BESMELE

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيمِ

14 Temmuz 2009 Salı

İFTİRACILARIN TEŞHİR EDİLİŞİ

Hud Suresi

İFTİRACILARIN TEŞHİR EDİLİŞİ

Daha sonraki ayetler, Kur'an'ı inkâr edenleri, onun yüce Allah tarafından gönderilmiş bir kitap olmayıp, uydurma olduğunu iddia edenleri, böylece yüce Allah'a ve Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- iftira edenleri gündeme getiriyor. Bu amaçla karşımıza kıyamet sahnelerinden birini getiriyor. Bu sahnede yüce Allah'a asıl iftira atanlar gözlerimizin önüne getiriliyor. Bu iftiracıların kimileri "Bu kitabı Allah indirmedi" diyen kimselerdir, kimileri yüce Allah'a ortak koşmuşlardır, kimileri de yüce Allah'ın kendine özgü yetkisi olan rabblik, egemenlik yetkisini yeryüzü kaynaklı sahte egemenlere yakıştırmışlardır. İnceleyeceğimiz ayetler, "Allah'a yalan yakıştırma" kavramının ifade ettiği bütün sapık yönelişleri içermek amacı ile bu konuda ayrıntı vermekten bile bile kaçınıyorlar.

Bu iftiracılar, bir kıyamet sahnesinde gözler önüne serilerek onca tanığın önünde, "teşhir" ediliyor, rezil ediliyor. Bu iftiracıların karşısında mü'minlerin, Rabblerine güvenenlerin ve onları bekleyen nimetlerin ve mutluluğun tablosu ile karşılaşıyoruz. Ayetlerin sonunda bu iki kesim, kör ve sağırlar ile görebilen ve işitebilen kimselere benzetiliyor, bu örnek aracılığı ile sözkonusu iki kesim arasındaki bağdaşmazlık ve uçurum çapındaki farklılık vurgulanıyor. Şimdi bu ayetleri okuyoruz:

"Allah'a yalan yakıştırma yapanlardan daha zalim kim olabilir? Onlar Rabblerinin huzuruna çıkarıldıklarında tanıklar, `Bunlar, Rabbleri hakkında yalan yakıştırmalar düzmüşlerdir' derler. Haberiniz olsun ki, Allah'ın lâneti zalimlerin üzerindedir.

Onlar insanları Allah yolundan alıkoyarlar. O yolu eğri göstermeye yeltenirler ve ahireti de inkâr ederler.

Bunların Allah'ın yapacaklarına engel olmaları sözkonusu değildir. Allah dışında dayanakları, destekçileri de yoktur. Azapları katlanır. Ne işitebilirler ve ne de görebilirler.

Bunlar kendilerini hüsrana düşürmüşler ve uydurdukları ilahlar-ortalıkta görünmez olmuşlardır.

Onlar, hiç kuşkusuz, ahirette en ağır hüsrana uğrayacak kimseler olacaklardır.

İman edip iyi ameller işleyenlere ve Allah'a gönülden saygı besleyenlere gelince, onlar cennetliklerdir ve orada ebedi olarak kalacaklardır.

Bu iki grup, kör ve sağır ile görebilen ve işitebilen kimselere benzer. Hiç bir iki grubun durumu bir olur mu? Acaba ibret dersi almaz mısınız?"

İftira, başlıbaşına iğrenç bir suçtur, gerçeğe ve aleyhinde yalan düzülene karşı işlenmiş bir zulümdür. Hele bu iftira yüce Allah'a karşı düzülürse, işlenen suçun ne kadar ağır olacağını varın siz düşünün. Ayetlerin ilgili cümlelerini birlikte okuyalım:

"Onlar Rabblerinin huzuruna çıkarıldıklarında tanıklar `Bunlar, Rabbleri hakkında yalan yakıştırmalar düzmüşlerdir' derler."

Ayette yeralan "Bunlar, Rabbleri hakkında yalan yakıştırmalar düzenlerdir" ifadesindeki "Bunlar" zamiri "işaret" yolu ile o kimseleri "teşhir etme ve kınama anlamını taşır. Bu kimseler kim hakkımda yalan düzmüşler? "Rabbleri hakkında" başka biri hakkında değil. Bu sahnenin egemen atmosferi rezillik atmosferidir. Bu rezilliği, işlenen suçun iğrençliğine denk düşen lânet motifi izliyor:

"Haberiniz olsun ki, Allah'ın laneti zalimlerin üzerindedir."

Bu sözü sahnedeki "tanıklar" böyle söylüyor. Tanıklar ya melekler, peygamberler ve mü'minler ya da tüm insanlardır. O halde bu lânet, bu kalabalık ortasında gerçekleşen bir utandırma, aşağılama ve "teşhir" cezasıdır. Ya da tanık kalabalığı karşısındaki bu rezil etmenin, ipliklerini pazara çıkarmanın yanısıra onlara ilişkin yüce Allah'ın bir başka kararıdır. Tekrarlıyoruz:

"Haberiniz olsun ki, Allah'ın lâneti zalimlerin üzerinedir."

Buradaki "zalimler"den maksat, müşriklerdir. Yüce Allah hakkında yalan yakıştırmalar yapanlar ve bu yolla insanları Allah'ın yolundan alıkoymak isteyenler onlardır. Devam ediyoruz:

"O yolu eğri göstermeye yeltenirler."

Onlar doğru yolu, sapmasız rotayı istemezler. Çarpıklığı, kaypaklığı, zigzağı ve sapmayı isterler. Böyle olmasını istedikleri şey, yol da olabilir, hayat da olabilir, hayatın olguları da olabilir. Ayetin anlamı bunların hepsini içerir. Bunun yanısıra "Bunlar ahireti de inkâr eden" kimselerdir. Bu ifadede "onlar" zamiri iki kez tekrarlanıyor. Amaç pekiştirme yolu ile sözkonusu müşriklerin suçluluklarını vurgulamak, bu suça dikkatleri çekmek sureti ile onları "teşhir" etmektir.

Yüce Allah'a ortak koşanlar -ki, bunlar zalimlerdir- İslâmın dosdoğru rotasından ayrılınca hayatın tüm alanlarını eğriliğe yöneltmeyi amaçlarlar. Zaten yüce Allah'ın egemenliği dışındaki bir başka merciin egemenliğine girmek, hem insan kişiliğinin bütün cephelerini ve hem de sosyal hayatın tüm kesimlerini eğriliğe mahkûm eder.

Yüce Allah'dan başkasına kul olmak, insan vicdanında onursuzluk ve aşağılıklık meydana getirir. Oysa yüce Allah, insan vicdanının onurla donanmasını istemiştir. Öte yandan kula kulluk, sosyal hayatı zulmün ve azgınlığın pençesine düşürür. Oysa yüce Allah, bu hayatın adalete ve eşitliğe dayalı olmasını istemiştir. Ayrıca kula kulluk ilkésinin egemen olduğu toplumlarda insanlar, toprak kökenli egemenleri, sahte rabbleri ilahlaştırma emeklerini, çabalarını boşa harcarlar. Bu amaçla durmadan davullu-zurnalı şenlikler düzenlerler. Bu şenliklerde durmadan nefes tüketirler. Bu yolla düzmece ilahlarını yücelterek gerçek Rabbin yerini doldurmaya çalışırlar. Fakat bu düzmece egemenler, bu sahte ilahlar, özleri itibarı ile küçük ve zavallı oldukları için bir türlü gerçek Rabbin yerini tutamazlar, yüce Allah'a inançsızlıktan doğan boşluğu dolduramazlar.

Bu yüzden o düzmece ilahların zavallı kulları, sefil köleleri sürekli bir çaba, kesintisiz bir didinme içindedirler. Gece-gündüz durmadan bu düzmece ilahları şişirmek için çalışırlar. Dikkatleri ve projektörleri üzerlerine ,çekmeye uğraşırlar. Aralıksız biçimde onlar adına davul-zurna çalarlar. Marşlı, şarkılı, bandolu, trompetli şenlikler düzenlerler. Böylece yararlı üretim faaliyeti uğrunda harcanması gereken insan emekleri, bu sonuçsuz, bu uğursuz çabalar uğrunda, bu onur kırıcı ve gelişmeyi durdurucu amaçlar peşinde harcanır. Bundan daha büyük bir eğrilme, bundan daha büyük bir yamukluk düşünülebilir mi?

"Onlar..."

Yani o lânete uğramış, yüce Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmış, kovulmuşlar:

"Allah'ın dünyada yapacaklarını engelleyemezler."

Onlar, yüce Allah'ın iradesine set çekecek güçte değildirler. Yüce Allah istese dünyada yakalarına yapışıp kendilerini azaba çarptırır. Devam ediyoruz:

"Onlar Allah dışında bir dayanakları, bir destekçileri de yoktur." Allah'a karşı kendilerine yardım edecek; O'nun azabı gelince kendilerine arka çıkacak bir koruyucuları yoktur. Yüce Allah, eğer onları somut dünya azabına çarptırmıyorsa, eğer bunun yerine işlerini ahiret azabına havale ediyorsa, bunun sebebi hem dünya azabını, dünya perişanlığını ve hem de ahiret azabını birlikte ve eksiksiz olarak çekmeleridir. Okuyoruz:

"Azapları katlanır."

Onların algılama mekanizmaları işlemez bir halde, basiretleri bağlı olarak yaşadılar. Sanki kulakları ve gözleri yokmuş gibi ömür sürdüler:

"Ne işitebilirler ve ne de görebilirler." "Bunlar, kendilerini hüsrana düşürmüşlerdir."

En ağır hüsran, en büyük kayıp budur. Kendini, özbenliğini kaybeden kimse, bunun dışındaki kazançlarından hiçbir yarar sağlayamaz. İşte bunlar, dünyada özbenliklerini kaybetmişler, öz varlıklarını hasara uğratmışlardır. Her şeyden önce insanlık onurlarını yitirmişler, onun bilincinden yoksun yaşamışlardır. Bu bilinç, yüce Allah'dan başkasının kulluğunu reddetme onurunda, kula kulluğun boyunduruğundan kurtulup Allah'a kul olmanın şerefine yüceltme tutumunda somutlaşır. Bunun yanısıra bu bilinç, dünya nimetlerinden yararlanmayı ihmal etmemekle birlikte, bu hayatın tutsaklığından sıyrılıp daha yüksek ve daha yüce bir hayata göz dikmeyi beraberinde getirir. Fakat bu adamlar ahireti inkâr etmekle, yüce Allah'ın karşısına çıkacakları gerçeğini yalanlamakla bu bilinçten yoksun olduklarını kanıtlamışlardır. Çünkü dünyadaki bu onursuz hayatlarının karşılığı olarak orada rezil-sefil olacaklardır, kendilerini bekleyen tek şey azaptır. Devam ediyoruz:

"Uydurdukları ilahlar da ortalıkta görünmez olmuştur."

Bu adamlar, yalan yere uydurdukları düzmece ilahlarını yanlarında bulamamışlar, onlarla buluşamamışlardır. Bu asılsız ilahlar gözlerden kaybolmuş, yokolmuş, sıvışıp gitmişlerdir. Devam ediyoruz:

"Onlar hiç kuşkusuz ahirette en ağır hüsrana uğrayacak kimseler olacaklardır."

Hiçbir kayıp, hiçbir hüsran, onların uğrayacakları kayba, onların karşılaşacakları hüsrana denk olamaz. Çünkü onlar hem dünyada ve hem de ahirette kendilerini, özbenliklerini yitirmişlerdir.

Öbür yanda mü'minler, iyi amel işleyenler yeralır. Bunlar Rabblerine güvenenler, O'na bel bağlayanlar, şikayetsiz ve endişesiz olarak O'nun himayesinde huzur bulanlardır. Okuyoruz:

"İman edip iyi ameller işleyenlere ve Allah'a gönülden saygı besleyenlere gelince, onlar cennetliklerdir ve orada ebedi olarak kalacaklardır." Buradaki "ihbat (gönülden saygı besleme)" kelimesi "güven, istikrar, teslimiyet ve bel bağlama" anlamlarına gelir. Bu kelime, mü'minin Rabbine yönelik tutumunu tasvir eder. Buna göre, mü'minler Allah'a sığınırlar, O'ndan gelecek her şeye razı olurlar. Yüce Allah'ın kendilerine yönelik tasarrufları karşısında vicdanları rahattır, kalpleri emniyettedir, gönülleri güven, huzur ve hoşnutluk duyguları ile doludur. Devam ediyoruz:

"Bu iki grup kör ve sağır ile görebilen ve işitebilen kimselere benzer. Hiç bu iki grubun durumu bir olur mu?"

Burada somut bir tablo karşısındayız. Tabloda iki grubun durumu elle tutulur biçimde tasvir ediliyor. Birinci grup gözleri görmeyen körlere ve kulakları işitmeyen sağırlara benziyor. Bunlar duyu ve algılama organlarını işlemez hale getirenler, onları fonksiyonlarını yerine getiremez duruma düşürenlerdir. Bu organların fonksiyonları kalbe ve akla mesaj ileten araçlar olmalarıdır; kalp ve akıl da aldıkları bu mesajlarının anlamını kavramakla ve özünü değerlendirmekle görevlidirler. Fakat bu kimseler sanki bu duyu ve algılama organlarından yoksun gibidirler.

İkinci gruptakiler ise, normal olarak görebilenler ve işitebilenler gibidirler. Buna göre bunlar gözlerinin ve kulaklarının kılavuzluğundan, yol gösterici fonksiyonundan sürekli biçimde yararlanan kimselerdir. Şimdi;

"Hiç bu iki grubun durumu bir olur mu?"

Bu soru, somut tabloyu izleyen ve cevap gerektirmeyen bir sorudur. Çünkü gözlerimizin önüne serilen somut tablo, bu sorunun açık cevabını içermektedir. Ayetlerin son cümlesini okuyoruz:

"Acaba ibret dersi almaz mısınız?"

Mesele bu hali ile "ibret" dersi almaktan başka hiçbir tepkiyi kaldırmaz. O kadar yalındır, o kadar apaçıktır ki, üzerinde düşünmeye hiç gerek yoktur.

İşte Kur'an üslubunun ağırlıklı unsurunu oluşturan "tasvir" yönteminin fonksiyonu budur. Bu yöntem tartışmayı gerektiren düşünce içerikli meseleleri, yalın ve söz götürmez kesin gerçeklere dönüştürür. Bu tür gerçekler karşısında insanın yapacağı tek şey onları görmek ve onlardan gerekli ibret derslerini çıkarmaktır.

Hiç yorum yok: