BESMELE

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيمِ

14 Temmuz 2009 Salı

GÜÇSÜZLERİN MEYDAN OKUYUŞU

Hud Suresi

GÜÇSÜZLERİN MEYDAN OKUYUŞU

Şimdi müşriklerin bir başka sözü karşımıza çıkarılıyor. Onlar bu sözü birkaç kez daha söylemişlerdi; "Bu Kur'an uydurmadır" demişlerdi. Yüce Allah da onlara meydan okuyor, dedikleri doğru ise, Kur'an'ın surelerine benzer on tane sure de onlar uydursunlar bakalım, bu uydurma işinde istedikleri kimsenin yardımına başvurabilirler.

13- Yoksa onlar "Muhammed, bu Kur'an'ı kendi uydurdu"mu diyorlar. Onlara de ki, "Öyleyse Kur'an'ın surelerine benzeyen on sure de siz uydurun bakalım. Eğer söylediğiniz doğru ise, bu konuda Allah dışında yardıma çağırabileceklerinizi de yardıma çağırın. "

14- Eğer bu çağrına karşılık vermezlerse anlayınız ki, bu Kur'an Allah'ın bilgisi altında indirilmiştir ve O'ndan başka ilah yoktur. Nasıl, artık müslüman oldunuz mu?

Bu iddiayı ileri sürenlere daha önce Yunus suresinde Kur'an'ın surelerinden biri gibi bir sure uydursunlar diye meydan okunmuştu.

Şimdi aynı iddiayı ileri sürenlere on sure uydursunlar diye meydan okunu yor. Bunun anlamı nedir?

Klâsik tefsir bilginlerine göre bu konuya ilişkin meydan okuma çoktan aza doğru giden bir sıra izliyor. Yani önce müşriklerden Kur'an'ın tümü büyüklüğünde bir kitap, arkasından onun on sure büyüklüğünde bir bölüm ve son olarak bir tek suresi büyüklüğünde bir bölüm uydurmaları istenmiştir. Ama bu sıralama hiçbir kanıta dayanmıyor. Tersine gördüğümüz şudur ki, sıralamadaki yeri daha önce gelen Yunus suresinde meydan okuma çağrısı bir tek sure ile sınırlandırıldığı halde, Yunus suresinden sonra gelen Hud suresindeki meydan okuma on sureye çıkarılıyor.

Gerçi ayetlerin iniş sırası ile surelerin Kur'an'daki diziliş sıraları her zaman birbiri ile çakışmaz, böyle bir gereklilik yoktur. Nitekim yeni bir ayet inince bu bazen eskiden inen bir sureye, bazen de sonra inen bir sureye ekleniyordu. Fakat böyle bir uygulamanın olup olmadığının somut biçimde kanıtlanması gerekir. Oysa iniş sebeplerine ilişkin bilgi veren kaynaklarda Yunus suresindeki meydan okuma ayetinin Hud suresindeki benzer ayetten daha sonra indiğini gösteren bir kanıta rastlanmamıştır. Böyle durumlarda hiçbir delile dayanmaksızın zorlamalı ve yakıştırmaca bir sıralama yapmak da caiz değildir.

Reşid Rıza, "Menar" adlı tefsir kitabında bu ayette geçen "on" rakamın bir sebebe bağlamaya çalıştı. Bu uğurda kendini bir hayli yordu, yaptığı açıklamada şöyle diyor; "Bu ayetteki meydan okuma çağrısı peygamber hikâyelerine ilişkindir. Araştırırsak görürüz ki, Hud suresinden önce inen ve içinde uzun peygamber hikâyesi anlatılan surelerin sayısı ondur. Bu yüzden karşı tarafa on surelik bir bölüm için meydan okunmuştur. Çünkü içinde peygamber hikâyesi anlatılan bir sure uydurmaları yolunda kendilerine meydan okumaktansa, bu türden on sure uydurmaları yolundaki meydan okuma müşrikleri daha çok zor durumda bırakır. Çünkü anlatılan hikâyeler farklı ve üslupları değişik olduğu gibi meydan okunan taraf, içinde hikâye anlatılan sureye benzer on tane sure uydurmak zorundadır. Eğer Kur'an ile boy ölçüşmek istiyorsa, ancak o zaman boy ölçüşmüş olur..."

Gerçi doğrusunu Allah bilir ama, bizim görüşümüze göre mesele son derece basittir, bu tür karmaşık ve zorlamalı yorumlara başvurmak gereksizdir. Şöyle ki, bu konudaki meydan okumalar, iddiayı ortaya atanların durumunu ve söylenen sözü çevreleyen şartları gözetiyordu. Çünkü Kur'an, pratik ve belirli durumlara karşılık verir, pratik ve belirli şartlara cevap getirir. Bunun sonucu olarak bir keresinde "Bu Kur'an'ın bir benzerini uydurunuz", başka bir keresinde "Bu Kur'an'ın bir tek suresinin benzerini ortaya getiriniz", bir başka kez de "Bu Kur'an'ın on suresinin benzerini ortaya getiriniz" diyor. Bu meydan okumalar arasında herhangi bir kronolojik sıralama yoktur. Çünkü amaç bu Kur'an'ın herhangi bir bölümünün uydurulması yolunda girişilen meydan okumanın kendisidir. Yoksa sözkonusu olan Kur'an'ın tümü olmuş, bir bölümü olmuş ya da bir suresi olmuş, farketmez. Meydan okuma, bu Kur'an'ın türüne ilişkindir, yoksa miktarına değil. Karşı tarafın bu konudaki yetersizliği de Kur'an'ın uydurulacak bölümünün miktarı ile değil, ifadesinin türü ile ilgilidir. Böyle olunca Kur'an'ın tümü ile bir bölümü, ya da bir tek suresi arasında fark yoktur. Ayrıca meydan okunurken herhangi bir sıralama gözetilmesi de gerekmez. Önemli olan Kur'an'ın uydurma olduğunu iddia edenlerin içinde bulundukları durumun ne demeyi gerektirdiği ve o durumda Kur'an hakkında ne tür bir iddia ileri sürdükleridir. Meydan okunurken bir surenin mi, on surenin mi, yoksa Kur'an'ın tümünün mü sözkonusu edileceği bunlara bağlıdır. Biz bugün sözkonusu şartların ne olduğunu bilemeyiz. Çünkü Kur'an bize bu konuda ayrıntılı bilgi vermemiştir. Ayeti okumaya devam edelim:

"Eğer söylediğiniz doğru ise,.bu konuda Allah dışında yardıma çağırabileceklerinizi de yardıma çağırınız."

Eğer bu Kur'an'ın Allâh sözü olmadığı, O'nun dışında bir başkası tarafından uydurulduğu biçimindeki iddianızda haklı iseniz, yüce Allah'a koştuğunuz ortakları, edebiyatçılarınızı, söz ustalarınızı, şairlerinizi, cinlerinizi ve insanlarınızı yardıma çağırınız da bu Kur'an'ın on suresine benzer bir yazı dizisi de siz uydurunuz bakalım! Şimdi de bir sonraki ayetin cümlelerini inceliyoruz:

"Eğer onlar bu çağrınıza karşılık vermezlerse..."

Yani Kur'an'ın on suresine benzer bir başka on sure uydurmayı başaramazlarsa. Böylece bu imkânsız işte size yardım edemeyecekleri, bu konuda ellerinden hiçbir şey gelmediği ortaya çıkarsa. Sizin de bu işte başarısız olduğunuz bellidir. Çünkü zaten başarısızlığınız ortaya çıkmasaydı, onları yardıma çağırmazdınız. Devam ediyoruz:

"Anlayınız ki, bu Kur'an, Allah'ın bilgisi altında indirilmişti."

Onu indirmeye gücü yeten, sadece O'dur. Sadece Allah'ın bilgisi, onu size indiği şekli ile indirmeyi gerçekleştirebilir. Evrensel yasalara, insanın değişik durumlarına, geçmişlerine, şimdiki zamanlarına, geleceklerine, şahıslarının ve yaşama tarzlarının yararına ilişkin kapsamlı bilgi birikimi içeren bu Kur'an, ancak Allah katından indirilmiş olabilir. Devam ediyoruz:

"O'ndan başka ilah yoktur."

Bu ilke, yüce Allah'ın indirdiklerine benzer bir başka on sure uydurma konusundaki çağrınıza cevap veremeyen, sahte ilahlarınızın başarısızlıklarının doğal bir sonucudur. Öyleyse tüm evrenin mutlaka bir tek ilahı vardır ve bu Kur'an'ı indirmeye sadece O'nun gücü yeterlidir.

Onaylanması, kabul edilmesi kaçınılmaz olan bu açıklamayı bir soru izliyor. Öyle bir soru ki, gerçek karşısında burun kıvırarak kaçanlardan, keçi inatlılardan başka herkes ona aynı cevabı verebilir, başka hiç kimse ona değişik cevap vermeye kalkışmaz. Okuyalım:

"Nasıl, artık müslüman oldunuz mu?"

Yani size meydan okundu ve bu meydan okuma karşısında başarısız kaldınız, yenik düştünüz. Böyle bir sonuca teslim olmaktan başka türlü göğüsleyebilir misiniz?

Fakat onlar, bundan sonra da gerçek karşısında burun kıvırmaya, kaçamak aramaya devam ediyorlar!

Aslında gerçek apaçık ortada idi. Fakat onlar dünya hayatında yararlandıkları çıkarlarının ve saltanatlarının ellerinden kaçmasından korkuyorlardı. Bu endişe ile insanların özgürlüğe, onurluluğa, adalete, şerefliliğe, kısacası "lâilâhe illellah (Allah'dan başka ilah yoktur)" ilkesine çağıranların sesine kulak vermelerinden ödleri kopuyor, insanlar bu çağrıya olumsuz karşılık vermesinler diye vicdanlarını baskı altında tutuyor, onları kendilerine kul-köle ediyorlardı. Bundan dolayı, bundan sonraki ayetler onların tutumlarına uyan bir değerlendirme yapıyor, sonlarının nasıl olacağını canlı bir tablo halinde gözlerinin önüne seriyor.

15- Sadece dünya hayatını ve bu hayatın çekici güzelliklerini isteyenlere çalışmalarının karşılığını orada tam olarak veririz, onlar orada hiçbir ödül kısıntısına uğratılmazlar.

16- Ama ahirette onlar için sadece cehennem ateşi vardır, dünyada yaptıkları iyi işler boşa gider, işledikleri yararlı ameller geçersiz olur.

Şu dünyada yapılan her çalışma, harcanan her emek karşılığını görür. İster bu çalışmanın, bu emeğin sahibi bakışlarını yüce ufuğa dikmiş olsun, isterse çalışmalarını sadece yakın vadeli çıkarlarına, şahsi beklentilerine yöneltmiş olsun, farketmez, her iki durumda da kural geçerlidir. Fakat eğer insan dünya hayatı peşinden koşar, sırf onun çekici güzellikleri uğruna çaba harcarsa, bu dünyada çalışmalarının karşılığını alır; belirli bir sürenin sonuna kadar bu sonuçlardan yararlanır.

Fakat böyle bir kimseyi ahirette bekleyen tek akıbet, cehennem ateşidir. Çünkü orası için hiçbir hazırlık yapmamış, hiçbir şey biriktirmemiş, hatta orayı hiç hesaba katmamıştır. Dünya için yaptığı bütün çalışmaların karşılığını dünyada alır. Fakat bu dünya amaçlı çalışmalar ahirette geçersizdir, orada onlara hiçbir önem verilmez, bu tür çalışmalar, zehirli ot yiyerek karnı şişen devenin kabarmasına ve arkasından çatlamasına benzer, kof bir genleşme gibidir. Bu tablo, dünyadaki kof genleşmelere, sonunda çatlayıp ölmeye vardıran hastalıklı kabarmalara uygun düşen bir tasvirdir.

Bugün biz etrafımıza baktığımızda hep dünya için çalışan ve bu çalışmaların karşılığını alan birçok şahıslar, toplumlar ve milletler görürüz. Bunların dünyaları alımlıdır, bunların dünyaları hızlı bir kabarma görüntüsü sürer gözlerimizin önüne. Fakat bu gördüklerimize şaşırıp "Bunlar niçin böyle!" diye sormamalıyız. Çünkü bu gördüklerimiz "Sadece dünya hayatını ve bu hayatın çekici güzelliklerini isteyenlere, çalışmalarının karşılığını orada tam olarak veririz, onlar orada hiçbir ödül kısıntısına uğratılmazlar" şeklindeki ayette ifadesini bulan dünyaya ilişkin ilahi yasanın gereğidirler.

Fakat bu yasayı ve bu yasanın sonuçlarını kabul etmek bize unutturmamalıdır ki, bu adamlar eğer bu dünya uğruna yaptıkları çalışmaların aynısını, kalplerini ahiret ufkuna yönelik tutarak, kazanırken ve nimetlerden yararlanırken yüce Allah'ın hoşnutluğunu gözeterek yapsalardı, yine dünya hayatının güzelliklerini elde edecekler, emeklerinin karşılığına -hiçbir kısıntıya uğratılmaksızın kavuşacaklardı, fakat o taktirde bunun yanısıra ahiret mutluluğunu da elde edecéklerdi.

Ahiret hayatı için çalışmak, dünya hayatı için çalışmanın yolunu kesen bir engel değildir. Tersine yine dünya için yapılan çalışmaların aynısı yapılacaktır. Yalnız bu işler yapılırken, yüce Allah'a yönelinecek, O'nun hoşnutluğu gözetilecektir. Ahiret hayatı için çalışmak, dünya hayatı için yapılacak olan çalışmaların ne miktarını azaltır ve ne de ürünlerini kısıtlar. Tersine bu çalışmaların ve bu çabaların ürünlerini arttırır, bereketlendirir, kazancı da bu kazançtan yararlanmayı da arındırır, temiz yapar. Ayrıca dünya yararına, ahiret yararını ekler. Yalnız eğer dünya yararından amaç, yasak ihtirasları tatmin etmek ise, o zaman iş değişir. Böyle bir tutum sadece ahirette değil, sonucu bir süre sonra görülse de; dünyada da geri teper. Bu yasa, gerek toplumların hayatında, gerekse fertlerin hayatında etkinliğini hep göstermiştir. Tarihin ibret dolu olayları, yüzyıllar boyunca ihtiraslarına tutsak olan milletlerin acı sonunu gösteren tanıklardır.

Bundan sonraki ayetlerde müşriklerin Peygamberimize ve yanında getirdiği gerçeğe karşı takındıkları tavır anlatılıyor, Peygamberimizin Rabbinden kaynaklanan, apaçık bir belgeye dayandığına, O'nun Allah tarafından görevlendirilmiş bir peygamber olduğuna tanıklık eden Kur'an'a dikkatlerimiz çekiliyor. Daha önce Hz. Musa'ya indirilen Tevrat da aynı tanıklığı yapmıştı.

Okuyacağımız ayetler, Peygamberimizi, O'nun çağrısını ve misyonunu kuşatan bu kanıtlar demetine bakışlarımızı çeviriyor. Amaç, Peygamberimizi ve çevresindeki müslüman azınlığı yüreklendirmek, onlara moral aşılamaktır.

Bunun arkasından Peygamberimizi yalanlayan müşrik gruplar, cehennem ateşi ile tehdit ediliyor, kıyamet gününün bir azap sahnesi gözlerinin önüne seriliyor. Bu sahnede dünyadaki şımarıklığın ve gerçek karşısında burun kıvırmanın cezası olarak perişanlık vardır, rezillik vardır.

Okuyacağımız ayetlerin devamında anlatılıyor ki, bu eğri yolun şımarık yolcuları, bu hakkın inatçı düşmanları yüce Allah'ın azabından kurtulamayacaklar, yüce Allah dışında bir kurtarıcı, bir dayanak bulamayacaklardır. Dünyadaki bütün şımarıklıklarına karşın, o gün bu alanda güçsüz ve çaresiz kalacaklardır. Yüce Allah'ın deyişi ile "Onlar ahirette ne ağır hüsrana uğrayacak kimseler olacaklardır."

KARŞIT GRUPLARIN TASVİRİ

Yine okuyacağımız ayetlerde sözkonusu müşrikler ile mü'minler arasında somut, gözle görülür bir karşılaştırma yapılıyor. Bu karşılaştırmada bu iki grubun özellikleri arasındaki derin farklılığa, dünyadaki ve ahiretteki tutumları ile durumları arasındaki uçuruma dikkatlerimiz çekiliyor.

17- Bir de Rabbinden kaynaklanan açık belgelere dayanan kimseleri düşünelim. Bu belgeleri yine Allah katından gelen bir tanık izliyor. Bu kimseler onun da öncesinde Musa'nın önder ve rahmet nitelikli kitabının onayı ile desteklenmişlerdir. (Böyleleri sırf dünya hayatı peşinde koşanlarla hiç bir olur mu?)

İşte bunlar Kur'an'a inanırlar. Onu inkâr eden sapık grupların varacakları yer ise cehennem ateşidir. Sakın Kur'an hakkında kuşkuya kapılına. O Rabbinden gelen bir gerçektir. Fakat insanların çoğu buna inanmazlar.

18- Allah'a yalan yakıştırmalar yapanlardan daha zalim kim olabilir? Onlar Rabblerinin huzuruna çıkarıldıklarında. tanıklar "Bunlar Rabbleri hakkında yalan yakıştırmalar düzmüşlerdir" derler. Haberiniz olsun ki, Allah'ın lâneti zalimlerin üzerinedir.

19- Onlar insanları Allah yolundan alıkoyarlar. O yolu eğri göstermeye yeltenirler ve ahireti de inkâr ederler.

20- Bunların, Allah'ın yapacaklarına engel olmaları sözkonusu değildir. Allah dışında dayanakları, destekçileri de yoktur. Azapları katlanır. Ne işitebilirler ve ne de görebilirler.

21- Bunlar kendilerini hüsrana düşürmüşler ve uydurdukları ilahlar ortalıkta görünmez olmuşlardır.

22- Onlar, hiç kuşkusuz, ahirette en ağır hüsrana uğrayacak kimseler olacaklardır.

23- İman edip iyi ameller işleyenlere ve Allah'a gönülden saygı besleyenlere gelince, onlar cennetliklerdir ve orada ebedi olarak kalacaklardır.

24- Bu iki grup kör ve sağır ile görebilen ve işitebilen kimselere benzer. Hiç bu iki grubun durumu bir olur mu? Acaba ibret dersi almaz mısınız?

Okuduğumuz ayetlerin cümleleri uzundur. İşaretleri ve mesajları çeşitlidir. Değinimleri ve çağrışımları da çeşitlidir. Bütün bunlar bize gösteriyor ki, mü'min azınlık, İslâm tarihinin o zorlu döneminde büyük sıkıntılarla karşı karşıya kalmıştı ve durum, sözlü ve mesaj aracılı desteğe ihtiyaç duyuracak derecede ciddi idi. Bu arada Kur'an'ın pratiğe, eyleme dönük özelliği de gözlerimizin önüne seriliyor. Kur'an'ın, bu özelliği uyarınca, o günkü realiteyi göğüslediğini vè bu realiteye karşı güçlü bir mücadele verdiğini bu ayetlerde açıkça görüyoruz.

Ancak böyle bir savaşa girenler, Kur'an'ın karşı koyup yönlendirmek üzere indiği o şartların benzerleri ile yüzyüze gelenler onun zevkine varabilirler. Oturdukları yerde Kur'an'ın anlamlarını ve mesajlarını arayanlar, onun anlatım ve sanat özelliklerini masa başında inceleyenler, bu savaştan ve hareketten uzak, donuk ve eylemsiz oturuşları sırasında onun gerçek mahiyetini asla kavrayamazlar. Kur'an'ın gerçek mahiyeti, rahat köşelerinde oturanların önlerine açılmaz. Onun sırları, yüce Allah'dan başkasına kul olmaya, zorbaların (tağutların) yüce Allah'ı dışlayan diktatörlüklerine boyun eğmeye razı olarak esenliği ve rahatlığı tercih edenler tarafından keşfedilemez. Şimdi okuduğumuz ayetleri incelemeye geçelim:

"Bir de Rabbinden kaynaklanan açık belgelere dayanan kimseleri düşünelim. Bu belgeleri, yine Allah katından gelen bir tanık izliyor. Bu kimseler onun da öncesinde Musa'nın önder ve rahmet nitelikli kitabının onayı ile desteklenmişlerdir (Böyleleri sırf dünya hayatı peşinde koşanlarla hiç bir olur mu?)

İşte bunlar Kur'an'a inanırlar. Onu inkâr eden sapık grupların varacakları yer ise, cehennem ateşidir. Sakın Kur'an hakkında kuşkuya kapılma. O Rabbinden gelen bir gerçektir. Fakat insanların çoğu buna inanmazlar."

"Bu ayette bir de Rabbinden kaynaklanan açık belgelere dayanan kimseleri düşünelim" ve "Bu belgeleri, yine Allah katından gelen bir tanık izliyor" şeklindeki cümlelerin ne anlama geldikleri konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Ayrıca "Rabbinden", "izliyor" ve "onun katından" ifadelerinden gizli zamirleri hangi isimlerin yerlerini tuttukları konusu da tartışmalıdır. Benim kanıma göre bu tartışmalı noktalara ilişkin en doğru görüşler şöyle sıralanabilir:

"Bir de Rabbinden kaynaklanan açık belgelere dayanan kimseler"den maksat, Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- ile O'na bağlı olarak Peygamberimizin getirdiği gerçeğe inananlardır. "Bu belgeleri, yine Allah katından gelen bir tanık izliyor." ifadesinin anlamı, "rabbinden gelen ve Peygamberimizin peygamberliğini gösteren bir tanık onu izliyor" demektir. Bu tanık şu Kur'an'dır; o kendi kendine yüce Allah katından gelen bir vahiy olduğunu, insan tarafından meydana getirilemeyeceğine tanıklık ediyor. "Ondan önce" yani bu tanıktan, Kur'an'dan önce "Musa'ya inen kitap" da Peygamberimizin doğru söylediğine şahitlik ediyor. Bu şahitlik hem Tevrat'ın, Peygamberimizin geleceğini müjdelemesi biçiminde ve hem de aslının Peygamberimizin getirdiği mesajını doğrulaması biçiminde ortaya çıkıyor.

Anlattığım görüşü tercih edişimin gerekçesi şudur: Bu surede peygamberler ile yüce Rabbleri arasındaki ilişki tasvir edilirken ortak bir ifade kullanılır yor: Bu ortak ifadeye göre bütün peygamberler, vicdanlarının derinliklerinde açık bir belgenin inandırıcılığını algılıyorlar. Bu belge sayesinde kendilerine gelen mesajın yüce Allah tarafından gönderilmiş bir vahiy olduğunu kesinlikle anlıyorlar. Yine bu açık belge sayesinde Rabblerini kalplerinde buluyorlar. Hiçbir şüphenin, en ufak bir kuşkunun gölgelemediği belirgin ve inandırıcı bir belgedir bu. Meselâ bu surenin bir ayetinde Hz. Nuh, soydaşlarına şöyle sesleniyor:

"Nuh dedi ki; `Ey soydaşlarım, baksanıza, eğer ben Rabbimden gelen açık bir belgeye dayanıyorsam, O bana kendi katından bir rahmet bağışladı ise de siz bunu görmekten yoksun bırakıldı iseniz, istemediğiniz halde sizi bu açık belgeyi ve bu rahmeti kabul etmeye mi zorlayacağız?" (Hud Suresi 28)

Hz. Salih de soydaşlarına aynı sözü söylüyor. Okuyoruz:

"Ey soydaşlarım, baksanıza, eğer ben Rabbimden gelen açık bir belgeye dayanıyorsam, O bana kendi katından bir rahmet bağışladı ise, emrine karşı geldiğim takdirde beni O'ndan kim kurtaracak. Sizin bana, zararımı arttırmaktan başka hiçbir katkınız olamaz." (Hud Suresi 63)

Hz. Şuayb'ın da soydaşlarına söylediği aynı sözdür. Okuyalım:

"Ey soydaşlarım, baksanıza, ya ben Rabbimden gelen açık bir belgeye dayanıyorsam ve O bana kendi rahmetinin sonucu olarak temiz bir geçim kaynağı yetmiş ise..." (Hud Suresi 88)

Görüldüğü gibi aynı durumu anlatan ortak bir ifade karşısındayız. Bu ifadede bütün peygamberler, içlerine doğan, kalplerinde parıldayan ortak bir algının özünü seslendiriyorlar. Bu dolaysız algı sayesinde ilahlık gerçeğini kalp gözü ile vicdanlarında görüyorlar, vahiy yolu ile Rabblerinin kendileri ile iletişim halinde olduğunun kuşkusuz inancına varıyorlar.

Bu surenin tanıtma yazısında belirttiğimiz gibï, aynı durumu anlatan bu ortak ifadenin vurgulanması, tüm surenin başta gelen amaçlarından biridir. Maksat Peygamberimiz ile yüce Allah arasındaki, yine Peygamberimiz ile kendisine vahiy yolu ile indirilen mesaj arasındaki ilişkinin aynen öbür peygamberler ile yüce Allah ve vahiy arasındaki ilişki gibi olduğunu ispatlamaktır. Bu ispatlama, müşriklerin Peygamberimize yönelik düzmece iddialarını çürütecek, aynı zamanda hem kendisini hem de çevresinde mü'min azınlığı yüreklendirecek, dayandıkları gerçeğe karşı güvenlerini pekiştirecektir. Sebebine gelince bu gerçek, bütün peygamberlerin getirdikleri ortak gerçekti, bütün peygamberlerin taraftarları olan "müslümanlar" bu gerçeğe teslim olmuşlardır.

Buna göre yukarıdaki ayetin toplu anlamı şudur:

Şu Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- var ya. Onun doğruluğuna ve inancının sağlamlığına ilişkin yığınla delil ve kanıt vardır. Bir defa Rabbinden kaynaklanan bilginin belirginliği, inancı ve bu belgelerin ışığı içine doğuyor. Ayrıca bu kesin inancına, Rabbinden gelen bir başka tanık olarak şu Kur'an ekleniyor. 0 Kur'an ki, kendine özgü nitelikleri, onun ilahi kaynaktan geldiğini açıkça ortaya koyuyor. Bunların yanısıra O'nu doğrulayan bir başka tanık daha var ki; o da Musa'ya inen kutsal kitap (Tevrat)'tır. Bu kitap, İsrailoğulları'nı yönlendirmek üzere gelen bir kılavuz, bir önder, yüce Allah tarafından yahudilere indirilmiş bir rahmettir. Bu kitap aynı zamanda Peygamberimizi doğrulayan bir tanıktır. Çünkü hem Peygamberimizin geleceğini müjdeliyor, hem de yüce Allah'ın tüm dinlerinin ortak dayanağını oluşturan ana ilkeler konusunda O'nun duyurdukları ile aynı prensipleri paylaşıyor.

O halde böyle bir insan, nasıl olur da çeşitli müşrik akımların ortaya çıkardığı değişik sapık grupların yaptıkları gibi yalanlamaya, inkâra ve kör inatlı direnmeye muhatap alabilir? Bunca çok yönlü tanıklar ve kanıtlar karşısında adamların takındıkları bu olumsuz tutum tuhaftır, kınanacak bir olaydır.

Ayetin daha sonraki cümlelerinde Kur'an'a inananlar ile onu reddedenlerin karşıt tutumları ele alınıyor ve ahirette bu iki grubu bekleyen zıt karşılıklar açıklanıyor. Arkasından bir adım daha atılarak Peygamberimiz ile çevresindeki mü'minlere moral aşılanıyor, bağlı oldukları gerçeğe güvenmeleri telkin edilerek yüreklerine su serpiliyor. Buna göre Peygamberimiz ile mü'minleri, yalanlayıcı kâfirlerin tutumları, bu yalanlayıcıların o dönemde çoğunluğu oluşturmalarına rağmen, endişeye düşürmemeliydi. Okuyoruz:

"İşte bunlar Kur'an'a inanırlar. Onu inkâr eden sapık grupların varacakları yer ise cehennem ateşidir. Sakın Kur'an hakkında kuşkuya kapılma. O Rabbinden gelen bir gerçektir. Fakat insanların çoğu buna inanmazlar."

Bazı tefsir bilginleri, "Bir de Rabbinden kaynaklanan açık belgelere dayanan kimseleri düşünelim. Bu belgeleri, yine Allah katından gelen bir tanık izliyor" ifadesinde kastedilenin Peygamberimiz olduğu taktirde "İşte bunlar Kur'an'a inanırlar" onlar `zamiri, bu vahye ve bu belgelere inanan mü'minlerin yerini tutuyordu. Oysa bu ifadede anlamayı zorlaştıran bir problem yok. Çünkü "İşte bunlar ona inanırlar" cümlesindeki "ona"dan maksat "tanık"tır ki, o da Kur'an'dır. Tıpkı bunun gibi, "onun da öncesinde" ifadesindeki "onun" zamiri de, daha önce söylediğimiz gibi, Kur'an'ın yerini tutuyor. Onlar, ona (yani tanığa, yani Kur'an'a) inanırlar" ifadesinin kapsamına Peygamberimizin de alınmış olması, anlamayı zorlaştıran, kafa karıştırıcı bir problem sayılmamalıdır. Çünkü Peygamberimiz, kendisine indirilen mesaja ilk önce kendisi inanmış, arkasından da kendisini mü'minler izlemişti. Nitekim Bakara suresinde "Peygamber, kendisine Rabbi tarafından indirilen mesaja inandı; mü'minler de. Hepsi birlikte Allah'a O'nun meleklerine, O'nun kitaplarına, O'nun peygamberlerine inandılar" buyurulurken, aynı gerçek dile getirilmiştir. (Bakara Suresi 285) Buna göre "onlar ona inanırlar" ifadesindeki "onlar" zamiri, Peygamberimiz ile birlikte O'nun duyurduğu mesajın doğruluğunu onaylamış olan mü'minleri kastediyor. Bu ifade tarzı, Kur'an üslubuna uygun bir ifade tarzıdır; anlaşılmayacak; kafa karıştıracak hiçbir yanı yoktur. Ayeti okumaya devam edelim:

"Onu inkâr eden sapık grupların varacakları yer ise cehennem ateşidir."

Bu mutlaka gerçekleşecek bir tehdittir. Çünkü onu tasarlayıp kararlaştıran yüce Allah'dır. Devam ediyoruz:

"Sakın Kur'an hakkında kuşkuya kapılma. O Rabbinden gelen bir gerçektir. Fakat insanların çoğu buna inanmazlar."

"Rabbinden kaynaklanan açık belgelere dayandığı" belirtilen Peygamberimiz, kendisine vahyedilen mesaj hakkında hiçbir zaman şüpheye kapılmadı, onun gerçekliğinden hiçbir zaman kuşku duymadı. Fakat bunca yoğun tanıkların ve delillerin arkasından gelen bu ilahi direktif, o günlerde Peygamberimizin vicdanını rahatsız eden sıkıntıyı, bıkkınlığı ve yalnızlık duygusunu hedef alıyor. O günlerdeki çağrı kampanyasının donmuşluğuna ve keçi inatlı karşı koymaların yoğunluğunu gösterge oluşturuyor. İşte bütün bu olumsuzluklar Peygamberimize moral vermeyi, O'nu teselli edip azmini tazelemeyi gerektirmiştir. Çevresindeki sıkıntılı, kederli mü'min azınlığın da böyle bir yüreklendirmeye ihtiyacı vardı. Yüce Rabbleri tarafından indirilen böylesine bir serin meltemin esintilerini, yanık gönüllerinin ateşini yatıştıracak böylesine kesin bir iman aşısını dört gözle bekliyorlardı.

Şimdi de bu tarihi kesitin ışığı altında zamanımızdaki "İslâm uyanışı"nın, "İslâm Rönesansı"nın öncülerini düşünelim. Bu kahramanlar da dünyanın her yerinde aynı olumsuz psikolojik şartlarla karşı karşıyadırlar. Çeşitli yol kesmelerin, sırt dönmelerin, alayların, istihzaların, eziyetlerin ve işkencelerin yoğun hücumlarına göğüs germektedirler. Bu olumsuz reaksiyonların hem maddi olanları hem de manevi türden olanları ile başları beladadır. Gerek yerel cahiliye güçleri ile gerekse milletlerarası cahiliye odakları ile sürekli boğuşma halindedirler, onlar tarafından sürekli koğuşturma altında tutulmaktadırlar. En iğrenç ve en amansız savaş türlerinin kesintisiz akınlarına göğüs göğüse karşı koymak durumundadırlar. Sonra da cahiliyenin iç ve dış güçleri, bu amansız savaşlarda kullandıkları kuklaların ve bu acımasız koğuşturmada yararlandıkları uşakların onuruna davulları çalmakta, bayraklar dalgalandırmaktadır.

İşte bu öncülerin bu ayetin her cümlesini düşüne düşüne okumaya, onun her işaretini, her çağrışımını, her imasını kavramaya ne kadar çok ihtiyaçları vardır!

Onların, şu ilahi vurgulamanın taşıdığı kesin inanç aşısına ne kadar çok ihtiyaçları vardır:

"Sakın Kur'an hakkında kuşkuya kapılma. O Rabbinden gelen bir gerçektir. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler."

Bu kahraman öncüler, yüce Allah'dan gelen kesin belgelerin ve rahmetin, peygamberlerin kalplerine aşıladığı ferahlığın aynısını kalplerinde bulmaya ne kadar çok muhtaçtırlar! O belgeler ki, apaçıktırlar ve o rahmet ki, peygamberler onun varlığından bir kez bile kuşkuya düşmemişler ve hiçbir zaman onsuz kalmamışlardır. Böyle olmalıdır ki, bu kahramanların yollarına devam etmeye ilişkin azimleri bilensin, hiçbir engel onlar için caydırıcı, vazgeçirici olmasın. 0 ayeti bir daha okuyoruz:

"Ey soydaşlarım, baksanıza, eğer ben Rabbimden gelen açık bir belgeye dayanıyorsam, O bana kendi katından bir rahmet bağışladı ise, emrine karşı geldiğim taktirde beni O'ndan kim kurtaracak? Sizin bana zararımı arttırmaktan başka hiçbir katkınız olamaz."

Bu kahraman öncüler, vaktiyle peygamberler kafilesinin karşılaştıkları engellerin tıpkısı ile karşılaşıyorlar; cahiliye, peygamberlere karşı hangi kötülükleri yaptı ise, onlara da aynı kötülükleri yapıyor. Zaman döndü, dolaştı ve Peygamberimizin geldiği gününün aynısını karşımıza çıkardı. Günümüzde bu dini tüm insanlığa duyurmak üzere gelmiş olan Peygamberimizin yaşadığı şartların aynısını yaşıyoruz, Peygamberimizin vaktiyle yüzyüze gelmiş olduğu cahiliye zihniyetinin tıpkısı ile yüzyüzeyiz. O günlerdeki cahiliye zihniyeti, daha önce Hz. İbrahim'in, Hz. İsmail'in, Hz. İshak'ın, Hz. Yakub'un, O'nun torunlarının, Hz. Yusuf'un, Hz. Musa'nın, Hz. Harun'un, Hz. Davud'un, Hz. Süleyman'ın, Hz. Yahya'nın, Hz. İsa'nın, kısacası tüm peygamberlerin getirip yaydıkları İslâm aydınlığının arkasından insanlığa egemen olmuştu.

Sözünü ettiğimiz cahiliye zihniyeti kimi dönemlerinde yüce Allah'ın varlığını kabul eder, kimi dönemlerinde etmez. Fakat her iki durumda da yeryüzünde insanlar için çeşitli rabbler ortaya çıkarır. Bu rabbler, bu düzmece ilahlar, yüce Allah'ın indirdiği ilkeler dışındaki ilkeler uyarınca insanlara egemen olurlar. İnsanların önüne çeşitli yasalar, değer yargıları, gelenekler ve sosyal kurumlar koyarlar. Böylece insanlar, yüce Allah'ın egemenliğini bir yana bırakarak bu sahte rabblerin egemenliği altına girerler.

İşte İslâm çağrısı da bu noktada ortaya çıkar. Bütün insanları bu yeryüzü kaynaklı rabbleri hayatlarından, sosyal kurumlarından, toplumlarından,değer yargılarından ve yasalarından kovmaya, ayıklamaya çağırır. Buna karşılık onlara her konuda yüce Allah'a dönmeyi, O'nu ortaksız Rabb kabul etmeyi, O'nun rakipsiz egemenliğini benimsemeyi, sadece O'nun yasalarına ve sistemine uymayı, O'nun buyruklarından ve yasaklarından başka hiçbir buyruğu, hiçbir yasağı dinlememelerini telkin eder. Bu noktadan sonra tek Allah inancı ile müşriklik arasında, cahiliye zihniyeti ile İslâm arasında tarih boyunca görülen amansız savaş kopuyor. İşte günümüz İslâm Rönesansı'nın öncüleri ile dünyanın her tarafındaki zorbalar, diktatörler ve putlaştırılmış liderler arasında süren savaş da bu amansız savaşın çağdaş uzantısıdır.

Bundan dolayıdır ki, bu kahraman öncüler, Kur'an'ın bu zor günlerin eski benzerlerine ilişkin direktiflerini vicdanlarına ve davranışlarına tam olarak yansıtmalıdırlar. İşte bize yukarıda okuduğunuz şu sözleri söyleten düşüncelerin bazıları bunlardır: "Ancak böyle bir savaşa girenler, Kur'an'ın karşı koyup yönlendirmek üzere indiği o şartların benzerleri ile yüzyüze gelenler bu kitabın zevkine varabilirler. Oturdukları yerde Kur'an'ın anlamlarını ve mesajlarını arayanlar, bu savaştan bu hareketten uzak, donuk ve eylemsiz oturuşları sırasında bu kitabın gerçek mahiyetini asla kavrayamazlar..."

Hiç yorum yok: