BESMELE

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيمِ

14 Temmuz 2009 Salı

DİNLER TARİHİNİN UYDURUKLARI

Hud suresi

DİNLER TARİHİNİN UYDURUKLARI

Okuduğumuz hikâyede gördük ki, Hz. Nuh'un soydaşları cahiliye bataklığının derinine dalmışlardı, eğri yollarında alabildiğine ısrarlı idiler, Hz. Nuh'un kendilerine sunduğu katışıksız İslâm çağrısını şiddetle reddediyorlardı. Bu çağrının özü katışıksız tek Allah inancı idi. Bu inançta egemenlik ve ilahlık yetkisi yüce Allah'ın tekeline veriliyordu; O'nun yanısıra hiç kimseye rabblik sıfatı yakıştırılmıyordu.

Hz. Nuh'un, özelliklerini tanıttığımız bu soydaşları Hz. Ademin soyundan gelen insanlardı. Hz. Adem ise, A'raf ve Bakara surelerinde anlatılan hikâyesinden öğrendiğimiz gibi yüce Allah'ın halifesi olma görevini yürütmek üzere yeryüzüne indirilmişti. Hatta yaratılış amacı bu görevdi. Yüce Allah, bu görevin gerektirdiği imkânlarla ve yeteneklerle donatmıştı. Yüce Allah, onu bu görevle yeryüzüne indirmeden önce, kendisine cennette iken işlediği günahtan ötürü nasıl tevbe edeceğini öğretmiş, hatta ona tevbe ederken neler söyleyeceğini aynen belletmişti. Arkasından kendisi ile eşinden ve onların kişiliğinde bütün gelecek insan kuşaklarından, yüce Allah'ın bellettiği doğru yoldan gideceklerine ve şeytana uymayacaklarına dair söz almıştı. Çünkü şeytan onun ve soyundan gelenlerin düşmanı idi ve bu düşmanlık kıyamet gününe kadar bütün amansızlığı ile sürecekti.

Demek oluyor ki, Hz. Adem, yüce Allah'ın yoluna bağlı bir müslüman olarak yeryüzüne indi. Hiç kuşku yok ki, o oğullarına ve torunlarına da İslâmı öğretmişti. Yani İslâm, yeryüzünde insanlığın tanıdığı ilk inanç sistemi idi. Hatta onun yanısıra bir başka inanç sistemi yoktu. Hz. Adem'den Hz. Nuh'a gelinceye kadar insanlığın kaç kuşak değiştirdiğini sadece Allah bilir, bizim bu konuda hiçbir bilgimiz yok. Fakat Hz. Nuh'un bize bu suredeki hikâyede tanıtılan soydaşlarına bakınca kesinlikle anlıyoruz ki, bu dönemdeki insanlara egemen olan cahiliye puta tapıcılığı ile, masalları ile, hurafeleri ile, somut putları ile, düşünceleri ve gelenekleri ile bir bütün oluşturarak toplumun yapısına çöreklenmiştir; bu toplum, insanoğluna musallat olan şeytanın sürekli kışkırtmaları ile ve insan ruhunda varolan doğal gediklerin yolaçtığı bozguncu sızmaların etkisi ile kendisine sunulmuş olan İslâmdan sapmıştır. Sözkonusu doğal gedikleri hem Allah'ın ve hem de insanların düşmanı olan şeytan bu sızma eylemlerinde sürekli biçimde kullanmıştır. Şeytan bu sızma eylemlerini gerçekleştirirken o günkü insanların, yüce Allah'ın ipine sarılma hususundaki her gevşekliklerini, sırf yüce Allah'a bağlanma konusundaki her umursamazlıklarını, küçük-büyük hiçbir meselede yüce Allah'ın yanısıra hiç kimseye uymama alanındaki her tavizlerini kendi amacı uğruna kullanmıştır.

İnsanın yaratıcısı olan yüce Allah, ona belirli oranda bir irade özgürlüğü tanıdı. İnsanın tabi tutulduğu sınavın dayanağı zaten bu irade özgürlüğüdür. İnsan bu özgür irade payı sayesinde sırf yüce Allah'ın ipine sarılmayı tercih edebilir. O zaman düşmanı olan şeytan, üzerinde hiçbir nüfuz kuramaz. Yine insan bu özgür irade payına dayanarak yüce Allah'ın yolundan saparak başkalarının öğretilerine, ideolojilerine saplanabilir. Bu sapmanın açısı işin başında ne kadar dar olursa olsun şeytan onu yavaş yavaş genişletir ve birkaç aşama sonra sahibini koyu bir cahiliyenin bataklığına sürükler. Nitekim ilk İslâm peygamberi olan Hz. Adem'in torunları belirli bir hidayet döneminden sonra böyle bir koyu cahiliyenin pençesine düşmüşlerdir. Gerçi bu sapma sürecinin kaç kuşak sonra bu aşamaya geldiğini, sadece yüce Allah biliyor, bizim bu konuda hiçbir tarihi bilgimiz yok.

Bu gerçek, yeryüzünde insanlığın tanıdığı ilk inanç sisteminin, egemenliği, rabblığı ve kayıtsız otoriteyi yüce Allah'ın tekeline verme ilkesine dayanan İslâm inancı olduğu gerçeği, bizi şu sonuca götürür. Sözde "karşılaştırmalı dinler tarihi" yazarları ile diğer evrim teorisi yanlılarının bu konudaki yorumları asılsızdır. Onların yorumlarına göre tek Allah inancı, inanç evrimi sürecinin son aşamasıdır. Bu aşamaya gelinmeden önce çok ilahlılık, puta tapıcılık, doğal güçleri ve ruhları ilahlaştırma, güneşe ve yıldızlara tapma gibi inanç evreleri yaşanmıştır. Buna benzer daha birçok delilsiz görüşler içeren bu sözde "araştırmalar" temelde belirli birtakım tarihi, psikolojik ve politik etkenler tarafından yönlendirilen "güdümlü" bir yönteme dayanırlar. Bu yöntemin ana amacı, semavi dinlerin dayanağını yıkmayı, ilahi vahyin ve peygamberlik misyonlarının asılsızlığını kanıtlamaktır; dinlerin insan yapısı sistemler olduklarını ve tarih boyunca insan düşüncesinin gelişmesine paralel biçimde evrimleştiklerini, tekamül ettiklerini ispatlamaktır.

Bu arada asıl amaçları İslâmı savunmak olan bazı yazarlar, sözünü ettiğimiz güdümlü yöntem uyarınca "dinler tarihi" alanında araştırmalar yapanların yorumlarına kapılarak doğru yoldan sapıyorlar, farkına varmadan sapıtıyorlar. Bu yazarlar coşkulu bir heyecanla İslâmı savunurlarken Kur'an-ı Kerim'in son derece belirgin çizgilerle ortaya koyduğu İslâm inancının temelini yıkıyorlar. Kur'an-ı Kerim, bu inanç sistemini anlatırken, bize şöyle diyor: Hz. Adem, yeryüzüne İslâm inancı ile indi; Hz. Nuh, şeytanın ayartarak putpérestlik bataklığına sürüklediği ve vaktiyle ataları müslüman olan Hz. Adem'in sapıtmış torunlarının karşısına, tek ilahlık esasına dayalı İslâm inancı ile çıkmıştı; bu sapıtma hastalığı Hz. Nuh'dan sonra da zaman zaman nüksetmiş, insanlar dönem dönem İslâmı bırakıp, cahiliye bataklığına sürüklenmişlerdir. Fakat her sapıtma döneminden sonra gelen peygamberler kayıtsız Allah birliği inâncının savunucuları olarak ortaya çıkmışlardır. Semavi inanç sistemi, hiçbir değişikliğe, hiçbir sözde "evrimleşme"ye uğramamıştır. Bu alandaki gelişmeler, sentezler ve genişlemeler, aynı inanç özüne eşlik eden şeriatlerde, yasal sistemlerde görülmüştür. Cahiliye kökenli inançlarda evrimleşmenin olduğunu gözlememiz, insanlığın tek Allah'a dayalı inanç sistemine, inancın özü bakımından evrimleşerek ulaştığını kanıtlamaz; bu olgunun bize kanıtladığı gerçek şudur: Her peygamberin getirip yaydığı tek Allah'a dayalı inanç sistemi, sapıtmalardan sonra bile toplumların kültürlerinde izler bırakıyordu. Bu olumlu izler, sapıtmalardan sonra bile cahiliye kökenli inançları geliştiriyor, onları tek ilahlık özüne doğru yaklaştırıyordu. Ama tek ilahlı inanç sistemi, özü itibarı ile kronolojik olarak bütün putperest inançlardan öncedir ve ilk ortaya çıktığı anda, bilinen eksiksiz biçimi ile ortaya çıkmıştır. Çünkü bu, inanç sisteminin kaynağı insan düşüncesi ve insan bilgisi değildir; tersine O, yüce Allah tarafından insanlara gönderilmiştir. Bu yüzden O, ilk ortaya çıktığından beri gerçektir, yine ilk ortaya çıktığı andan beri eksiksizdir, gelişiminin doruğundadır.

İşte Kur'an-ı Kerim'in bu konudaki yorumu budur, İslâm düşüncesinin dayanağını oluşturan yorum budur. Buna göre hiçbir müslüman araştırmacı, özellikle İslâmı savunmak amacı ile yola çıkan hiçbir müslüman araştırmacı Kur'an'ın getirdiği bu kesin açıklamanın çizgisinden saparak sözde "karşılaştırmalı dinler tarihi" yazarlarının ortaya attıkları dayanaksız teorilerin, az önce dediğimiz gibi güdümlü bir yöntemden kaynaklanan düzmece teorilerin yardakçısı olamaz.

Biz bu tefsir kitabında, ilke olarak, İslâm adına yazlan kitaplardaki yanılgıları, ayak sürçmelerini tartışmıyoruz. Çünkü bu tür tartışmaların yeri, başka ve bağımsız araştırmalardır. Fakat bir tek örneğe değineceğiz; onu Kur'an-ı Kerim'in yönteminin, bu konudaki Kur'an yorumunun ışığı altındaki gündeme getireceğiz.

Prof. Mahmud Akkad, "Allah" adlı eserinin "İnancın kaynağı" başlıklı bölümünde şunları yazıyor:

"İnsan, bilim ve sanat alanında nasıl gelişti ise, inanç alanında da gelişme göstermiştir.

İnsanın ilkel inancı, ilkel hayat düzeyine denkti. Onun o dönemdeki bilgisi ve sanatı da aynı düzeyde idi. İlkel bilimler ve sanatlar, ilkel dinlerden ve tapınma geleneklerinden daha gelişmiş değildi. Bu kesimlerden birindeki gerçek kırıntıları, öbür kesimin içerdiği gerçek kırıntılarından daha fazla değildi.

İnsanoğlunun din alanındaki gelişme çabaları, ilimler ve sanatlar alanındaki gelişme çabalarında daha zor ve uzun vadeli çabalar olmuş olmalıdır. Çünkü büyük "evren" gerçeği, kimi bilimlerin ve kimisi de sanatların konusu olan tek tek nesnelerin gerçeğinden hem daha zor ve hem de daha uzun bir yolun aşılmasını gerektiriyordu.

İnsanlar, şu ışık saçan gök cisminin, yani güneşin mahiyetini uzun süre bilemediler. oysa güneş, gözlere en çok batan, insanların vücudlarını en çok etkileyen bir uzay gezegeni idi. Yakın zamana kadar onun, yani güneşin dünya çevresinde döndüğünü söylüyorlardı. Onun hareketlerini ve değişik görüntülerini tıpkı bir bilmece çözer gibi ya da bir rüya yorumlar gibi açıklamaya çalışıyorlardı. Bununla birlikte hiçbir insan, güneşin varlığını inkâr etmeyi aklının ucundan geçirmemiştir: Bu bulanık açıklamaların sebebi, güneşin ne olduğu konusunda akılları kuşatan katmerli bilgisizlik bulutları idi. Halâ da bu bulutlar tamamen dağılmış değildir.

Dinlerin ilkel cahillik çağlarındaki köklerine inmek ne dine bağlılığın asılsızlığını, anlamsızlığını kanıtlar ve ne de olamayacak bir şeyi, imkânsızı araştırma girişimidir. Bu girişimin tek kanıtladığı gerçek şudur: "Büyük gerçek" bir tek yüzyılda insanların bilgisine açılmayacak kadar büyüktür. İnsanların bu gerçeği öğrenmeye ilişkin yetenekleri asır asır, aşama aşama gelişmiş ve bu gelişme çabası değişik üsluplar göstermiştir. Tıpkı küçük gerçeklerini öğrenmeye ilişkin çabaları gibi. Hatta bu büyük gerçeği öğrenmek, akılların kavrayabildiği ve duyu organlarının algılayabildiği küçük gerçeklere göre daha zorlu ve daha ilginç çabalar gerektirmiştir.

"Karşılaştırmalı dinler tarihi" bilimi, ilk insanın inandığı birçok masalları ve saplantıları ortaya çıkarmıştır. Bu masalların, bu sapık inançların kalıntıları halâ bile birçok ilkel kabileler, hatta eski uygarlıklara bağlı milletler arasında yaygındır. Zaten bu bilim dalının bundan başka bir sonuca varması, önümüze koyduğu bulgulardan farklı bulgular ortaya çıkarması beklenemezdi. Başka bir deyimle ilkel dinlerin, bu araştırmaların ortaya koydukları gibi sapık ve bilimdışı olmaları kaçınılmazdı. Ortaya çıkan bu sonuç, akla uygun bir sonuçtu. Akıl, bunun dışında bir sonuç beklemiyordu. Bu sonuç, bilginlerce sürpriz olarak karşılanan ya da dinin özüne ilişkin yargılarında köklü değişiklik yapmalarına yolaçan, yeni bir unsur içermiyordu. Çünkü ilkel insanların, evren gerçeğini, saçmalıkların ve bilim-dışılığın gölgelerinden arınmış bir eksiksizlikle bildiklerini kanıtlamak amacı ile yola çıkmayı aklının ucundan geçiren bir bilim adamı, daha baştan imkânsız bir şeyi araştırmaya girişmiş demekti..."

Aynı yazar, yine aynı eserinin "Allah'a ilişkin inancın evreleri" başlıklı bölümünün bir yerinde de şöyle diyor:

"Karşılaştırmalı dinler tarihi" bilginleri, ilkel insanların Allah'a ilişkin inançlarında şu üç evreden geçtiklerini ortaya koymuşlardır:

1- Polytheism (Çok tanrılı dönem)

2- Honetheism (Ayırdetme ve tercih etme dönemi) 3- Monotheism (Tek ilahlı dönem)

Çok tanrılı dönemde ilkel kabileler onlarca, kimi zaman ise yüzlerce tanrıya tapınıyorlardı. Bu dönemde neredeyse her büyük aileye bir tanrı veya gözönünde bulunularak .tapılan, duaları ve kurbanları kabul eden bir tanrı-vekili düşüyordu.

İkinci dönemse bir ayırdetme ve tercih dönemi oldu. Bu dönemde tanrılar, çokluklarını yine sürdürüyor, fakat bunların içinden bir tanesi ön plana çıkmaya, diğer tanrılara tercih edilmeye başlıyordu. Bu ön plana çıkışın sebebi, ya o tanrının lider konumundaki kabilenin, başka kabilelerin savunma ve geçim işlerini üstlenen kabilenin tanrısı olması, ya da diğer tanrılara göre daha önemli ve daha öncelikli ihtiyaçlarını karşıladığına inanılması idi. Meselâ yağmur ve iklim tanrıları, ya da rüzgâr ve fırtına tanrıları gibi. Diğer tabii güçleri harekete geçirdiklerine inanılan tanrılara göre insanlar, bu tanrılara daha güçlü umutlar bağlıyorlar ya da onlardan daha çok korkuyorlardı.

Üçüncü dönemde ise kabileler, milletler halinde toplanmaya doğru gittiler, bunun sonucu olarak ortak bir tanrı etrafında birleşme eğilimine girdiler. Fakat yine her bölgede tapılan yerel tanrılar, saygı görmeye devam etti. Bu dönemde başka milletleri egemenliğine alan, onlara buyruğunu kabul ettiren millet, dinini ve tanrısını da boyunduruğu altına aldığı milletlere empoze ediyordu. Bazan dâ bu egemen millet, boyunduruk altına aldığı milletlerin tanrılarının kendi tanrısına boyun eğmesi ile yetiniyordu. O zaman bu boyun eğen tanrılar, varlıklarını ve tapınılmaya ilişkin konumlarını koruyorlardı. Ama bu tanrılık, egemen milletin tanrısına bağımlı bir tanrılıktı.

Herhangi bir millet bu kısmi tek tanrılığa uzun bir uygarlık aşamasından sonra erebiliyordu. Bu süreç boyunca bilgi alanında ilerliyor, akıl bakımından gelişiyordu. Bu gelişimin sonunda basit akılların ve ilkel kabilelerin normal gördükleri, tuhaf karşılamadıkları saçma inançları kabul edemez bir düzeye eriyorlardı. Bu milletin bireyleri tanrılarına, eski dönemlerine göre, daha kutsallığa yaraşır ve yetkinlikle bağdaşır nitelikler yakıştırıyorlar; tapınmalarının yanısıra, evrenin sırları üzerine ve evren ile tanrının yüce ve amaçlı iradesi arasındaki ilişki konusu üzerine kafa yormaya başlıyorlardı. Bu düzeye ulaşmış milletlerde çoğunlukla en büyük tanrı, egemen tanrı konumu kazanıyor, diğer tanrılar ya melek düzeyine iniyor, ya da gökteki mevkilerinden kovuluyor, tanrılık yetkilerinden soyutlanıyorlardı..."

Gerek yazarın kendi görüşlerinden ve gerekse düşüncelerini özetleyerek aktardığı "karşılaştırmalı dinler tarihi" araştırmacılarının görüşlerinden açıkça ortaya çıkan sonuç şudur: İnançlarını oluşturanlar, insanların kendileridir. Bu yüzden bu sistemler, insanların düşünce ve bilim alanındaki gelişme evrelerini yansıtır. Bu gelişme genellikle çok tanrılıktan, puta tapıcılığa ve puta tapıcılıktan tek tanrılığa doğru giden sürekli ve aşamalı bir evrim çizgisi izler.

Yazarın bu görüşte olduğu zaten adı geçen eserinin şu ilk cümlesinden açıkça anlaşılıyor; "Bu kitabın konusu, insanın ilk ilah edinme döneminden tek Allah'ı tanıdığı evreye, tek ilahlığın yalınlığına, berraklığına erdiği aşamaya ulaşıncaya kadar Allah'a ilişkin inancının gelişme sürecidir."

Hiç kuşku yok ki, yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerim'de bize yaptığı kesin ve net açıklama, "Allah" adli eserin yazarının, "karşılaştırmalı dinler tarihi" araştırmacılarının güdümlü yöntemlerinin etkisi altında kalarak yaptığı yorumdan başka bir şeydir. Yüce Allah buyuruyor ki; ilk insan olan Hz. Adem, tek Allah'lılık gerçeğini eksiksiz olarak biliyordu, tek Allah'lık inancının yalınlığını tanımıştı, bu yalınlığın yüzünü çok tanrıcılığın ve putperestliğin gölgesi altında lekelemekten uzaktı, egemenliğin sadece yüce Allah'ın tekelinde olduğu bilinci ile pratik hayata yön verecek olan ilkesi sırf onun buyruklarına dayandırmıştı.

Ayrıca O, bu inancı çocuklarına ve torunlarına da öğretmişti. Fakat uzun zaman sonra onun soyundan gelen kuşaklar tek Allah'lık ilkesine dayalı inanç sisteminden saptılar. Ya putperest oldular ya çok tanrıcılığa kayarak çok sayıda düzmece ilaha tapmaya başladılar.

Bu sapıklık dönemi, Hz. Nuh'un gelişi ile noktalandı. O, tek Allah ilkesine dayanan inancı yeniden canlandırdı. Bu arada sapık inançlarında direnenlerin tümü "Tufan" olayında boğularak yokoldu. Sadece "Tek Allah'ın yalınlığını" tanıyanlar; çok tanrıcılığı, puta tapıcılığı ve cahiliyenin geliştirdiği diğer tapınma biçimlerini reddeden, tek Allah ilkesine bağlı "müslüman"lar boğulmaktan kurtularak sağ kaldılar. Kesin olarak diyebiliriz ki, bu "kurtulmuşlar"m soyundan gelen kuşaklar, uzun bir süre boyunca, mutlak "Tevhid" ilkesine bağlı müslümanlar olarak yaşadılar. Sonra yavaş yavaş tek tevhid ilkesinden saptılar. Zaten her peygamberin fonksiyonu bu olduğu gibi, her peygamberin arkasından ortaya çıkan tedrici gelişme budur. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Ey Muhammed, senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberlere mutlaka benden başka ilah olmadığı ve bana kulluk etmeleri gerektiği buyruğunu insanlara duyurmalarını vahyettik." (Enbiya Suresi 25)

Hiç kuşku yok ki, yüce Allah'ın bu konuya ilişkin buyruğu başka bir şeydir ve "karşılaştırmalı dinler tarihi" araştırmacılarının "Allah" adlı eserin yazarınca da benimsenen yorumları başka bir şeydir. Bu iki görüş arasında gerek bakış açısı bakımından ve gerekse varılan sonuçlar bakımından tam bir karşıtlık vardır. Dinler tarihi araştırmacılarının görüşleri, birbirleri ile çelişen kişisel yorumlardan başka bir şey değildirler. Buna göre bu yorumlar, gelip geçici insan araştırmaları alanında bile "son söz" niteliği taşımazlar.

Yine kuşku yok ki, eğer yüce Allah herhangi bir konuda bir yorum yapar da bu yorumu Kur'an'da açık bir dille bize anlatırsa ve bunun yanısıra bir başkası da aynı konuda yüce Allah'ın yorumuna yüzde yüz ters düşen bir yorum ortaya atarsa, öncelikle benimsenmesi gereken yorum, yüce Allah'ın yorumudur. Özellikle İslâmı savunanların, gerek İslâma ve gerekse genel anlamda dinin özüne yönelik kuşkuları gidermek amacı ile kaleme sarılıp yazı yazanların benimseyecekleri tutum budur.

Bu dinin inançlı temelini yıkarak ona hizmet edilemez. Bu inanç temelinin ana maddeleri ise şunlardır: Bu din, yüce Allah'dan gelen vahye dayanır. Onu insanlar kendi kafalarından uydurmamışlardır. Bu din, tarihin başlangıcından beri, hep tek Allah'lık ilkesi ile ortaya çıkmıştır; tarihin hiçbir döneminde ve hiçbir peygamberlik misyonunda tek Allah'lık ilkesinden başka bir çağrı ile insanların karşısına çıkmış değildir.

Yine bu dine, onun yorumlarını bir yana bırakarak "karşılaştırmalı dinler tarihi" araştırmacıların görüşlerini benimseyerek de hizmet edilemez. Özellikle bu araştırmacıların güdümlü bir yöntem uyarınca çalıştıkları, amaçlarının yüce Allah'ın dinin temel dayanağını tümü ile yıkmak olduğu bilinince, onlara kapılarak dine hizmet edilemeyeceği gerçeği daha da netleşir. Yüce Allah'ın dini şu temel ilkelere dayanır: Bu din, yüce Allah tarafından gönderilen bir vahiydir; gelişen ve evrim geçiren insan düşüncesinin ürünü değildir; yine bu dinin dayanağı, insan aklının madde bilimleri ve tecrübe yöntemi alanındaki gelişmesi değildir.

Öyle umuyorum ki, bu kısa açıklama, bu tefsir kitabında daha uzununa girişmeyi uygun görmediğimiz bu özet nitelikli açıklama, hangi konuda olursa olsun, İslâmla ilgili kavramlarımızı, İslâm-dışı bir kaynaktan almaya kalkışmamızın ne kadar tehlikeli bir tutum olduğunu açıklar. Aynı zamanda bu açıklama, bize şunu da gösterebilir: Batının düşünce yöntemleri ile yorumları, bu yöntemlerle ve bu yorumlarla koyun-koyuna yaşayanların, fikri susuzluklarını bu yolla gidermeye çalışan zihinlerin kafalarını büyük oranda karıştırmaktadırlar. Öyle ki, böyle kimseler, İslâm düşmanlarının yönelttikleri iftiraları reddetmeye çalışırken bile bu kafa karışıklığının etkisinden kurtulamıyorlar. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Hiç kuşkusuz bu Kur'an, insanları en doğru yola iletir." NİHAİ BAĞ

Şimdi de Hz. Nuh'un hikâyesi üzerinde bir kez daha duralım. Hz. Nuh ile O'nun ailesinden olmayan oğlu ile bir kere daha başbaşa kalalım.

Böylece bu inanç sisteminin yapısında ve hareket doğrultusu üzerindeki gayet bariz, son derece belirgin bir noktaya değinmiş olacağız. Yolumuzun doğrultusunu belirleyen önemli bir ayırım noktasına parmak basmış olacağız bu değinişimizle. Önce okuduğumuz ayetlerin bazılarını tekrarlayalım:

Nuh'a vahiy yolu ile bildirdik ki; "Daha önce inananlar dışında soydaşlarından başka inanan olmayacaktır. Onların yaptıklarından dolayı üzülme." "Bizim gözlerimiz önünde ve vahyimiz uyarınca gemiyi yap, zalimler konusunda bana başvurma, çünkü onlar kesinlikle boğulacaklardır."

Nihayet emrimiz gelip tândır kaynamaya (her taraftan sular fışkırmaya) başlayınca Nuh'a "Her canlı türünün birer çiftini, boğulacağına ilişkin hükmünün kesinleştiği kimse dışındaki aile bireylerini ve mü'minleri gemiye bindir" dedik. Zaten O'na az sayıda kişi inanmıştı.

Gemi, içindeki yolcularla birlikte dağ gibi dalgalar arasında akıyor, yolalıyordu. O sırada Nuh, bir kenarda duran oğluna "Yavrum, bizimle birlikte gemiye bin, kâfirler arasında kalma" diye seslendi.

Nuh, Rabbine seslenerek dedi ki; "Ey Rabbim, oğlum ailemin bir bireyi idi, senin vaadin de gérçektir ve sen kesinlikle hüküm verenlerin en yerinde hüküm verenisin."

Allah dedi ki; "Ey Nuh, o oğlun-senin ailenden değildi. Çünkü o kötü işler yaptı. İçyüzünü bilmediğin bir şeyi yapmamı benden isteme. Sana cahillerden olmamanı öğütlerim."

Nuh dedi ki; "İçyüzünü bilmediğim bir şeyi yapmanı istemekten sana sığınırım. Eğer sen beni affetmez, bana merhamet etmezsen hüsrana uğrayanlardan olurum."

Bu dinde insanları biraraya getiren bağ, bu dinin karakteristik özelliğini ortaya koyan, sırf bu dine özgü bir sosyal bağdır. Bu orijinal sosyal bağ, bu ilahi sisteme özgü olan ufukları, boyutları ve amaçları kucaklar.

Sözünü ettiğimiz bağ, kan ve soy bağı değildir; toprak ve yurt bağı değildir; aşiret ve oymak bağı değildir; renk ve dil bağı değildir; milliyet ve devlet bağı değildir; meslek ve sınıf bağı değildir.

İslâma göre saydığımız bu bağların tümü varolduğu halde, insanlar arasındaki ilişki kesik olabilir. Nitekim yüce Allah, "Oysa oğlum, ailemin bireylerinden biridir" diyen Hz. Nuh'a "Ya Nuh, o senin ailenden değildir" diye cevap verdikten sonra, kendisine nasıl olup da oğlunun ailesinin bireylerinden biri olmadığını, "çünkü, iyi olmayan işler yaptı" diye açıklıyor. Yani onunla aranızdaki iman bağı kesiktir, ya Nuh; "o halde içyüzünü bilmediğin bir şeyi yapmamı benden isteme." Sen oğlunun, ailenin bireylerinden olduğunu sanıyorsun, fakat bu sanı, bu "zann" yanlıştır. Kesin olarak bilinen doğru ise şudur ki; o senin soyca oğlun olmasına rağmen, ailenin bireylerinden biri değildir.

Bu nokta, insanlar arası bağlar ve sosyal ilişkiler konusundaki bakış açısı bakımından bu din ile değişik cahiliye sistemleri arasındaki yol ayırımını belirleyen belirgin ve bariz bir kilometre taşıdır. Cahiliye sistemleri kimi zaman kan ve soy bağını, kimi zaman toprak ve yurt bağını, kimi zaman oymak ve aşiret bağını, kimi zaman renk ve dil bağını, kimi zaman milliyet ve devlet bağını, kimi zaman meslek ve sosyal sınıf bağını, kimi zaman ortak çıkar bağını, kimi zaman ortak tarih bağını ve kimi zaman ortak gelecek bağını insanları biraraya getiren bağ olarak sayarlar. Bunların hepsi, aralarındaki çelişkilere ve uyuma rağmen, hep birarada İslâm düşüncesinin özüne taban tabana zıttırlar.

"İnsanları en doğru yola ileten" şu Kur'an'da ifadesini bulan ve Kur'an'la aynı doğrultuyu paylaşan, aynı hedefe yönelen Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- direktiflerinde somutlaşan, tutarlı ilahi sistem, müslüman ümmeti bu önemli ilke ve yolların ayırımında beliren, bariz kilometre taşı doğrultusunda eğitmeye, yetiştirmeye koyulmuştur.

Hz. Nuh ile oğlu arasındaki bu surede anlatılan ilişki örneği, baba ile oğlu arasındaki birleştirici bağa ilişkin örnektir. Bu ilişkinin diğer düzeylerdeki örnekleri de başka surelerde gündeme getirilerek cahiliye sistemlerinin geçerli saydıkları öbür sosyal bağların anlamsızlığı ifade edilmiştir. Bu örnekler yolu ile İslâmın geçerli saydığı tek bağ, tek gerçek sosyal ilişki biçimi vurgulanmıştır.

Bu ilişkilerin evlât-baba bağına ilişkin örneği Hz. İbrahim ile babası ve soydaşları arasındaki örnek aracılığı ile şöyle dile getiriliyor:

"Ey Muhammed, kitapta İbrahim hakkında anlattıklarımızı hatırla. O son derece dürüst bir peygamberdi.

Hani babasına dedi ki; `Ey babacığım, niye işitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir yararı olmayan putlara tapıyorsun.'

`Ey babacığım, kesinlikle sana gelmemiş olan bir bilgi bana geldi; o halde .bana uy da seni düz yola erdireyim.'

`Ey babacığım, şeytana kul olma; çünkü şeytan rahmeti bol olan Allah'a baş kaldırmıştır.'

Ey Babacığım, senin Allah'dan gelecek bir azaba çarptırılarak şeytanın dostu olacağından korkuyorum.'

Babası ona `Ey İbrahim, sen benim tanrılarıma sırt mı çeviriyorsun? Eğer bu tutumundan vazgeçmezsen, seni taşa tutarak öldürürüm, uzun bir süre yanımdan uzaklaş" dedi. İbrahim, babasına dedi ki; `Esenlik dilerim sana. Senin için Rabbimden af dileyeceğim, hiç kuşkusuz-benim Rabbim lütufkârdır.'

`Sizi, Allah'ı bir yana bırakarak taptığınız putlarla başbaşa bırakıp bir yana çekiliyor ve Allah'a yalvarıyorum. Umuyorum ki, Rabbime yalvarmakla kötü olmaktan kurtulurum.'

İbrahim, onları taptıkları putlarla başbaşa bırakarak yanlarından ayrılınca, kendisine İshak'ı ve Yakub'u bağışladık ve bunların her ikisini de peygamber yaptık. Onlara rahmetimizden pay verdik. Her dilde saygı ile anılmalarını sağladık." (Meryem Suresi 41-50)

Yüce Allah, Hz. İbrahim'e, kendisini insanlığa önder yapacağını, ayrıca anısını yaşatacağını ve kendisinden sonra da peygamberlik zincirini sürdüreceğini müjdelerken, bu konuda kendisine söz verip taahhütte bulunurken, bir yandan da kendisi ile soyu arasındaki birleştirici bağın ne olması gerektiğini öğretiyor, telkin ediyor. Okuyoruz:

"Hani Rabbi, İbrahim'i birtakım emirler ile denemiş, o da onları yerine getirmişti. Bunun üzerine Allah `Seni insanlara önder yapacağım' demişti. İbrahim `Soyumdan da önderler çıksın' deyince, Allah `Zalimler, asla bu taahhüdümün kapsamına girmezler' dedi.

"Hani İbrahim `Ey Rabbim, bu şehri güvenli bir yer kıl, halkından Allah'a ve ahiret gününe inananları çeşitli ürünlerle rızıklandır' dedi. Allah da `Onlar dan kâfir olanları ise kısa bir süre geçindirir, sonra cehennem azabına katlanmak zorunda bırakırım. `Ne kötü bir akıbettir o!' dedi." (Bakara Suresi 124-126)

Yüce Allah, karı-koca arasındaki ilişkiye de Hz. Nuh ile eşi arasındaki ilişkiyi, Hz. Lût ile eşi arasındaki ilişkiyi ve bunların karşıtı olarak da Firavun ile eşi arasındaki ilişkiyi örnek gösteriyor. Okuyoruz:

"Allah, kâfirlere Nuh'un karısı ile Lût'un karısını örnek gösterir. Bu iki kadın, iki iyi kulumuzun nikâhı altındayken kocalarına karşı ihanet ederek kâfirliklerini gizlemişlerdi de eşleri Allah'ın azabını onların başlarından savamamışlardı. Onlara `Siz de cehenneme girenlerle birlikte cehenneme giriniz' dendi."

"Allah, mü'minlere Firavun'un karısını örnek gösterir. Hani O `Ya Rabbi, bana kendi katından cennette bir ev hazırla; beni Firavun'dan ve onun işlediği kötülüklerden koru; beni zalimler güruhunun elinden kurtar' dedi." (Tahrim Suresi 10-11)

Kur'an-ı Kerim, mü'minler ile aileleri, soydaşları, yurtları, toprakları, evleri barkları, malları, çıkarları, geçmişleri ve gelecekleri arasındaki ilişkiyi de örnekler ile anlatıyor. Bu örnekler, Hz. İbrahim'in ve çevresindeki mü'minler ile soydaşları arasındaki ilişkilerde ve "Eshab-ı Kehf" diye anılan "Mağaraya sığınmış gençler" ile aileleri, soydaşları, evleri-barkları ve yurtları arasındaki ilişkilerde somut biçimde gündeme getiriliyor. Okuyalım:

"İbrahim'de ve onunla birlikte olan mü'minlerde sizin için uyulacak güzel bir örnek vardır. Hani onlar soydaşlarına şöyle demişlerdi; `Biz sizden ve Allah'ı bir yana bırakarak taptığınız putlardan uzağız; sizin dininizi reddediyoruz; tek Allah'a inanıncaya kadar sizinle aramızda düşmanlık ve öfke egemendir." (Mumtehine Suresi 4)

"Ey Muhammed, sen `Eshab-ı Kehf'in ve Eshab-ı Rakım'ın şaşırtıcı mucizelerimizden biri olduğunu mu sanıyorsun?

Hani birkaç genç mağaraya sığınmışlar ve `Ey Rabbimiz, bize katından rahmet bağışla, bize şu işimizden bir kurtuluş yolu göster' dediler.

Bunun üzerine onları mağarada yıllarca uyuttuk.

Sonra iki gruptan hangisinin bu uyku süresini doğru olarak hesap edeceğini belirlemek üzere onları uyandırdık.

Ey Muhammed, biz sana onların hikâyelerini doğru olarak anlatıyoruz. Onlar Rabblerine inanmış bir grup gençti, onların hidayet bilincini arttırmıştık.

Kalplerini pekiştirmiştik. Hani ayağa kalkıp şöyle demişlerdi; `Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir; ondan başkasına imdadımıza çağırmayız, yoksa saçmalamış oluruz.'

`Şu soydaşlarımız, Allah'ı bir yana bırakarak çeşitli ilahlar edindiler; onların ilah olduklarına ilişkin kesin delil göstermeleri gerekmez mi? Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir?'

İçlerinden biri dedi ki; `Madem ki, soydaşlarınızla ve onların Allah'ı bir yana bırakarak taptıkları putlarla ilişkinizi kestiniz, o halde mağaraya sığınınız, Rabbiniz üzerinize rahmetinden bir pay yaysın ve şu işinizde size kurtuluş yolu göstersin." (Kehf Suresi 9-16)

Yüce Allah'ın gösterdiği bu örnekler, peygamberlerden ve mü'minlerden oluşan onurlu hak yolcularının kafilesinin hayatlarından alınmış kesitlerdir. Tarihin alacakaranlığından beri yoluna devam eden bu onurlu kervanın başlarından geçen bu örnek olaylar, müslüman ümmetin yoluna ışık tutuyor, bu ümmete yolunun işaret levhasını açıkça gösteriyor. İslâm ümmetinin önüne dikilen bu belirgin işaret levhası ona kılavuzluk ediyor, müslüman toplumun hangi sosyal bağ etrafında birleşmesi gerektiğini, başka türlüsünü geçerli saymayacağı bu bütünleştirici bağın ne olduğunu belirliyor. Bu bağa sarılmamızı yüce Allah bizden ısrarla istiyor; kesin bir kararlılıkla bu doğrultunun gösterdiği yolda ilerlememizi emrediyor. Bu ilahi emir, birçok durumlarda ve Kur'an-ı Kerim'in çok sayıdaki direktifinde somut olarak ifade ediliyor. Bu konudaki birkaç örneği birlikte okuyalım.

"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun, Allah'a ve O'nun peygamberine isyan eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin. İsterse bu kimseler babaları, oğulları, kardeşleri ve yakın akrabaları olsunlar. Bu mü'minler var ya, Allah imanı onların kalplerine işledi ve onları kendi bağışı olan bir ruhla destekledi. Onları altlarından ırmaklar akan ve içlerinde ebedi olarak kalacakları cennetlere yerleştirir. Allah onlardan hoşnut olduğu gibi onlar da Allah'dan hoşnutturlar. Onlar Allah'ın taraftarlarıdırlar. Haberin olsun ki, kurtuluşa erecek olanlar, Allah'ın taraftarlarıdır." (Mücadele Suresi 22)

"Ey mü'minler, benim ve sizin ortak düşmanlarımızı dost edinmeyiniz. Onlar size gelen gerçeği inkâr ettikleri halde, siz onlara sevgi gösteriyorsunuz. Onlar, sırf Rabbiniz olan Allah'a inanıyorsunuz diye Peygamber'i ve sizï yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer siz benim yolumda savaşmak ve hoşnutluğumu kazanmak için yola çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösterirsiniz? Ben sizin gerek saklı tuttuğunuz ve gerekse açığa vurduğunuz duygularınızı herkesten iyi bilirim. Aranızdan kim onlara sevgi gösterirse, doğru yoldan sapmış olur." (Mumtehine 1)

"Yakınlarınızın ve çocuklarınızın, kıyamet günü size hiçbir faydası olmaz. Allah onlarla sizi ayırır. Allah yaptığınız her işi görür."

İbrahim'de ve onunla birlikte olan mü'minler de sizin için uyulacak güzel bir örnek vardır... (Mumtehïne Suresi 3-4)

"Ey mü'minler, eğer babalarınız ve kardeşleriniz kâfirliği müminliğe tercih etmişlerse, sakın onları dost, yandaş edinmeyiniz. Kimler böylelerini dost edinirlerse, onlar zalimlerin ta kendileridirler.' (Tevbe Suresi 23)

"Ey mü'minler, yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse o onlardan olur. Allah zalimleri doğru yola iletmez." (Maide Suresi 51)

Hiç yorum yok: