatlarında uygulamayanlar müslüman olamazlar.

Üstelik, Allah ve Resulü tarafından ilan edilmiş savaş, İslâm toplumunun liderinin onlara karşı başlattığı kılıçla yapılan savaştan daha geneldir. Bu savaş -en doğrusunu söyleyen ulu Allah'ın dediği gibi- ekonomik ve toplumsal düzenini faiz temeline dayandıran her topluma karşı ilan edilmiştir. Bu savaş, helak edici, mahvedici evrensel şekliyle ilan edilmiştir. Sinirlere ve kalplere karşı bir savaştır. Bereket ve bolluğa karşı bir savaştır. Mutluluk ve güvene karşı bir savaştır. Yüce Allah'ın, hayat düzenine ve metoduna isyan edenlerin bazısını bazısına musallat ettiği bir savaştır. Bu, atışma ve didişme savaşıdır. Aldatma ve zulüm savaşıdır. Sıkıntı ve korku savaşıdır. Son olarak uluslar, ordular ve ülkeler arasındaki silahlı savaştır. İğrenç faiz düzeninin sebep olduğu mahvedici, kasıp kavurucu bir savaştır. Uluslararası faizci para babaları dolaylı ya da dolaysız yollardan bu savaşlara öncülük yapmaktadırlar. Bu adamlar, tuzaklarını kurup içine şirketleri ve sanayi kurumlarını düşürürler, ardından halkları ve hükümetleri düşürürler. Böylece kurbanlarının başlarına çullanıp savaş çıkarırlar. Ya da mallarının arkasına gizlenip hükümetleri ve ordularının gücüyle savaş çıkarırlar veya borçlarının faizlerini kapatmak için ağır vergiler ve yükümlülükler koyarlar, böylece emekçiler ve üreticiler arasında fakirlik ve kıtlık baş gösterir, bunlar da kalplerini öldürücü propagandalara açar, sonuçta savaş patlar. En kolayı da şayet bunların hiçbirisi olmazsa- psikolojik savaş, ahlâkın bozulması, şehvet pazarlarının serbest bırakılması, beşeri varlığın temelden çökertilmesi ve en korkunç atom savaşlarının ulaşamayacağı yıkımı yapmaktır.

Yüce Allah'ın faizle muamele edenlere karşı ilan ettiği bu savaş ateşi sürekli yanmaktadır. Yaş-kuru demeden, fabrikaların ürettiği maddi üretimin kabarıklığını gördükçe kazanıp ilerlediğini sanan gafil ve sapık insanlığın hayatında ne varsa yakmaktadır bu ateş. Oysa üretilen bu yığın yığın mallar, temiz ve arı bir kaynaktan meydana gelseydi tüm insanlığı mutlu etmeye yetebilirdi. Ancak, faiz denilen bu kirli kaynaktan doğduğu için insanlığın boğazını sıkan bir ağırlık ve mahveden bir felaket olmaktan öteye gitmemektedir. Beri tarafta ise bu mel'un ağırlığın altında mahvolan insanlığın acılarını duymayan dünyanın faizci azınlığı durmaktadır.

İslâm ilk müslüman cemaati çağırdığı gibi tüm insanlığı da temiz ve pak şeriat kaynağına çağırmakta ve günahtan, hatadan ve iğrenç hayat metodundan tevbe etmeye davet etmektedir.

"Eğer faizciliğe tevbe ederseniz ana sermaye sizin olur. Böylece ne haksızlık etmiş ve ne de haksızlığa uğramış olursunuz."

Bu, hatadan, cahiliye hatasından dönmektir ki cahiliye herhangi bir döneme ya da düzene bağlı değildir. Ne zaman ve ne şekilde olursa olsun Allah'ın şeriatından ve O'nun hayat metodundan sapma sözkonusu olduğu her durum cahiliyedir. Bu hatanın etkileri, bireylerin duygularında, ahlâklarında ve hayata ilişkin düşüncelerinde ortaya çıktığı gibi toplumsal hayatta ve genel ilişkilerinde de görülür. Bu etkiler, beşeri hayatın her alanında, ekonomik gelişmesinde de görülür. Faizcilerin propagandasına kananlar sadece onun ekonomik gelişme için en sağlam esas olduğunu zannetseler de...

Sadece anamalın geri alınması ise, ne borç verenin ne de borçlunun zulme uğramadığı adil bir uygulamadır. Mal kazanmak için de daha başka temiz ve pak yollar vardır. Kişisel girişim bunlardan biridir. Kâr-zarar ortaklığına göre çalışan, sermaye vermek suretiyle ticaret yapmak, ortaklıklar kurmak ve piyasada hisseleri satışa sunan -kârın büyük kısmını kendine ayıran kurucu senetler olmaksızın- şirketler yoluyla da helâl kazanç sağlanabilir. Parayı dolaylı ya da dolaysız şirketler, sanayi kuruluşları ve ticari faaliyet yapan kurumlar arasında sabit kâr almadan paylaştıran sonra da kârı ya da zararı belli bir düzen içinde mudileri arasında bölüştüren faizsiz bankalara yatırmak da bir kazanç yoludur. Bu tür bankalar bu mallardan yönetim hizmeti karşılığı olarak ücret alabilirler, ve burada ayrıntılarıyla anlatamayacağımız daha birçok kazanç yolu... Kalpler inanıp, niyetler de temiz ve pak kaynaklara yönelerek kokuşmuş, pis ve iğrenç kaynaklardan kaçınma konusunda sağlam olduktan sonra bunların tümü mümkündür.

Hiç yorum yok: