BESMELE

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيمِ

10 Temmuz 2009 Cuma

KENDİLERİNİ TEMİZE ÇIKARANLAR

Nisa suresi

KENDİLERİNİ TEMİZE ÇIKARANLAR

Ayetlerin akışı içinde kendi kendilerini temize çıkaran bu kimseler hakkında hayret ifade edilmeye devam ediliyor. Çünkü bu şaşkınlar bir yandan; yüce Allah'ın şeriatine dayanmayan, O'nun koyduğu herhangi bir kritere yaslanarak ölçü dışına taşma tehlikesini bertaraf etmemiş hükümlere, ayetin deyimi ile "puta ve Tağut'a" inanırken, öbür yanda; putperestliğe ve putperestlere arka çıkıyor, onlara yüce Allah'ın kitabına sistemine ve şeriatına bağlılık bakımından müslümanlara göre daha doğru yolda olduklarını söylüyorlar. Okuyacağımız ayetlerde onların tutumları karşısında hayret ifade edildikten ve bu gülünç manevraları gözler önüne serildikten sonra sert bir dille kınanıyorlar, aşağılayıcı bir ifade ile yerin dibine batırılıyorlar. Bunların yanısıra karakterlerinde gizli duran kıskançlığa ve cimriliğe parmak basılıyor, bağlıları olmakla övündükleri Hz. İbrahim'in dinine sırt çevirmeleri yanında bu gülünç tutumu takınmalarına yol açan diğer sebepler açığa vuruluyor. Bu kınama ve saldırı kampanyası "Öylelerine alevli cehennem yaraşır" cümlesi ile noktalanan kendilerine yönelik bir cehennem tehdidi ile son buluyor. Şimdi bu ayetleri okuyalım:

51- Şu kendilerine kitaptan bir pay verdiklerimizi görmüyor musun? Bunlar puta ve tağut'a (şeytana) inanırlar ve kâfirler hakkında `Bunların yolu müminlerin yolundan daha doğrudur' derler.

52- Bunlar Allah'ın lânetine uğramış kimselerdir. Allah birine lânet ederse ona yardım edecek birini bulamazsın.

53- Yoksa onların Allah'ın mülkünde bir payları mı var? Eğer öyle olsaydı, insanlara bir çekirdek kırıntısı bile vermezlerdi.

54- Yoksa Allah'ın, lütfunun eseri olarak insanlara bağışlamış olduğu imtiyazı çekemiyorlar, bu yüzden onları kıskanıyorlar mı? Oysa biz İbrahim'in soyundan gelenlere de kitap ve hikmet vermiş, kendilerine büyük bir egemenlik bağışlamıştık.

55- Fakat İbrahim'in soyundan gelenlerin kimi O'na inandı, kimi de kendisine sırt çevirdi. Öylelerinin hakkından alevli cehennem gelir.

Kendilerine "Kitaptan bir pay verilenler"den şunlar beklenirdi: Bunlar herkesten önce Kitaba (Kur'an'a) inanmalıydılar, yüce Allah'ın yol göstericiliğine muhatap olmamış nasipsizlerin kapıldıkları putperestliğe karşı çıkmalıydılar, yüce Allah'ın kitabını hayatlarına egemen kılmalı ve tağutun yoluna koyulmamalıydılar. Tağut; yüce Allah'ın onayına dayanmayan herhangi bir hukuk sistemi ve yüce Allah'ın şeriatınca desteklenmeyen herhangi bir hüküm demektir.

Fakat kendi kendilerini aklayan ve yüce Allah'ın sevdikleri olmakla övünen yahudiler, kendilerine yakıştırdıkları bu asılsız konuma ters düşecek şekilde batıla ve putperestliğe uyuyorlar. Çünkü kâhinlerinin peşinden gidiyorlar, kahinlerine ve hahamlarına yüce Allah'ın onayına dayanmaksızın yasa koyma yetkisi tanıyorlar. Aynı anlamda "tağut"a inanıyorlar. Tağut, yüce Allah'ın şeriatı dışında kaynaklanan hüküm anlamındadır. Tağut, sözlük anlamı ile "azgınlık, taşkınlık, ölçü dışına çıkma" demektir. Sözünü ettiğimiz tutum da bir tür taşkınlık ve bir çeşit ölçüyü çiğnemektir. Çünkü yüce Allah'ın tekelindeki imtiyazlardan biri olan egemenliği insanlardan birine yakıştırmaya kalkışıyor. Bunun yanısıra yüce Allah'ın hakka ve adalete bağlayıcı şeriatının kurallarından birinin disiplini altına girmiyor. Bu niteliği ile bu tutum bir taşkınlık, bir kuralları çiğneme olayıdır. Bu tür kural dışı, taşkın hükümlere inananlar, uyum gösterenler ya Allah'a ortak koşmuşlardır ya da doğrudan doğruya kafirdirler. İşte yüce Allah bunların tutumlarını şaşırtıcı buluyor. Çünkü kendilerine kutsal kitap hazinesinden bir pay verildiği halde bu kitabın içeriğine bağlanmamışlardır.

Bu şaşkınlar sadece "puta ve Tağut'a" inanmakla kalmıyorlar. Bunun yanısıra yüce Allah'ın kitab verdiği, kendilerine Kur'an'ı gönderdiği müslümanlara karşı kâfirlerin tarafında yer alıyorlar, onlara hak veriyorlar. Tekrarlıyoruz:

"Kâfirler hakkında `Bunların yolu, müminlerin yolundan daha doğrudur' derler."

İbn-i İshak'ın, Muhammed b. Ebu Muhammed ve İkrime yolu ile Ebu Said b. Cubeyr'e dayanarak bildirdiğine göre Abdullah b. Abbas diyor ki:

"Kureyş, Gatafan ve Beni Kureyza kabilelerini müslümanlara karşı birleştirip savaşa sürükleyenler Hayy b. Ahtab, Selâm b. Hakık, Ebu Rafi, Rebü b. Hakık, Ebu Amir, Vehûh b. Amir ve Hevde b. Kasy adlı kişilerdi. Bunlardan Venûh, Ebu Amir ve Hevele Vailoğulları kabilesinden, öbürleri ise Nadiroğullari kabilesinden idi.

Bu yahudi heyeti Kureyş kabilesi ile görüşmeye gidince onlara beraberlerinde getirdikleri din adamlarını göstererek şöyle dedi; `Bunlar Yahudi hahamlarıdırlar. İlk kutsal kitabı iyi bilirler. Sorun onlara, sizin dininiz mi, yoksa Muhammed'in dini mi üstündür?' Kureyşlilerin bu yoldaki soruları üzerine yahudi hahamları `Sizin dininiz Muhammed'in dininden daha üstündür. Sizin yolunuz Muhammed'in ve O'nun peşinden gidenlerin yolundan daha doğrudur' diye cevap verdiler. Bunun üzerine yüce Allah `Şu kendilerine kitaptan pay verdiklerimizi görmüyor musun...' diye başlayan ve "... kendilerine büyük bir egemenlik bağışlamıştık" diye biten ayetler gurubunu indirdi.

Bu ayetlerde onlara lânet ediliyor, dünyada ve ahirette desteksiz ve yardımcısız kalmaya mahkûm oldukları bildiriliyordu. Çünkü onlar, Kureyş putperestlerine kendilerine destek sağlamak için gitmişler, bu sözleri de gönüllerini alıp taraftarlıklarını kazanmak amacı ile söylemişlerdi.

Nitekim Kureyşliler de yahudilerin bu isteklerini olumlu karşılayarak Hendek (Ahzab) savaşında onların tarafında müslümanlara karşı savaşa girdiler. Peygamberimiz bunlara karşı Medine çevresinde hendekler kazdırdı. Yüce Allah, onların kötülüklerine engel oldu, onları kinleri ile baş başa bıraktı, istedikleri sonucu elde edemediler. Yüce Allah savaşta ağırlığını müminlerden yana koydu. Hiç şüphesiz Allah güçlü ve üstün iradelidir.

Gerçi yahudilerin "Putperest Kureyşlilerin dini Hz. Muhammed'in ve O'nun peşinden gidenlerin dininden daha üstündür; putperestlerin yolu, yüce Allah'ın kitabına (Kur'an'a) ve Peygamberine inananların yolundan daha doğrudur" demeleri aslında hayret edilecek bir tutumdur; ama, yahudilere çok görülmez, onlar için normaldir. Onlar hak ile batıl arasında, doğru ile eğri arasında, doğrular ile eğriler arasındaki tutumu her zaman budur. Onların doyumsuz hırsları, yatışmaz arzuları ve dinmez kinleri vardır. Onlar hakkın ve hak taraftarlarının yanında hırslarına, arzularına ve kinlerine destek bulamazlar. Bu yoldaki desteği ve yardımı her zaman ancak batılın, eğrinin ve eğrilik taraftarlarının arasında bulabilirler. Hakkın ve hak taraftarlarının aleyhine geçip batılın ve eğrinin taraftarlarının lehine tanıklık etmelerinin sebebi budur.

Onların tutumu her zaman budur ve bu tutumun sebebi de her zaman geçerlidir. Bu yüzden onların "Kureyş putperestlerinin yolu, müminlerin yolundan daha doğrudur" demeleri kendi açılarından mantıklı ve normaldir, süpriz değildir.

Yahudiler aynı sözü bu günde söylüyorlar, yarın .da söyleyeceklerdir. Onlar günümüz dünyasının her yerindeki başarılı İslâmî hareketi, denetimleri altındaki propaganda ve yönlendirme araçları ile lekelerler; bu hareketleri gözden düşürüp kuvvet yolu ile ezmek isteyen batıl taraftarlarını olanca güçleri ile desteklerler. Tıpkı ilk İslâmî hareketi gözden düşürmek ve ezebilmek için putperest Kureyşlileri destekledikleri, kendileri ile güç birliği yaptıkları gibi.

Fakat iğrenç iki yüzlülüklerinden, hile ve düzenbazlık alanındaki erişilmez maharetlerinden ve zamanımız şartlarının öyle yapmalarını gerektirmesinden dolayı kimi zaman eğriyi ve eğrinin taraftarlarını açıktan açığa övmezler. Sadece hakkı ve hak taraftarlarını karalamakla yetinirler. Batılın hakkı ezmesine, sindirmesine böylesine dolaylı yoldan destek vermeyi uygun görürler. Çünkü günümüzde yahudilerin açık övgüsü, başlı başına bir suçlama gerekçesi ve taşınmaz bir töhmet yükü haline gelmiştir. Bu yüzden eğer desteklerini ve övgülerini açığa vururlarsa İslâmî hareketleri ezmek isteyen, dünyanın her yerindeki gizli ajanları ve onlardan aldıkları direktiflere göre çalışan sinsi zorbalar hakkında kuşku uyandırabilir!

Kimi zaman bu sinsi yanıltmacalarını o kadar ileri boyutlara vardırırlar ki kendileri hesabına hakkı ve hak taraftarlarını sindiren ajanları ile göstermelik düşmanlık ve savaş oyunu oynarlar ya da danışıklı propaganda savaşını gündeme getirirler. Amaçları uzun vadeli emellerini gerçekleştiren en sadık, en bağımlı dostlarını tamamen şüpheden uzak tutmaktır.

Fakat asla İslâm'ı ve müslümanları karalama, gözden düşürme kampanyasına ara vermezler. Çünkü İslâm'a karşı besledikleri kin o kadar koyu ve katıdır ki, en küçük bir İslâmî diriliş hareketine, hatta böyle bir hareketin gölgesine bile tahammül edemezler. İnsanları yanıltmak ve aldatmak için bile onun varlığına katlanamazlar.

Yahudilerin tarih boyunca sergiledikleri karakter, uyguladıkları strateji ve güttükleri amaç aynıdır. İşte yüce Allah bundan dolayı onlara lânet ediyor, kendilerini rahmetinden kovuyor ve desteğinden yoksun bırakıyor. Yüce Allah'ın desteğinden yoksun kalan kimse bütün yeryüzü halkının desteğini ve yardımını kazansa bile aslında destekçisiz ve yardımcısızdır. Okuyoruz:

"Bunlar Allah'ın lânetine uğramış kimselerdir. Allah birine lânet ederse ona yardım edecek birini bulamazsın."

Günümüzde bütün batılı devletlerin yahudileri desteklediklerini görünce paniğe kapılıp sorabiliriz: Hani Allah onları lânete çarptırdığını vaad etmişti? Hani Allah'ın lânetine uğrayanlar yardımcı ve destekçi bulamazlardı?

Fakat bilmeliyiz ki, asıl yardım edici, asıl destekçi insanlar değildir, devletler de değildir. Bu devletlerin ellerinde hidrojen bombaları ve türlü türlü füzeler de olsa bu böyledir. Asıl gerçek yardımcı yüce Allah'tır, iradesi karşısında bütün kullarına diz çöktürme gücünde olan yüce Allah! Bu rakipsiz güç karşısında ellerinde hidrojen bombaları ve çeşit çeşit füzeler bulunan kullar da kim oluyorlar?

Yüce Allah ise kendisini destekleyenin destekçisidir. Nitekim O bize "Allah dinini destekleyenleri kesinlikle destekler." buyuruyor." (Hacc Suresi, 40) Yüce Allah kendisine gerçek anlamda inananların, olanca güçleri ile sistemine bağlananların, hoşnutluk ve teslimiyet içinde sisteminin hakemliğine başvuranların yardımcısı ve destekçisidir.

Yüce Allah bu ayette kendisine inanmış, sistemine uyan ve şeriatının hakemliğini benimseyen bir ümmete sesleniyor. Bu yüzden bu ümmetin düşmanları olan yahudileri ve destekçilerini küçümsüyor. Yine yüce Allah bu ümmete yardım etmeyi, destek sağlamayı vaad ediyor. Çünkü düşmanlarının, yani yahudilerin yardım edicisi destekleyicisi yoktur. Yüce Allah o günkü müslümanlara karşı vaadini, fiilen gerçekleştirdi. Onun vaadi ancak gerçek müslümanlar hakkında gerçekleşebilir, ancak gerçekten inanmış bir kitle varolunca bunların eli ile bu durum pratiğe yansıyabilir.

O halde ateistlerin, putperestlerin ve hristiyanların hep birlikte yahudileri desteklemeleri, arkalamaları karşısında paniğe kapılmayalım ve yılgınlığa düşmeyelim. Onlar her zaman zaten İslâm karşısında, müslümanlar karşısında ve yahudilerin yanında olup onların destekçileri olurlar. Çünkü asıl güç dengesini değiştirecek destek ve yardım bunlarınki değildir. Fakat aynı zamanda Allah'ın yardımını peşin olarak yanımızda bilmek gibi bir yanılgıya da kesinlikle kapılmamalıyız. Çünkü yüce Allah'ın yardım vaadi ancak müslümanlar hakkında ve bu iddiayı ileri süren kimseler gerçek müslüman oldukları gün gerçekleşir.

Buna göre müslümanlär -bir kez olsun- gerçekten müslüman olmayı denemeye girişmelidirler. O zaman kendi gözleri ile baksınlar bakalım, ortada yahudileri destekleyen kalacak mı, ya da kalsa bile bu destekçilerin yahudiye bir yararı olacak mı?

İNSANLIIĞIN BAŞ DÜŞMANLARI

Yüce Allah yahudilerin tutumlarını, davranışlarını ve sözlerini hayretle karşıladığını belirttikten ve bu yüzden onları lânetine çarptırıp yalnızlığın perişanlığına mahkûm ettiğini açıkladıktan sonra Peygamberimize ve müslümanlara karşı takındıkları başka bir tutumu kınamaya girişiyor ve yahudilerin müminlere yönelik ilâhi nimeti kıskanmalarını yeriyor. Bu nimet hak Din, zafer ve egemenlik-iktidar nimetidir. İşte yüce Allah'ın tek taraflı bir bağışı olarak müslümanlara karşı sunduğu bu nimet yahudileri kıskançlıktan çatlatıyor. Oysa nimeti veren, yüce Allah'tır, müslümanların bu ilâhi takdirde hiçbir yetki payları yok!

Aşağıdaki ayetlerde aynı zamanda yahudilerin pinti karakterlerine, başkalarının elindeki her şeyde gözü kalan çekememezliklerine de parmak basılıyor. Oysa yüce Allah onlara ve atalarına da bol bol nimet bağışladı. Fakat bu ilâhi bağışlar onlara ne cömertliği gösterebildi ve ne de kendilerini kıskançlıktan ve açgözlülükten vazgeçirebildi. Şimdi ayetleri okuyoruz:

"Yoksa onların Allah'ın mülkünde bir payları mı var? Eğer öyle olsaydı, insanlara bir çekirdek kırıntısını bile vermezlerdi.

Yoksa Allah'ın karşılıksız lütfunun eseri olarak insanlara bağışlamış olduğu imtiyazı çekemiyorlar, bu yüzden insanları kıskanıyorlar mı? Oysa biz İbrahim'in soyundan gelenlere de kitap ve hikmet vermiş, kendilerine büyük bir egemenlik bağışlamıştık."

Aman Allah'ım, ne tuhaf şey! Adamlar, yüce Allah'ın herhangi bir kuluna kendi katından bir nimet bağışlamasını çekemiyorlar. Yoksa bunlar -haşa- yüce Allah'ın ortakları mı? Yoksa O'nun mülkünde, varlığında payları mı var? Bir bölümünü bağışladığı, kullarına karşılıksız akıttığı mülkünde yani. Eğer bu mülkde, bu varlıkta payları olsaydı insanlara bir çekirdek kırıntısını, bir tohum zerresini bile çok görürlerdi. O kadar cimri ve o kadar pintidirler. Ayette geçen "nukre (çekirdek kırıntısı)" çekirdeğin sırtındaki cücük demektir. Eğer yahudinin, yüce Allah'ın mülkünde, varlığında payı olsa pintiliği ve iğrenç bencilliği yüzünden insanlara bu çekirdeğin cücüğünü bile vermeye eli varamazdı. Allah'a hamdolsun ki O'nun, bu mülkte payı yok. Yoksa tüm insanlar yandıydı, kendilerine bir çekirdek cücüğü bile verilmeyecektir.

Yoksa yahudilerin hastalığı kıskançlıklarından mı kaynaklanıyor? Yüce Allah'ın Peygamberimize ve müslümanlara bağışladığı imtiyazı mı kıskanıyorlar? Müslümanlara yepyeni bir varoluş kazandıran, onları yeniden doğmuşçasına başkalaştıran, kendilerine diğer insanlardan farklı bir kişilik sağlayan; onlara bir yandan aydınlık, ışık, güven duygusu ve gönül huzuru, öbür yandan temizlik, arınmışlık ve bunların yanısıra prestij ve egemenlik bağışlayan İslâm dinini mi kıskanıyorlar?

Evet, yahudilerin içini kemiren kurt, gerçekten bu kıskançlıktır. Üstelik bu din yüzünden arapların üzerine nice yıllardan beri kurmuş olduğu edebî ve ekonomik egemenlik de elden gidiyor; cahil, bölük-pörçük ve birbirleri ile sürekli çatışan zavallı Arapların sırtlarından, onların dinsiz günlerinde sağladığı çık arlar artık hayal olmak üzere!

Fakat yüce Allah başkalarına peygamberlik ve yeryüzü egemenliği verdi diye ne yüzle insanları kıskanıyorlar? Çünkü kendileri de Hz. İbrahim döneminden beri ilâhî bağışın denizi içinde yüzüyorlar. Bilindiği gibi yüce Allah gerek Hz. İbrahim'e gerekse soyundan gelenlere kutsal kitap, peygamberlik mevki, egemenlik ve iktidar vermişti. Fakat bu nankörler bu bağışın değerini bilmediler, bu nimete sahip çıkmadılar ve vaktiyle yüce Allah'a verdikleri sözü tutmadılar. Tersine bir kesimi inanmayanlar safına katıldılar. Oysa bu kadar nimete ve bağışa muhatap olan bir milletin bir kesiminin inkâra sapması, kâfir olması yakışık almaz. Okuyoruz:

"Oysa biz İbrahim'in soyundan gelenlere de kitap ve hikmet vermiş, kendilerine büyük bir egemenlik bağışlamıştık.

Fakat İbrahim'in soyundan gelenlerin kimi O'na inandı, kimi de kendisine sırt çevirdi."

Yüce Allah'ın nimet ve bağışından bol bol pay almışların yine de başkalarını kıskanması, kıskançlık kompleksinin en acı verici tezahürüdür. Sebebine gelince nimetten yoksun olan kimse başkalarını kıskanınca bu duygu yüzünden kınanır, antipatik görülür. İlahî nimetlerden bol bol pay almış kimselerin kıskançlığına gelince bu köklü ve derin boyutlu bir bir şirretliktir. Yahudinin benzersiz ve kendine özgü şirretliği yani.

Bundan dolayı bu ayetin son cümlesinde alevli cehennem tehdidi ile karşılaşıyoruz. Bu tehdit, sözünü ettiğimiz iğrenç şirretliğin karşılığı olan cezadır. Okuyoruz:

"Öylelerinin hakkından alevli cehennem gelir."

Hz. İbrahim'in soyundan gelenlerin arasında kiminin iman ettiği ve kiminin imana sırt çevirdiği belirtildikten sonra gelinen noktada insana davranışlarının karşılığına ilişkin geniş kapsamlı kural ile karşılaşırız. Yalanlayanların ve iman edenlerin karşılığı. Gerek ötekilerin ve gerekse berikilerin görecekleri bu karşılıklar. Her din için ve her zaman geçerli olan bir kural öğretiliyor bizlere. Yalnız bu kural korkunç, tüyler ürpertici bir Kıyamet sahnesinin somut tablosu biçiminde gözlerimizin önüne sunuluyor. Ayetleri okuyalım:

56- Hiç kuşkusuz ayetlerimizi inkâr edenleri ilerde ateşe atacağız. Derileri kavruldukça azabın acısını duysunlar diye kendilerine başka deriler giydireceğiz. Hiç şüphesiz Allah üstün iradelidir, hikmet sahibidir. ,

57- İman edip iyi ameller işleyenleri de ilerde içinde ebedi olarak kalacakları, altından ırmaklar akan cennetlere yerleştireceğiz. Onlara orada el değmemiş eşler verilecek, kendileri koyu gölgeler altına alınacaklardır.

Burada bitmesi söz konusu olmayan bir sahne karşısındayız. Sürekli yenilenen somut bir sahne. Hayalde canlanıyor ve bir daha kaybolmuyor, bir tarafa kayıp gitmiyor. Bu sahnenin hakim imajı korkudur, dehşettir. Fakat sürükleyici, esir edici cazibesi olan bir dehşettir bu.

Ayette bu tablo bir tek kelime ile göz önünde canlandırılıyor ve yineleniyor; ...dukça (kullema) kelimesi ile. Tabloya ürperticilik ve korkunçluk kazandıran ifade "Derileri kavruldukça" yan cümleciğidir. Tabloya şaşırtıcılığı ve alışılmış manzaralarla çelişen olağan dışılığı katan ifade de cümlenin öbür yarısı, yani "kendilerine başka deriler giydireceğiz" temel cümleciğidir. Bu ürpertici ve korkunç dehşet sadece bir tek şart cümlesinde odaklaşıyor. Bu kafirlerin cezasıdır. Bütün iman etme sebepleri varken bile bile seçilen kâfirliğin cezası. Yani amaçlanmış, istenmiş bir ceza. O halde davranışa denk düşen bir ceza. Okuyoruz:

"Azabın acısını duysunlar diye.."

Çünkü Allah, ceza vermeye muktedirdir, kararı yerinde ve hikmete dayalıdır. Okuyoruz:

"Hiç şüphesiz Allah üstün iradelidir, hikmet sahibidir."

Şimdi bu sahnenin her noktada karşılığı, karşıtı olan bir sahneye çevirelim bakışlarımızı. Yalazı dalga dalga yükselen alevlerin; acı içinde kıvranan, kavrulmuş erimiş derilerin, kavruldukça yanma olayı yeniden yaşasın, çekilen acı yeniden tadılsın diye yerini başkasına bırakan derilerin bu bedbaht, elem dolu sahnesinin karşılığında "İman edip iyi ameller işleyenler"i gönül okşayıcı, serin meltemli bahçelerde gezinirken buluyoruz. Bu bahçenin;

"Altlarından nehirler akıyor:"

Ayrıca bu sahnede güvenlik ve vurgulamalı bir süreklilik ve kalıcılık buluyoruz:

"Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır."

Bu bahçelerde, bu bitimsiz ebedilikte bir de el değmemiş eşler çıkıyor karşımıza:

"Onlara orada el değmemiş eşler verilecek."

Son olarak ılık gölgelerin, bu mutlu tablonun havasında titreştiklerini fark ediyoruz:

"Onları koyu gölgelerin altına alacağız."

Burada Kur'an'ın "Kıyamet sahneleri"ne ilişkin güçlü, imajlı, etkileyici, derin boyutlu üslûbu uyarınca karşılığın niteliğinde, görüntülerde, figürlerde ve imajda tam bir karşıtlık ile yüz yüzeyiz." (Al-i İmran Suresi, 110)

Aşağıdaki ayetler gurubu İslâm ümmetinin temel düzenini oluşturan son derece önemli bir konuyu içeriyorlar. Bu ayetlerin konusu İslâm ümmetinin temel düzeninde somutlaşmış olarak imanın şartı ve tanımıdır. Bu konunun önemi ve ciddiyeti hem konunun kendisinden ve hem de bu ümmetin temel düzeni ile arasındaki ilişkinin ve bütünleşmenin biçiminden kaynaklanıyor.

Bu ümmetin yoktan var edicisi ve geliştiricisi, varlık alemine çıkarıcısı Kur'an-ı Kerim'dir. Yüce Allah "Sizler insanlar için ortaya çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz" buyururken bu gerçeği tam olduğu gibi ifade etmiştir."°'

Evet, Kur'an-ı Kerim bu ümmeti yoktan var eden, onu insanlık tarihinin eşsiz-benzersiz ümmeti, ayetin deyimi ile "İnsanlar için ortaya çıkarılmış hayırlı bir ümmet" yapmak üzere geliştiren kaynaktır. Diğer söyleyeceklerimize geçmeden önce bu gerçeği, yani Kur'an'ın bu ümmeti yoktan var edip geliştirdiği gerçeğini açıklığa kavuşturmalı, üstüne basa basa vurgulamalıyız. Gerçekten Kur'an'ın bu ümmete yönelik fonksiyonu bir yoktan var etme ve geliştirme fonksiyonudur. Bu fonksiyon bu ümmetin yeniden doğuşu, hatta "insan"ın bambaşka bir kişilikle yeniden doğuşu anlamına gelir. Bu olay sosyal gelişme yolunda bir aşama, evrimleşme yolunda atılmış bir adım, hatta devrimci bir sıçrama değildi. Olay hem arap milleti için ve hem insanlığın tümü için kelimenin tam anlamı ile bir "yoktan varoluş", bir "yeniden doğuş" mucizesi idi.

Bu sözlerimizin ışığında cahiliye şiirine ve İslâm öncesi arap kültürünün diğer kaynaklarına bakalım. Bu kaynaklara bir bütün halinde "Arap Divanı" adını veriyoruz. Bu kaynak arapların en yüksek düzeyli ve en kalıcı kültür birikimini içerir. Bu birikim içinde arapların hayata, varlık bütününe, evrene, insana, ahlâka ve insan davranışlarına ilişkin bütün görüşlerine rastlarız. Ayrıca onların hayat kriterleri, duygusal deneyimleri, düşünce ürünleri, kültürel özleri, uygarlık kazanımları, kısacası tüm varoluşları bu divanı oluşturan eserlere yansımıştır.

İşte bu divanın içerdiği kültür birikimini, düşünceleri, değer yargılarını, varlık ve hayat görüşünü, evren ve insana ilişkin bakış açısını, hayat ve insana ilişkin değerleri, sosyal düzenleme kurallarını, insan varlığının varlığına ilişkin bakış açısını, bu düşünceye dayanan pratik yasal düzenlemeleri Kur'an'ın ışığında düşünce süzgecinden geçirelim.

Sonra gerek İslâm öncesi gerek İslâm dönemi arap pratiğine bakalım. İslâm öncesi dönemin değerlendirmesini sözünü ettiğimiz Arap divanında somutlaşan cahiliye düşüncelerinin ışığı altında, İslâm dönemi pratiğinin değerlendirmesini de ilahi sistemde somutlaşan Kur'an kaynaklı düşüncelerin ışığında yapalım.

Gerek bu divanın içerdiği kültür mirasını ve gerekse Arap milletinin eski sosyal pratiğini Kur'an-ı Kerim'in ve İslâm dönemine ilişkin sosyal pratiğin ışığı altında incelenince şu kesin ve belirgin sonuca varırız: İslâm ümmetinin tarih sahnesine çıkışı ne gelişme aşaması ne bir evrim adımı ve ne de bir devrim sıçramasıdır. Bu olay Kur'an-ı Kerim'in yukardaki ayetinde belirtildiği gibi gerçekten bir "ortaya koyma" olayıdır, Allah yapısı bir "ortaya koyma". Son derece şaşırtıcı bir "yoktan var etme", son derece orijinal ve eşi görülmemiş bir "ortaya çıkarma" olayı karşısındayız burada. Sebebine gelince bildiğimiz kadarı ile tarihte ilk ve son defa bir kitabın sayfalarından somut bir ümmet fışkırıyor, tarihte ilk ve son defa kelimelerin arasından hayat "ortaya çıkıyor.

Ama aslında ortada şaşılacak bir şey yok. Çünkü sözünü ettiğimiz kelimeler, cümleler, yüce Allah'ın kelimeleri, cümleleri!

Tartışma çıkarmak isteyenler, mızıkçılık yapmak isteyenler bize söylesinler bakalım: Bu ümmet, yüce Allah onu kelimeleri-cümleleri aracılığı ile "ortaya çıkarmadan" önce, Kur'an-ı Kerim aracılığı ile onu yoktan var etmeden önce nerede idi?

Arap yarımadasında olduğunu biliyoruz. Mesele o değil. Mesele şu: İnsanlık ailesi içindeki yeri, ortak insanlık uygarlığı birikimindeki konumu, insanlık tarihindeki yeri neresi idi? Milletlerarası insanlık masasının neresinde oturuyordu? Bu masaya adını duyuran, damgasını taşıyan ne gibi bir değer sunabilmişti?

Bu millet bu din sayesinde varlık sahnesine çıktı. Bu doğru sistem sayesinde oluşumunu gerçekleştirdi. Sonra elindeki yüce Allah'ın kitabı ile ve hayatına damgasını basan ilâhi sistem ile önce kendine çeki-düzen verdi, arkasından bütün insanlığa önder oldu. Dediğimiz gibi bu kitapla ve bu sistem ile. Başka bir şeyle değil. Tarih önümüzdedir işte. Yüce Allah, araplara "Gerçekten size nam sağlayan, öğüt veren bir kitap indirdik size, buna aklınız ermiyor mu?" (Enbiya Suresi, 10) buyurmuştu. Yüce Allah'ın bu vaadi gerçekleşti.

Çünkü bu kitaptan kaynaklanan gerekçeler ile bu millet adını dünyaya duyurdu, tarihin gelişiminde rol oynadı, önce "insana yaraşır" bir kişiliği, varoluşu, ikinci olarak da evrensel bir uygarlığı oldu. Oysa bazı budalalar yüce Allah'ın arap milletine yönelik bu nimetine karşı nankörlük etmek istiyorlar. Yüce Allah tüm insanlığa seslenen son sözünü, sonuncu mesajını araplar ve arapça aracılığı ile insanlığa sundu. Bu yolla araplara kişilik, nam, tarih ve uygarlık bağışladı. Fakat sözünü ettiğimiz bazı budalalar yüce Allah'ın bu bağışını inkar etmek istiyorlar, yüce Allah'ın sırtlarına giydirdiği bu kaftanı üzerlerinden çıkarmak istiyorlar; kendilerini nama, şerefe iletmiş olan, hatta aralarından çıkan İslâm ümmeti sayesinde kèndilerini varolma düzeyine yükseltmiş olan bu şerefli sancağı parçalamak yırtmak istiyorlar.

Evet, dediğimiz gibi, Kur'an bu ümmeti varlık sahnesine çıkardı ve oluşumunu sağladı. Cahiliye bataklığından tutup çıkardığı İslâm toplumunun bünyesine tasarladığı yeni değerleri yerleştirdi. Bu toplumun hayatında ve fertlerin vicdanlarında bulunan cahiliye değerlerini ve tortularını silip ortadan kaldırdı. Bu toplumun yapısını bu "yeniden doğuş"un esasına göre düzenledi, ya da gerek duyunca yeniden kurdu.

Yine Kur'an, bu müslüman toplumla birlikte, bu toplumun safında gerek fertlerinin vicdanlarında ve gerekse sosyal kurumlarında tortular bırakarak göçüp giden eski cahiliye ile ve gerekse Medine yahudilerinin, münafıkların ve Mekke putperestlerinin kişiliklerinde somutlaşan aktüel cahiliye ile iki yönlü bir savaşa girdi. Bu iki savaş aynı zamanda ve aynı alanda cereyan ediyordu.

Kur'an-ı Kerim bütün bunları yaparken müslüman cemaate doğru bir düşünce temeli kazandırarak işe başlıyor. Bunun için imanın şartını ve İslâm'ın tanımını açıklığa kavuşturuyor. Sonra da bu düşünce sistemini -doğrudan doğruya bu noktadan- temel düzenine, anayasasına bağlıyor. O temel düzen ki bu toplumun kişiliğini çevresindeki cahiliyenin kişiliğinden ayırıyor, ona insanlar için ortaya çıkarılmış seçkin ümmetin özelliklerini kazandırıyor, ona insanlara mesaj verme, onları yüce Allah'a iletme, ilâhi sistemle bütünleştirme konumu sağlıyor.

İşte aşağıda incelemeye çalışacağımız ayetler bu temel düzeni, imanın şartına ve İslâm'ın tanımına ilişkin düşünceden kaynaklanan ve bu düşünce üzerine oturan alt yapıyı ele alıp açıklıyorlar.

Bu ayetler bu konuda öncelikle şu noktaları belikliyorlar, şu sorulara kesin cevaplar veriyorlar: Müslüman ümmet hayat sistemini hangi kaynaktan alacaktır? Bu almayı hangi yöntemle gerçekleştirecektir? Başvuru kaynağından alacağı ilkeleri nasıl anlayacak, nasıl yorumlayacaktır? İnsanlar tarafından farklı biçimde yorumlanan ve haklarında nass bulunmayan yeni meseleler, yeni problemler bu kaynağa nasıl dayandırılacaktır? Müslüman ümmet hangi otorite mercilerine niçin itaat edecektir? Bu mercicilerin otoritesi, yaptırım gücü nereden kaynaklanır? Okuyacağımız ayetler, bu soruların ortaya çıkaracağı ilkelerin "imanın şartı ve İslâm'ın tanımı" olduklarını belirtiyorlar.

Bu şartlar yerine gelince bu ümmetin siyasi alt yapısı ile inancı, parçalanmaz ve elementlerine ayrılmaz bir bütünlük içinde kaynaşmış olur.

İşte aşağıda okuyacağımız ayetler bu son derece önemli konuyu, kuşkunun gölgesine bile yer vermeyen bir netlikle açıklığa kavuşturuyor. Ayetleri okuyunca bu problemin ne kadar kesin bir üslupla ortaya konduğunu görecek ve kendi kendimize "Bir müslüman bu hükümleri nasıl tartışma konusu yapabilir?" diyerek bu konuda tereddüde düşenlere şaşacağız.

Okuyacağımız ayetlerden biri, müslüman ümmete diyor ki: Peygamberler, insanlara -Allah'ın izni çerçevesinde- itaat edilmek üzere gönderildi, yoksa sırf aldıkları mesajı duyurmak ve insanları ikna etmek için gelmediler Okuyalım:

"Biz gönderdiğimiz her peygamberi, Allah'ın izni ile, mutlaka kendisine itaat edilsin diye gönderdik."

Yine bu ayetlerden birinde İslâm ümmetine deniyor ki: İnsanlar -ilke olarak- yüce Allah'ın sistemini hakem, yargı mercii olarak kabul etmedikçe mümin olamazlar. Bu sistem, ilk önce Peygamberin verdiği kararlarda somutlaşır, O'ndan sonrada Kur'an ve sünnet kaynakları halinde varlığını devam ettirir. İnsanların mümin sayılabilmeleri için bu sistemin hakemliğine başvurmaları da tek başına yeterli değildir, aynı zamanda bu kaynağın vereceği hükümleri teslimiyetle, gönül hoşnutluğu ile benimsemelidirler. Okuyoruz:

"Hayır hayır, Rabbine andolsun ki, onlar aralarında doğan anlaşmazlıklarda senin hakemliğine başvurmadıkça sonra da vereceğin karara, gönüllerinde hiç bir burukluk duymaksızın, kesin bir teslimiyetle uymadıkça mümin olamazlar."

İşte imanın şartı ve İslâm'ın tanımı budur.

Bu ayetlerin bir başkası da müslüman cemaate şu mesajı veriyor: Tağut'un, yani yüce Allah'ın dışındaki herhangi bir yargı merciinin hakemliğine başvurmaya kalkışanlarını, gerek bizim peygamberimize ve gerekse daha önceki peygambere inandıkları biçimindeki iddiaları geçersizdir, makbul değildir. Bu iddiaları asılsızdır, Tağutun hakemliğine başvurmaları bu sözü askıda bırakmaktadır, çürütmektedir. Okuyoruz:

"Gerek sana gerekse senden öncekilere indirilen kitaplara inandıklarını ileri sürenleri görmüyor musun? Bunlar tanımamakla, karşı çıkmakla emredildikleri Tağut'un hakemliğine başvurmak istiyorlar. Şeytan onları koyu bir sapıklığa düşürmek istiyor."

Yine bu ayetlerin birinde müslüman ümmete, yüce Allah'ın indirdiği hükümlerin ve Peygamberimizin hakemliğine sırt çevirmenin bir münafıklık belirtisi olduğu söyleniyor. Okuyalım:

"Onlara `Allah'ın indirdiğine ve Peygambere geliniz' dendiğinde o münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün."

Yine bu ayetlerden birinde müslüman cemaate şu mesaj veriliyor: Kur'an-ı Kerim'e uyarak Allah'a, sünnete uyarak Peygambere" iman şartının ve İslâm tanımının kapsamı içinde yer alan, mümin devlet adamlarına itaat etmek, bu cemaatın iman dayanaklı sistemini ve temel yasasını oluşturur. Okuyoruz:

"Ey müminler Allah'a, Peygamber'e ve sizden olan devlet yetkililerine itaat ediniz."

Aynı ayetin devamında da müslüman cemaate verilen direktif şudur: Sosyal şartların değişmesi sonucu önüne çıkan tartışmalı konuları ve haklarında kesin delil bulunmayan, yeni ortaya çıkmış meselelerin çözümünü Allah'a ve Peygamber'e, yani Kur'an'a ve sünnete havale ediniz. Okuyalım:

"Herhangi bir konuda anlaşmazlığa düştüğünüzde o meselenin çözümünü Allah'a ve Peygambere havale ediniz."

Eğer bu ilkeye uyulursa İlâhi sistemin sürekli egemenliği, hayatın yeni ve tartışmalı meselelerine ilişkin çözüm üretme fonksiyonu Kıyamete kadar garantiye alınmış olur. Bu ilk müslüman ümmetin temel yasasını, siyasî altyapısını oluşturur. Bunsuz mümin olunamaz. Bu gerçekleşmedikçe müslüman olunamaz. Çünkü bu ilke belirtilen şartlara bağlı bir itaati, İslâm toplumunun ileri ve farklı aşamalarında ortaya çıkacak olan yeni problemlerin yüce Allah'a ve Peygamberimize havale edilmesini, kesin ve tartışma götürmez biçimde imanın şartı ve İslâm'ın tanımı saymaktadır. Okuyalım:

"Eğer Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanmışsanız..."

Yukarda "Hiç kuşkusuz Allah, kendisine ortak koşma suçunu bağışlamaz. Bunun dışında kalan günahları dilediklerine bağışlar" (Nisa Suresi, 48) ayetini incelerken yapmış olduğumuz açıklamayı tekrar hatırlayalım. Orada ağırlıklı olarak ?u nokta üzerinde durmuştuk. Yahudiler, yüce Allah'ı bir yana bırakarak hahamlarını ilâh edindikleri gerekçesi ile Allah'a ortak koşmakla, müşrik olma damgasını yiyorlar. Oysa onlar bildiğimiz somut anlamda hahamlarına, din adamlarına tapmıyorlar. Yaptıkları şu: Hahamların bazı şeyleri helâl ve bazı şeyleri de yasak saymalarını kabul ediyorlar. Hahamlara ilke olarak egemenliğin kaynağı olma, yasa koyma yetkisini tanıyorlar. İşte bu gerekçe ile Allah'a ortak koşmuş sayılıyorlar. O Allah'a ortak koşma ki, yüce Allah onun dışında kalan bütün günahları affediyor. İşlenen günah "zina, hırsızlık, içki içmek" gibi büyük günahlardan biri bile,olsa af kapsamı dışında tutulmuyor. Böylece meselenin özü önce yüce Allah'ı tek ilâh bilmeye, arkasından O'nun egemenliğini ortaksızlığını tanımaya, ilâhlığın bu önemli karakteristiğini yüce Allah'ın tekelinde görmeye dayandırılmış oluyor. Ancak bu çerçeve içinde müslümanın müslüman kalması, müminin müminlik niteliğini taşımaya devam etmesi mümkündür; ancak bu çerçeve içinde müslüman, küçük-büyük her türlü günahının affedilmesini bekleyebilir. Bu çerçevenin dışı ise yüce Allah'ın kesinlikle affetmeyeceğini bildirdiği müşrikliktir, Allah'a ortak koşma suçudur. Çünkü yüce Allah'ı ilâhlıkta tek bilmek ve egemenlikteki yetkisinin sınırsızlığını tanımak imanın şartı ve İslâm'ın tanımının gereğidir. Yüce Allah işte bu gerekçe ile "Eğer Allah'a ve Ahiret gününe gerçekten inanmışsanız..." buyuruyor.

Az sonra okuyacağımız ayetler gurubunun ana eksenini bu hayati konu oluşturur. Ayetlerin bunun yanısıra işledikleri diğer önemli konu müslümanların adalet ve ahlâk ilkelerini ilâhi sistemin doğru ve tutarlı esasları uyarınca yeryüzüne egemen kılmak hususundaki görevleridir. Okuyoruz:

"Allah size emanetleri, onları taşıyabilecek olanlara yüklemenizi ve insanlar arasında hüküm verirken adalete uygun hüküm vermenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor! Hiç kuşkusuz Allah herşeyi işiten ve görendir."

Böylece okuyacağımız ayetlerin içeriklerinin ana hatlarına kısaca değinmiş olduk. Şimdi bu ayetleri teker teker ele alarak ayrıntılı biçimde incelemeye çalışalım:

58-Allah size emanetleri, onları taşıyabilecek olanlara yüklemenizi ve insanlar arasında hüküm verirken adalete uygun hüküm vermenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor! Hiç kuşkusuz Allah işiten ve görendir.

Bu iki görev, müslüman cemaatın hem yükümlülükleri hem de ahlak kurallarıdır. Emanetleri, onları taşıyabilecek yetenekte olanlara yüklemek ve "insan"lar arasında adalete uygun, yüce Allah'ın sistemi ve direktifleri uyarınca hüküm vermek.

Emanetler, "en büyük emanet"le başlar. Yüce Allah'ın, insan fıtratına sunduğu, insan hamurunun mayasına kattığı, "göklerin, yeryüzünün ve dağların yüklenmekten kaçınmalarına, ağırlığından ürkmeleri"ne rağmen "insan"ın omuzlarına aldığı emanet. Bilinçli, iradeli, istikametli ve yoğun bir çaba ile yüce Allah'ı bulma, bilme ve O'na inanma emaneti. Bu insan fıtratına özgü bir emanettir. İnsan dışında kalan canlı-cansız bütün varlıklara gelince yüce Allah onlara kendine inanmayı, kendine varmayı, kendisini tanımayı, kendisine kulluk etmeyi, kendisine uymayı ilham yolu ile empoze etmiş, onları evrensel yasalarına uymaya zorlamıştır. Bu konuda onların bilinçli, iradeli, istikametli ve yoğun bir çaba harcamalarına gerek bırakmamıştır. Yalnız insan fıtratına, insan aklına, insan bilgisine, insan iradesine, insan yönelişine ve yoğunluklu insan çabasına, yine kendi yordamı ile Allah'a ulaşma görevini yüklemiştir. "Allah'ın yardımı ile" diyoruz. Çünkü yüce Allah "Bizim uğrumuzda cihad edenleri kesinlikle yollarımıza iletiriz" buyuruyor." (Ankebut Suresi, 69) İşte bu emaneti insan yüklendi ve gereğini yerine getirmekle yükümlü olduğu emanet budur.

Yüce Allah'ın yerine getirilmelerini emrettiği diğer emanetler, bu "en büyük emanet"in dalları olarak karşımıza çıkar.

Bu ikinci derecedeki emanetlerin biri bu dini tanıtma, onun için tanıklık etme emanetidir. Bu emanetin ilk aşaması kişilik aracılığı ile tanıtma, tanıklık etme görevidir. Yani müslüman öyle bir kişilik örneği ortaya koymalı ki, bu dinin canlı tanığı olmalı, bilinci ve davranışları ile onun tercümanı olmalıdır, insanlar bu inanç sistemini onun kişiliğinde somutlaşmış görerek "Bu ne güzel, ne iç arındırıcı vè yararlı bir inanç sistemi! Taraftarlarının vicdanlarını ne örnek bir ahlâk ve olgunlukla yoğuruyor!" demelidirler. Müslümanın başkalarına böyle dedirtebilmesi kişilik aracılığı ile yapılan ve dışa dönük etkisi kısa zamanda görülen bir tanıtma, bir tanıklık yapma olur.

Müslümanın bu dini kişiliğinde özümlemesinden ve yapısında somut ifadeye kavuşturmasından sonra tanıtmanın ikinci aşamasına sıra gelir. Bu aşama insanları bu dine çağırma, onlara bu dinin üstünlüğünü ve seçkinliğini tanıtma aşamasıdır. Mümin, İslâm'ı sadece kendi şahsında uygulamakla ve uygulamanın sağlayacağı tanıtma imkânı ile yetinemez. Bunun yanısıra insanları bu dine çağırmakla da yükümlüdür. Bu yükümlülüğü yerine getirmedikçe omuzlarındaki bu dini tanıtma, anlatma emanetini yerine getirmiş sayılamaz.

"En büyük emanet" ağacının dallarını oluşturan ikinci derecedeki emanetler arasında şunları sayabiliriz: İnsanlar arasında sağlıklı ilişkiler kurma, hiç kimsenin hakkını çiğnememe emaneti; alış-verişlerde, sözleşmelerde, verilmek üzere alınan her türlü eşyada güveni bozmama emaneti; yönetenlere ve yönetilenlere yönelik nasihat, doğruyu söyleme emaneti; ailede ve toplumda çocuklara bakma, onları iyi yetiştirme emaneti; toplumun dokunulmaz haklarını, mallarını ve sınır boylarını kollama-gözetme emaneti; kısacası hayatın bütün alanlarında ilahi sistemin insanlara yüklediği görevleri yerine getirme emaneti. Bu saydıklarımızın tümü yukarda okuduğumuz ayetin yaygın anlamlı kapsamına giren ve bu nitelikleri ile yerine getirilmeleri yüce Allah'ın emri olan emanetlerin başlıcalarıdır.

"İnsanlar" arasında adalete uygun hükümler verme görevine gelince yüce Allah bu görevi tüm "insanları" içerecek biçimde kayıtsız, yaygın ve geniş kapsamlı tutuyor. Başka bir deyimle İslam'ın istediği adalet sadece müslümanlar arasında geçerli olacak ya da müslümanlar dışında bir de kitap ehlini şensiye altına alarak diğer insanları kapsamı dışında tutacak sınırlı bir adalet değildir. İslâm'a göre adalet, her insanın, sırf "insan" olmasından kaynaklanan doğal hakkıdır. Bu sistemde adalet hakkının tek gerekçesi insanın "insan" olmasıdır. İnsan niteliği olduğuna göre insanlar arasında adalet dağıtılırken mümin-kafir, dost-düşman, siyah derili-beyaz derili, arap-arap olmayan ayırımı yapılamaz.

Müslüman ümmet, insanlar arasında hüküm verme görevi ile karşılaşınca onlar arasında adalet uyarınca hüküm etmekle yükümlüdür. Adalet ilkesinin böyle ayırımsız, böyle kayırmacasız uygulamasını insanlık sadece İslâm'ın eli altında, müslümanların egemenlik dönemlerinde, İslâm toplumunun insanlığa önderlik ettiği yerlerde ve zamanlarda görebilmiştir. İslâmdan önce ve İslâm'ın egemenlik yetkisini yitirdiği andan itibaren insanlık, böylesine onurlu, böylesine herkesi kucaklayan bir adalet düzeni ne görmüş ve ne de tadını tadabilmiştir. Bütün insanların ortak sıfatı olan "insan"likan başka hiçbir nitelik gözetmeyen adalet uygulaması, müslümanların söz sahibi olmadıkları toplumlarda ve dünyada tatlı bir rüya olmaktan ileri gidemez.

İslâm'da toplumsal hayatın temelini nasıl -geniş kapsamı ve bütün anlamları ile- emanet oluşturuyorsa egemenliğin, hükümranlığın temelini de adalet oluşturur.

Emanetleri, taşıyabilecek olanlara yüklememizi ve insanlar arasında adalete uygun hükümler vermemizi emreden ifadeleri izleyen yorum cümlesi bize bu ilkelerin yüce Allah'ın öğüdü ve direktifi olduğunu, O'nun ne güzel öğütler ve direktifler verdiğini hatırlatıyor. Okuyoruz:

"Allah size ne güzel öğüt veriyor!"

Bu ilahi cümle üzerinde birazcık durarak onun üslubundaki incelikleri, anlatımının içerdiği esprileri irdelemeye çalışalım: Bilinen sözdizimi kurallarına göre bu cümle "Ne güzeldir size Allah'ın verdiği öğüt!" şeklinde olur. Fakat ayetteki cümle yapısında "Allah" kelimesi başa alınarak özne yapılıyor ve cümlenin diğer kelimeleri yüklem konumunda bu özneye bağlanıyor. Böylece verilen öğüt ile yüce Allah arasında son derece güçlü bir bağ olduğu mesajı veriliyor.

Ayrıca bu cümlede şu incelik de dikkatimizi çekiyor. Burada "öğüt" değil, "emir" söz konusudur. Fakat "emir" denmiyor da onun yerine "öğüt" deniyor. Çünkü öğüt, emre göre kalbi daha çok etkileyen, vicdana daha çabuk işleyen; gönüllü, arzulu ve saygılı uygulamaya dönüşmeye daha elverişli bir mesaj türüdür.

Bu cümleyi ayetin sonunda yer alan yorum cümlesi izliyor. Bu cümle ayetin içeriğini yüce Allah'a, O'nun yönetimine, O'nun korkusuna ve O'na yöneltilen umuda bağlıyor. Okuyoruz:

"Hiç şüphesiz Allah işiten ve görendir."

Ayette emanetleri lâyık olanlara yükleme ve insanlar arasında adalete uygun hükümler verme yükümlülükleri dile getirilmişti. Bu yükümlülükler ile yüce Allah'ın "işitici ve görücü" oluşu arasında hem açık, dolaysız ve hem de esprili, düşündürücü bir uyum, bir çağrışım var. Sebebine gelince, yüce Allah, adalete ve emanete ilişkin meseleleri "işitir" ve "görür". Ayrıca adalete ilişkin uygulamalar titiz bir "dinleme" ve görme duyarlığım, olayları iyi değerlendirme yeteneğini, şartları ve olguları tutarlı biçimde göz önünde bulundurmayı, bunların yanısıra şartların ve dış olguların derinine inen bir irdeleme çabasını gerektirir. Son olarak da bu iki emir, herşeyi "bilen" ve "gören" yüce Allah'tan geliyor.

İmdi, emanetin ve adaletin ölçüsü, kriteri nedir? Bu ilkeler hayatın bütün alanlarında, bütün faaliyetlerinde hangi yönteme göre kavramlaştırılacak, tanımlanacak, belirlenecek ve uygulanacaktır`?

Acaba emanet ve adalet kavramlarının belirlenmesini, uygulama ve gerçekleştirme yöntemlerini insanların geleneklerine, uzlaşmalarına, akıllarının yargılarına ya da keyfi isteklerine mi bırakacağız?

Akıl, insanın doğruyu bulma ve bilgi edinme araçlarından biridir. Bu niteliği ile önemli bir ağırlığı ve değeri vardır. Bu doğru. Fakat insan aklı, pratikte belirli bir toplumda yaşayan fertlerin ve gurupların, çeşitli faktörlerin etkisi altında olan akılları demektir. yani ortada mutlak bir kavram olarak "insan aklı" diye adlandırabileceğimiz bir yetenek yoktur. Bunun yerine "benim aklım", "senin aklın", "falancanın ya da filâncanın aklı", belirli yerlerde ve dönemlerde yaşayan "belirli insan guruplarının akılları" vardır. Bu ayrı ayrı akıllar da çeşitli faktörlerin etkisi alımda kimi zaman bu tarafa ve kimi zaman şu tarafa doğru eğilim göstermekle yakınlaşmaktadırlar.

Buna değişmez bir ölçü gereklidir. Bu çok sayıda aklın hakemliğine başvuracağı, hükümlerinde ve düşüncelerindeki doğru ve yanlışları terazisinde belirleyeceği, yargılarında ve tasarımlarındaki saçmalıkları, taşkınlıkları, yanılgıları ve yetersizlikleri miheng taşına göre tespit edeceği ortak bir kritere ihtiyacı vardır. Bu noktada aklın değeri, fonksiyonu şudur: Bu keyfi arzulara göre eğilim değiştirmeyen, değişik faktörlerin etkisi altında yön değiştirmeyen kararlı ölçekte ve sabit kriterde tartılacak hükümlerinin ortaya çıkacak olan göreceli ağırlıklarını bilecek olan araç yine odur, başka bir deyimle akıl, kendisi hakkında verilecek olan yargıyı yine kendisi onaylayacaktır.

Bu alanda insanların kendileri tarafından ortaya konacak ölçülere, kriterlere güvenemeyiz, bel bağlayamayız. Çünkü bu ölçülerin kendileri de bozuk olabilir. O zaman bütün değerler alt-üst olur. insanlar mutlaka dediğimiz nitelikte değişmez, sağlam bir ölçeğe başvurmak zorundadırlar.

İşte yüce Allah bu değişmez ölçüyü bizzat ortaya koyuyor. İnsanlar için ortaya konan bu ilâhi ölçü, emanet ve adalet de dahil olmak üzere bütün değer yargılarına, bütün hükümlere ve hayatın bütün alanlarına ilişkin faaliyet türlerine değişmezlik ve istikrar kazandırır. Okuyoruz:

59- Ey müminler, Allah'a itaat ediniz; Peygambere ve sizden olan devlet yetkililerine de itaat ediniz. Eğer gerçekten Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız herhangi bir konuda anlaşmazlığa düştüğünüzde o meselenin çözümünü Allah'a ve Peygamber'e havale ediniz. Bu sizin hesabınıza en hayırlı ve en iyi akıbet vaad eden bir tutumdur.

Bu kısa ayette yüce Allah bir yandan imanın şartını ve İslâm'ın tanımını açıklarken aynı zamanda müslüman toplumun temel düzenini, egemenliğin dayanağını ve siyasî otoritenin kaynağını belirliyor. Bu saydıklarımızın tümünün başlangıç ve bitiş noktası şudur: Hükümler sırf yüce Allah'tan alınacaktır. Kuşaktan kuşağa ve toplumdan topluma değişen sosyal hayatın dalgalanmaları sırasında ortaya çıkacak olan ve haklarında Kur'an'da ve sünnette kesin kanıt bulunmayan; kendileri ile ilgili değişik yargılar, değişik görüşler ve farklı yorumlar ileri sürülen ayrıntılı meselelerin çözümü yüce Allah'a havale edilecek; böylece farklı akılların, farklı görüşlerin ve farklı yorumların hakemliğine başvuracakları değişmez bir ölçü, oynamaz bir kriter elde edilecektir.

İnsan hayatına ilişkin büyük-küçük, önemli-önemsiz her konuda, her meselede "egemenlik", hüküm verme yetkisi sırf yüce Allah'a aittir. Yüce Allah bu amaçla bir şeriat belliyerek onu Kur'an-ı Kerim'in ayetlerine dökmüştür. Sonra bu Kur'an'ı insanlara anlatacak bir peygamber göndermiştir. Bu peygamber "havadan konuşmuyor". O halde O'nun sünneti (sözleri ve uygulamaları) yüce Allah'ın şeriatının bir parçasıdır.

Yüce Allah'a itaat etmek zorunludur. Şeriat ortaya koymak O'nun ilâhlığının en belirgin özelliklerinden biridir. O halde O'nun koyduğu şeriatın uygulanması, yürürlüğe konması zorunludur. Mü'minler öncelikle yüce Allah'a itaat etmekle yükümlüdürler. Arkasından Peygambere itaat etme yükümlülüğü gelir. Çünkü Allah'ın elçiliği, Allah'tan aldığı mesajı kullara iletme sıfatını taşıyor. Bu sıfatı yüzünden O'na itaat etmek, O'nun aracılığı ile bu şeriatı göndermiş olan Allah'a itaat etmenin vazgeçilmez gereği, bir uzantısıdır. Ayrıca Peygamber, sünneti aracılığı ile bu şeriatı açıklıyor. Buna göre O'nun sünneti, O'nun hükümleri ve direktifleri uygulanması zorunlu olan şeriatın ayrılmaz bir parçasıdır. İmanın varlığı ve yokluğu bu itaatin ve bu uygulamanın varlığına ya da yokluğuna bağlıdır. Bunun böyle olduğunu yukarda okuduğumuz ayetin şu şart cümlesi söylüyor:

"Eğer gerçekten Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız..."

Üçüncü derecedeki zorunlu itaat merci olan devlet yetkililerine (Ululemr'e) gelince okuduğumuz ayet bunların kimliğini açıkça belirliyor. Okuyalım:

"... Ve sizden olan devlet yetkililerine itaat ediniz."

Yani bu devlet yetkilileri bu ayette açıklanan iman şartını ve İslâm tanımını kişiliklerinde gerçekleştirmiş müminlerden olacaklar. Bu ayette açıklanan iman şartı ve İslâm tanımı -bildiğimiz gibi- şu ilkeleri içerir: Yüce Allah'a itaat etmek, Peygambere itaat etmek, ilke olarak egemenliği ve insanlar için yasa koyma yetkisini sırf yüce Allah'a tanımak, çözümlerini kesin kanıtlara bağladığı meselelerde O'nu tek hüküm kaynağı bilmek; bunların yanısıra haklarında kesin kanıt bulunmayan ve insanlar arasında farklı görüşlere ve yorumlara yol açan meseleleri de O'na havale etmek, bu meseleleri nassların genel ilkeleri ışığında çözmeyi benimsemek.

Okuduğumuz ayet, yüce Allah'a ve Allah'ın elçisi olması gerekçesi ile Peygamber'e itaat etmeyi temel ve asıl görev sayarken devlet yetkililerine itaat etmeyi Allah'a ve Peygamber'e itaat etmeye bağlı bir görev kabul ediyor. Nitekim cümlenin söz edilişinde yüce Allah'tan ve Peygamberden önce "İtaat ediniz" emrine yer verildiği halde devlet büyüklerinden önce bu emir anlamlı kelimeye yer verilmiyor, buradaki emredicilik anlamı "ve" bağlacı eki ile ifade ediliyor. Böylece devlet yetkililerinin "sizden" olmaları, iman şartının ve İslâm tanımının kapsamı içinde bulunmaları belirtildikten sonra bu sözdizimi yolu ile onlara yöneltilecek itaatin Allah'a ve Peygamber'e itaat etmeye dayalı olduğu bir daha vurgulanmaktadır.

Bütün bu kayıtlamalardan ve belirlemelerden sonra şu sonuç ortaya çıkıyor. "sizden" olan devlet yetkililerine yönelik itaat, yüce Allah'ın şeriatı ile, haram olduğu nassla kanıtlanmayan ve tartışma konusu olup da şeriatın ilkelerine vurulduğu takdirde haram olmadığı sonucuna varılan direktifler ile sınırlıdır. Öte yandan sünnet. bu itaati kesin ve net bir şekilde belirliyor.

Nitekim sahabilerden Ameşin bildirdiğine göre Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor:

"İtaat, İslâm'a uygun emirler içindir." (Buhari, Müslim)

Sahabilerden Yahya el-Kattan'ın bildirdiğine göre de Peygamberimiz şöyle buyuruyor:

"Müslüman, günah işlemekle emr olunmadıkça aldığı emre -hoşuna gitse de gitmese de- uymakla, amirlerine itaat etmekle yükümlüdür. Fakat eğer günah işlemekle emr olunursa bu emre uyması, itaat etmesi söz konusu değildir." (Buhari, Müslim)

Bu arada sahabilerden Ümm-ü Husayn'ın bildirdiğine göre Peygamberimiz bu konuda şöyle buyuruyor:

"Başınıza bir köle bile geçirilse, sizleri Allah'ın kitabı uyarınca yönettiği sürece, sözünü dinleyiniz, kendisine itaat ediniz." (Müslim) Böylece İslâm, her müslümanı gözetleyici, denetleyici bir koruyucu konumuna getiriyor. Müslüman Allah'ın şeriatının ve Peygamberinin sünnetinin koruyucusu, nefsinin ve aklının denetleyicisi, dünyaya ve ahirete ilişkin geleceğinin denetleyicisidir. İslâm, müslümanı çobanı tarafından ne tarafa sürülürse o tarafa giden, çobanının keyfine uyan, boyun eğen bir hayvan sürüsünün üyesi durumuna düşürmüyor. Çünkü sistem bellidir, itaatin sınırları bellidir. İtaat edilecek olan şeriat, uyulacak olan sünnet birdir; birden çok olması, farklılıklar arz etmesi ve uygulayıcı olan ferdi tereddütler içinde bocalatması söz konusu değildir.

Hakkında açık kanıt bulunan meselelerde durum budur. Hakkında kesin kanıt bulunmayan meseleler ile de karşılaşabiliriz. Zaman geçtikçe, ihtiyaçlar geliştikçe toplumdan topluma gidildikçe birtakım farklı problemler ve yeni meseleler ortaya çıkabilir. Bu meseleleri ve problemleri çözecek kesin nasslar bulamayabiliriz, ya da kesin nass şurda dursun, bunlar hakkında hiçbir nass bulunmayabilir. Bunların yanısıra bu meseleler ve problemler konusunda akıllar, görüşler ve yorumlar anlaşmazlığa düşebilir. İslam bu durumlarda da toplumu şaşkınlığın kucağında, ölçüsüz, kılavuzsuz yolsuz ve yordamsız bırakmamıştır, tersine bu ayrıntılı problemlerin şeriat çerçevesi içinde nasıl çözüleceğini sisteme bağlamıştır. Okuduğumuz ayetin kısa bir cümlesinde içtihat (bilimsel araştırma) yöntemi, tüm yönleri ile ortaya konmuş, bu yöntemin sınırları çizilmiş ve hangi temele dayandığı ortaya konmuştur. Okuyoruz:

"Eğer herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, o meselenin çözümünü Allah'a ve Peygamber'e havale ediniz."

Yani bu meseleleri dolaylı biçimde uyarlandıkları nasslara havale ediniz. Eğer dolaylı biçimde uyarlanacakları nasslarda bulunmazsa o zaman onları yüce Allah'ın sistemindeki, şeriatındaki genel ilkelere havale ediniz. Bazı madrabazların söylemeye yeltendikleri gibi bu yöntem belirsiz, karanlık ve insan aklının içinden çıkamayacağı derecede karmaşık bir yöntem değildir. Çünkü İslâm'ın, hayatın bütün önemli kesimlerini kapsamlarına alan, son derece net genel ilkeleri vardır. Bu genel ilkeler hayatın bir meselesi için bu dinin ölçülerini, kriterlerini özümlemiş müslüman vicdanlara yabancı gelmeyecek genel çerçeveler çizerler. Ayetin devamını okuyoruz:

"Eğer gerçekten Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız."

Sözünü ettiğimiz yüce Allah'a, Peygamber'e ve Allah'ın şeriatı ile peygamberimizin sünnetine bağlı devlet yetkililerine inanma, tartışmalı meselelerin çözümünü Allah'a ve Peygambere havale etme uygulamaları, bunların hepsi bir arada, Allah'a ve ahiret gününe inanmanın hem şartı hem de vazgeçilmez gerekleridirler. Buna göre işin başında bu şart yoksa iman yok demektir. Eğer sonradan imanın bu vazgeçilmez sonucu ile iman arasında bir kopuktuk doğarsa yine iman ortadan kalkmış olur.

Ayet, bu meseleyi böylesine şartlı bir kesinliğe bağladıktan sonra ona bir kere de "öğüt", özendirme ve sevdirme yöntemi ile yaklaşıyor., Tıpkı emanet ve adalet konularını işleyen yukardaki ayette yapıldığı gibi. Hani o ayet de adaleti ve emaneti sevdiren, teşvik eden bir yorum cümleciği ile noktalanıyordu. Okuyalım:

"Bu sizin hesabınıza en hayırlı ve en iyi akıbet vaad eden bir tutumdur."

Bu tutum sizin için en yararlı, size geleceklerin en iyisini vaad eden bir tutumdur. Hem dünyada hem ahirette yararlıdır. Hem dünya hem de ahirete ilişkin geleceğinizin en iyisi bu yoldadır. Yani bu yöntemi uygulamanın ucunda sadece yüce Allah'ın rızası ve ahiret sevabı yoktur. Gerçi bu sonuç tek başına son derece önemli ve heyecanlandırıcı bir sonuçtur. Ama bu yöntemi uygulamak, bunun yanısıra, gerek fertlerin ve gerekse toplumun bu dünyadaki yakın vadeli geleceği açısından da en yararlı sonucu beraberinde getirir.

Bu yöntemin anlamı "insan"ın yüce Allah'ın ortaya koyduğu sistemin avantajlarından yararlanmasıdır. Herşeyi yaratan, yoktan var eden, her yaptığı yerinde olan, herşeyi bilen ve gören, her şeyden haberdar olan Allah'ın sisteminden yani. Bu sistem insan bilgisizliğinden, insan keyfiliğinden, insan yetersizliğinden ve insan ihtiraslarından arınmış bir sistemdir. Bu sistemde hiçbir ferdi, hiçbir sosyal sınıfı, hiçbir ırkı, hiçbir milleti, hiçbir kuşağı başka bir kuşağa karşı kayırmanın yeri yoktur. Çünkü yüce Allah, herkesin Allah'ıdır. Onun herhangi bir ferdi, herhangi bir sosyal sınıfı, herhangi bir ırkı herhangi bir milleti veya herhangi bir kuşağı diğerlerine karşı kollama, arkalama tutkusuna -haşa ve kellâ- kapılması söz konusu değildir.

Bu sistemin diğer bir avantajı, başka bir üstünlüğü ise insanın yaratıcısı olan yüce Allah'ın eseri oluşudur. Yüce Allah, insan fıtratının özünü ve gerçek ihtiyaçlarını herkesten iyi bilir. Bunun yanısıra bu fıtratın girintili-çıkıntılı dehlizlerini, kuytu köşelerini, ona nasıl seslenileceğini ve nasıl yola getirileceğini de herkesten iyi bilir. Buna göre uygun sistem bulayım diye tecrübe çöllerinde -haşa ve kellâ- taban tepmesi söz konusu değildir. Ayrıca insanları bu uçsuz-bucaksız çölün kumsallarına başıboş salarak onları bu acı tecrübelerin bedelini ödemek zorunda da bırakmaz.

İnsanlar maddi buluş ve üretim alanında diledikleri denemelere girişebilirler. Bu alan insan aklı önünde uzanan son derece zengin bir alandır. İnsan aklı da bu ilâhi sistemin nasıl uygulanacağını irdelemek ile farklı akıllar arasında tartışma konusu olan meselelerin kıyas metoduna esas olacak olan yönlerini kavramaya çalışmalıdır. Bu alanlar insanın girişeceği tecrübî çalışmalar için ve akıl yürütmesi için yeterince geniştirler.

Bu sistemin diğer bir avantajı, üstünlüğü, in.,anın da içinde yaşadığı evrenin yaratıcısının eseri oluşudur. Bu durum insana, kuralları evrenin doğal yasaları ile uyumlu bir sistemi garanti eder. İnsan bu sistemi benimseyince, bu doğal yasalarla çatışmaya girişmez. Tersine bu yasalarla uyuşur, onları onaylar ve onlardan yararlanır. Bağlısı olduğu sistem bütün bu girişimlerinde ona yol gösterir, onu korur.

Bu sistemin başka bir avantajı, üstünlüğü, insana yol gösterdiği, onu koruması altına aldığı gibi, aynı zamanda ona onurlu ve saygın bir yer verir, aklına sistem içinde çalışma alanı açar. Sistemin akla ayırdığı ilk çalışma alanı nasslarını kavramaya, yorumlamaya yönelik bilimsel çalışmadır, içtihaddır. Arkasından haklarında nass bulunmayan meselelerin çözümünü varolan nasslara ya da İslâm'ın genel ilkelerine havale etme çalışmasına sıra gelir. Bunun da arkasından insan aklının asıl çalışma dalına, insan aklının kesin egemenliği altına verilen temel uğraş alanına sıra gelir. Bu alan, evrende bilimsel araştırma yapma, maddi buluş ve üretim konularında başarılı adımlar atma alanıdır. Ayetin son cümlesini bir de bu anlattıklarımızın ışığı altında düşünerek okuyalım:

"Bu sizin hesabınıza en hayırlı ve en iyi akıbet vaad eden bir tutumdur."

Yüce Allah ne kadar doğru söylüyor!

Ayetlerin akışı içinde imanın şartına ve İslâm'ın tanımına, müslüman ümmetin siyasi altyapısına ve kanun koyma yöntemine ilişkin bu genel kural belirlendikten sonra bu genel kuraldan saptıkları halde mümin olduklarını ileri sürenlere dönülüyor. Bunlar Allah'ın şeriatı dışında bir kaynağı, "tanımamakla, karşı çıkmakla emredildikleri Tağut'un" hekimliğine başvurmakla imanın şartına ve İslâm'ın tanımına ters düşmüş oluyorlar.

İşte bu tür kimselere dönülerek tutumlarının şaşırtıcı olduğu belirtiliyor, bunlar kınanıyorlar, kendileri gibi olanlarla birlikte şeytanın saptırma girişimleri konusunda uyarılıyorlar, yüce Allah'a ve Peygamberimize çağrılıp da bu çağrıya yan çizdiklerinde takınmış oldukları tavrın münafıklık olduğu açığa vuruluyor, ayrıca Tağut'un hakemliğine başvurmaları da imandan çıkmak, hatta daha baştan iman çerçevesi içine girmemek olarak niteleniyor, bunun yanısıra bu kınanmış yönteme uymalarının sonucunda başlarına bir sıkıntı gelince, karşılarına bir musibet çıkınca sığındıkları boş ve asılsız mazeretler anlatılıyor. Bütün bu yaptıklarına rağmen, yüce Allah, Peygamberimize bu adamlara karşı hoşgörülü davranmasını, kendilerine öğüt vermesini öneriyor. Bu ayetler grubu yüce Allah'ın, peygamberleri ne amaçla gönderdiğini açıklayarak son buluyor. Peygamberlerin gönderilişinin amacı, halkın onlara itaat etmesidir. En sonunda da imanın şartı ve İslâm'ın tanımı kesin ve açık bir dille, bir kere daha ifade ediliyor. Okuyoruz:

60- Gerek sana ve gerekse senden öncekilere indirilen kitaplara inandıklarını ileri sürenleri görmüyor musun? Bunlar karşı çıkmakla, tanımamakla emredildikleri Tağutun hakemliğine başvurmak istiyorlar. Şeytan onları koyu bir sapıklığa düşürmek istiyor.

61- Onlara `Allah'ın indirdiğine ve Peygamber'e geliniz' dendiğinde o münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün.

62- Peki, nasıl oluyor da kendi elleri ile işledikleri kötülük yüzünden başlarına bir musibet gelince sana koşarak `Biz sadece iyilik yapmak, uzlaşma sağlamak istemiştik' diye Allah adına yemin ederler.

63- Allah onların kalplerindeki kötü duyguları iyi bilir. Onlara aldırış etme, öğüt ver, kendileri hakkında içlerine işleyecek etkili sözler söyle onlara.

64- Biz gönderdiğimiz her peygamberi, Allah'ın izni ile, mutlaka kendisine itaat edilsin diye gönderdik. Eğer onlar nefislerine zulmettiklerinde sana gelerek Allah'tan af dileselerdi ve Peygamber de onlar adına af dileseydi, Allah'ı tevbeleri kabul edici ve merhametli olarak bulacaklardı.

65- Hayır, hayır! Rabbine andolsun ki, onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda senin hakemliğine başvurmadıkça sonra da vereceğin karara, gönüllerinde hiçbir burukluk duymaksızın, kesin bir teslimiyetle uymadıkça mümin olamazlar.

Acaba okuduğumuz bu ayetler hangi dönemin insanlarını ve olaylarını gündeme getiriyor? Ayetlerde kullanılan üslubun özelliğinden anladığımız kadarı ile burada bize münafıklığın hayli pervasız olduğu ve yahudilerin münafıklar ile işbirliği halinde çalıştıkları bir dönemden, yani Hicret sonrasının ilk yıllarından söz ediliyor.

Burada yüce Allah'ın şeriatı dışındaki bir kaynağın, yani Tağut'un hakemliğine başvurmak istedikleri açıklanan kimselerin kimler olduğuna gelince bunlar münafıkların bir kesimi olabilirler. Nitekim yukarda okuduğumuz ayetlerin ikincisinde yer alan ve onların tutumlarını açıklayan sözler bu ihtimale güç kazandıracak niteliktedir. Bunun yanısıra bu adamlar yahudilerin bir kesimi de olabilirler. Çünkü yahudiler, gerek kendi aralarında ve gerekse Medine halkı ile aralarında çıkan anlaşmazlıkların çözüme bağlanması için Allah'ın kitabının hakemliğine çağrılıyorlardı. Bu adamlar kimi zaman Tevrat'ın ve kimi zaman da -bazı olaylarda görüldüğü üzere- doğrudan doğruya Peygamberimizin hakemliğine çağrıldıkları zaman bu kaynakların hakemliklerini reddederek o günün cahiliye geleneklerinin hakemliğine başvuruyorlardı.

Fakat biz ilk ayette yer alan "Gerek sana ve gerekse senden öncekilere indirilen kitaplara inandıklarını ileri sürenler" şeklindeki açıklamayı göz önüne alarak ilk var sayımımızı tercilı ediyoruz. Çünkü yahudiler Peygamberimize indirilen kitaba (Kur'an'a) inandıklarını hiç ileri sürmemişlerdi. Gerek Peygamberimize ve gerekse daha önceki peygamberlere inandıklarını ileri sürenler münafıklardı. Müslüman gibi görünme politikası güden bu iki yüzlü kimseler İslâm inancının gereği olan bütün peygamberlere inanma şartını sözde yerine getiriyorlardı!

Ayetlerde kimler kasdedilmiş olursa olsun bu olayların Hicretin ilk yıllarında, yani Beni Kurayda ve Hayber olaylarında yahudilerin burunları henüz kırılmadan ve yahudilerin etkinliklerini kaybetmelerinin sonucunda münafıkların Medine'deki nüfuzu henüz sarsılmadan önceki günlerde meydana geldikleri kesindir.

Her neyse, biz bu ayetlerde şu noktaları buluyoruz: Burada imanın şartı ve İslâm`ın şartı tam, kesin ve net bir şekilde sınırlandırılıyor. Yüce Allah "Tanımamakla emredildikleri Tağut'un hakemliğine başvurmak isteyenler"in mümin olmadıklarına, imanları olmadığına bizzat tanıklık ediyor. Yine bizzat yüce Allah aralarındaki meselelerin çözümünde Peygamberimizin hakemliğine başvurup O'nun vereceği kararı -zorlama ve yetersizlik sonucu olarak değil gönüllü, istekli ve arzulu olarak kabul etmeyenlerin iman çerçevesi içine giremeyeceklerine, mümin sayılamayacaklarına yemin ediyor.

Şimdi tek tek ayetleri incelemeye,çalışalım:

"Gerek sana ve gerekse senden öncekilere indirilen kitaplara inandıklarını ileri sürenleri görmüyor musun? Bunlar karşı çıkmakla, tanımamakla emredildikleri Tağut'un hakemliğine başvurmak istiyorlar. Şeytan onları koyu bir sapıklığa düşürmek istiyor."

Şu şaşkınların şaşkınlıklarına bak! Bunlar mümin olduklarını iddia ediyorlar, sonra da bir anda iddialarını yine kendileri çürütüveriyorlar. Bunlar bir yandan "Sana ve senden önceki peygamberlere indirilen kitaplara inandıklarını ileri sürüyorlar" sonra da sana ve senden önceki peygamberlere indirilen kitapların hakemliğini benimsemiyorlar. Bunun yerine başka bir kaynağın, başka bir sistemin, başka bir hüküm merciinin hakemliğine başvurmak istiyorlar. Tağut un hakemliğine başvurmak istiyorlar. Sana ve senden önceki peygamberlere indirilen kitaplara dayanmayan; ölçüsünü, kriterini sana ve senden önceki peygamberlere indirilen mesajlardan almayan bir hüküm kaynağının yargısına boyun eğiyorlar. Böyle bir hüküm kaynağı, hem ilâhlığın başta gelen yetkisini kendisine yakıştırdığı için ve hem de hiçbir değişmez kritere bağlı olmadığı için "tağut"tur, yani azgınlık ve taşkınlıktır.

Bu adamlar bu işi bilmeyerek, yanılgıya düşerek yapmıyorlar; tersine yargısına başvurdukları bu tağutun hakemliğine başvurulmasının yasak olduğunu kesin olarak biliyorlar. Çünkü "ona karşı çıkmaları, onu tanımamaları emredilmiştir". O halde mesele bilmemek ya da yanılgıya kapılmak meselesi değil. Tersine ortada inatçılık ve kasıt vardır. Bundan dolayı bu iddiaları ani "sana ve senden önceki peygamberlere indirilen mesajlara inandıkları" şeklindeki iddiaları geçersizdir, asılsızdır. Bu işin arkasında onları geriye dönme ihtimaline açık kapı bırakmayacak derecede koyu bir sapıklığa düşürmek isteyen şeytan vardır. Okuyoruz:

"Şeytan onları koyu bir sapıklığa düşürmek istiyor."

İşte bu adamların, Tağut'un hakemliğine başvurmak istemelerinin ardında yatan sebep budur. Onların, Tağut'un hakemliğini istemelerini sağlayan ve bu yüzden imanın çerçevesinin ve İslâm'ın tanımının dışına düşmelerine yol açan faktör budur. Sebep, işte budur. Yüce Allah onlara bu sebebi açıklıyor. Belki uyanıp bu sapık yoldan dönerler diye. Bu sebebi müslüman cemaate de açıklıyor. Bu adamları kimin kışkırttığını, arkalarında kimin olduğunu bilsinler diye.

Bir sonraki ayette bu adamlar, yüce Allah tarafından Peygamberimize ve daha önceki peygamberlere indirilen mesajlara, hani o inandıklarını ileri sürdükleri mesajlara çağrıldıklarında nasıl bir tavır takındıkları anlatılıyor. Okuyoruz:

"Onlara `Allah'ın indirdiğine ve Peygamber'e geliniz! dendiğinde o münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün."

Fesübhanellah! Şu münafıklık kendini ele vermeden edemiyor. Fıtratın yalın mantığı ile çelişkiye düşmeden edemiyor. Yoksa münafıklık olmazdı zaten.

Neden derseniz, fıtratın yalın iman mantığı insanın, inandığı kaynağın ve inandığı kimsenin hakemliğini benimsemesini gerektirir. Allah'a ve Allah'ın indirdiği mesaja, Peygamber'e ve O'na indirilen kitaba inandığını ileri süren bir kimse Allah'ın emri, yasası ve sistemi uyarınca yargılanmaya çağrılınca fıtratın yalın mantığına göre bu çağrıyı tam bir gönül coşkunluğu ile kabul etmesi gerekir. Böyle bir adamın bu çağrıya sırt çevirmesi, onu geri çevirmesi, fıtratın yalın mantığına ters düşer. Ayrıca bu çelişkili durum ortada bir münafıklığın varolduğunu açığa vurur, adamın mümin olduğunu ileri süren iddiasının yalan olduğunu kanıtlar.

İşte yüce Allah, Allah'a ve Peygambere inandıkları halde Allah'ın ve Peygamberin sisteminin hakemliğine razı olmayan, tersine bu sistemi benimsemeye çağrılınca ondan köşe-bucak kaçan sözleri, özlerine uymaz kimseleri sözünü ettiğimiz yalın fıtrat mantığına göre yargılıyor, hesaba çekiyor!

Bir sonraki ayette bu adamların davranışlarına yansıyan şu münafıklık belirtisine parmak basılıyor. Bu adamlar ya Allah'ı ve Peygamberi benimsesinler amacı ile kendilerine yapılan çağrıyı kabul etmedikleri için ya da Tağut'un hakemliğine başvurmaya eğilimli oldukları için başlarına bir musibet, bir felâket gelince hemen birtakım münafıkça bahaneler ileri sürerek münafıklıklarını mazur göstermeye kalkışırlar. Okuyoruz:

"Peki, nasıl oluyor da kendi elleri ile işledikleri kötülük yüzünden başlarına bir musibet gelince hemen sana koşarak `Biz sadece iyilik yapmak, uzlaşma sağlamak istemiştik' diye Allah adına yemin ederler."

Bu musibet, bu adamların ne mal oldukları o günkü müslümanlarca anlaşılmış olması sebebi ile başlarına gelmiş olabilir. Çünkü böyle olunca onlar müslümanların kınamalarına, toplumdan soyutlama girişimlerine ve horlamalarına maruz kalmış olabilirler. Bu da normal bir tepkidir. Çünkü müslüman toplum, Allah'a ve Allah'ın indirdiği mesaja, Peygamber'e ve O'na inen kitaba inandığını iddia ettiği halde yüce Allah'ın şeriatı dışında bir kaynağın hakemliğine başvurma eğilimi gösteren, ya da Allah'ın sistemine göre yargılanmaya çağrılınca bu çağrıya sırt çeviren kimselerin kendi içinde bulunmasına dayanamaz, katlanamaz. Böyle bir çelişkiye ancak fertlerinde İslâm'dan ve imandan eser kalmamış olan, iman namına elinde sadece bu adamlarınki gibi birtakım asılsız iddialar ile İslâm namına sadece kuru isimler kalmış olan toplumlar katlanabilirler!

Ya da bu adamlar yüce Allah'ın adil nizaını dışındaki bir kaynağın hakemliğine başvurdukları için zulme uğruyorlar, bu anlamda başlarına musibet geliyor, bunun üzerine aralarında doğan bir problemin çözümünü Tağut'un hakemliğinden beklemiş olmalarının sonucu olarak pişman olmuş, hayal kırıklığına uğramış olabilirler.

Yahud söz konusu musibeti başlarına indiren doğrudan doğruya yüce Allah'tır. Düşünsünler de doğru yola gelsinler diye kendilerini bir sınavdan geçirmek istemiştir belki.

Adamların başlarına gelen musibetin sebebi ne olursa olsun, Kur'an alaycı bir dille soruyor? O zaman durum nice olur diye! Bu adamlar bu durumda Peygamberimizin yanına gidince ne yaparlar? Okuyoruz:

"Biz sadece iyilik yapmak, uzlaşma sağlamak istemiştik' diye Allah'ın adı üzerine yemin ederler."

Son derece gülünç, komik bir durum. Adamlar yaptıklarının farkında olarak Peygamberimizin yanına gidiyorlar, fakat kendilerini bu davranışa iten asıl faktörü Peygamberimize açıklamaya cesaretleri, daha doğrusu niyetleri olmadığı için yalan yere yemin ediyorlar. Tağut'un -bu olayda belki de geleneksel cahiliye yasalarının- hakemliğine başvurmak istemelerinin tek amacı iyilik yapmak ve uzlaşma sağlamaktır diye!

Bu iddialar yüce Allah'ın sistemini ve şeriatını bir yana bırakıp başka bir kaynağın hakemliğine başvuranlar tarafından her dönemde ileri sürüle gelmiştir. Böyleleri kargaşalığa, sıkıntıya ve acılara yol açmaktan kaçındıkları için yüce Allah'ın şeriatının hakemliğine başvurmadıklarını söylerler; bu tutumları ile farklı unsurları uzlaştırmak, çeşitli görüşleri ve çelişik inançları bağdaştırmak istediklerini sözlerine eklerler. Bu sözler, mümin olmadıkları halde mümin olduklarını söyleyen kaypak münafıkların ileri sürecekleri asılsız bir bahanedir. Durum her zaman ve her yerde tıpatıp aynıdır.

Yüce Allah, bu kimselerin sırtlarına giydikleri bu iğreti kaftanı üzerlerinden soyup çıkarıyor, Peygamberine onların yüreklerinde gizli tuttukları niyetleri ve duyguları bildiklerini haber veriyor. Bu arada bütün bunlara rağmen Peygamberimize bu adamlara karşı yumuşak davranmasını, kaypaklıklarını görmezlikten gelerek onlara öğüt vermesini öneriyor. Okuyoruz:

"Allah onların kalplerindeki kötü duyguları iyi bilir. Onlara aldırış etme, öğüt ver, kendileri hakkında içlerine işleyecek etkili sözler söyle onlara."

Bunlar gerçek niyetlerini ve duygularını saklayarak bu bahaneleri ileri süren, bu mazeretlerini uyduran kimselerdir. Allah vicdanların saklı birikimlerini ve kalplerin titreşimlerini herkesten iyi bilir. Fakat o günlerin münafıklara karşı güdülen politikası bu kimselere göz yummayı, yumuşak davranmayı, öğüt vermeyi ve eğitici çabaları devam ettirmeyi gerektiriyordu.

Okuduğumuz ayetin son cümlesine dikkatleri yeniden çekmek istiyoruz:

"Onlara, kendileri hakkında içlerine işleyecek etkili sözler söyle."

Bu ifade şaşırtıcı derecede başarılı bir tasvirle önümüze son derece somut bir tablo getiriyor. Söz sanki bir ok gibi doğrudan doğruya vicdanlara yöneltiliyor ve yine doğrudan doğruya kalplere saplanıp oturuyor.

Bu ayet, bu adamları, sapık yollarından dönmeye, tevbe ederek doğru yola koyulmaya, yüce Allah'ın ve Peygamberin himayesine sığınarak güvene kavuşmaya özendiriyor. Tağut'un hakemliğine başvurma eğilimi göstermiş olmalarına, Allah'ın ve Peygamberimizin hakemliğini benimsemeye çağrıldıklarında Peygamberimizden köşe-bucak kaçmış olmalarına rağmen eğer kirli geçmişlerinden kopmaya karar verirlerse kendilerine kucak açılacağı mesajı veriliyor. Çünkü tevbe kapısı açıktır. Yüce Allah'a dönme fırsatı henüz kaçmış değildir. Eğer onlar günahlarından dolayı yüce Allah'tan af dilerler ve Peygamber de onlar adına Allah'tan af dilerse bu dilekler kabul edilir.

Fakat, okuyacağımız ayet, bütün bunlardan önce bir temel kuralı belirliyor. O kural şudur: Yüce Allah, peygamberlerini -kendi izni çerçevesinde insanlardan itaat görmek üzere gönderdi. Onları emirlerine karşı gelinsin diye göndermediği gibi sadece öğüt verici olsunlar, sadece yol göstermekle yetinsinler diye de göndermedi. Okuyoruz:

"Biz gönderdiğimiz her peygamberi, Allah'ın izni ile, mutlaka kendisine itaat edilsin diye gönderdik. Eğer onlar nefislerine zulmettiklerinde sana gelerek Allah'tan af dileselerdi ve Peygamber de onlar adına af dileseydi Allah'ı, tevbeleri kabul edici ve merhametli olarak bulacaklardı."

Bu ayetin baş tarafı son derece önemli bir gerçeği dile getiriyor. Peygamber sadece bir "vaiz" değildir. O söyleyeceğini söyledikten sonra geçip giden, sözleri havada uçuşup kaybolan, hiçbir otoriteye, hiçbir yaptırım gücüne sahip olmayan sıradan bir hatip değildir. Nitekim insanları bu dinin mahiyeti ve peygamberlik misyonunun özü konusunda yanıltmak isteyen bazı düzenbazlar böyle söylüyor. Bunun yanısıra "Din"in ne demek olduğunu kavrayamamış olan bazı sığ düşünceliler bu meseleyi böyle anlıyorlar. Oysa din, bir hayat sistemi; örgütleri ile, yasal düzenlemeleri ile, kurumları ile, değer yargıları ile, ahlâk sistemi ile, edep kuralları ile, ibadetleri ve törenleri ile gerçek anlamda dört dörtlük bir hayat sistemidir.

Bütün bunlar peygamberlik makamının bir otoriteye sahip olmasını gerektirir. Sistemi hayata geçirecek yöneltecek bir otoritenin, bir yürütme gücünün olmasını kaçınılmaz kılar. Yüce Allah, peygamberleri -kendi izni, kendi şeriatı çerçevesi içinde- dinin sistemini pratiğe yansıtmak konusunda insanlar tarafından itaat edilsin diye gönderdi. Onları bu hayata yön vermesini dilediği sistemin yürürlüğe girmesini sağlamak için gönderdi. Kendi izni ile sınırlı olmak şartı ile itaat edilsin diye göndermediği bir tek peygamber yoktur. Buna göre Peygambere itaat etmek, aslında yüce Allah'a itaat etmek demektir. Yüce Allah, peygamberleri sırf vicdanları etkilesinler, diye sırf klasik ibadetleri ve dini törenleri insanlara öğretsinler diye göndermiş değildir. Böyle bir varsayım, bu dine ilişkin asılsız bir kuruntu olur. Yüce Allah'ın peygamber göndermekteki hikmeti ile bağdaşmaz. Bu hikmet pratik hayatta belirli bir sistemi egemen kılmaktır. Yoksa peygamberlerin sadece vaizlik görevi yapmakla yetindikleri, söyleyeceklerini söyledikten sonra başka hiçbir şeyle ilgilenmeyerek geçip gittikleri bir dünya, bu günkünden çok daha berbat olurdu. Küstahların her türlü ölçüyü pervasızca çiğnedikleri, alçakların her türlü alçaklıklarını rahatlıkla sahneye koydukları bir dünya olurdu.

Bundan dolayı İslâm tarihi bilinen gelişim çizgisini izledi. Yani bir çağrı, bir tanıtma-duyurma, bir düzen koyma, bir egemenlik kurma tarihi oldu. Bu süreci Peygamberin yerini alan halifelerin yönetimi izledi. Bu hilâfet yönetimi şeriatın ve kurulmuş düzenin gücüne dayanarak şeriatı ve düzeni ayakta tutmaya, Peygambere yönelik itaate süreklilik kazandırmaya, yüce Allah'ın peygamberleri göndermekteki muradını gerçekleştirmeye çalıştı.

Bundan başka "İslâm" ya da "din" ile anılabilecek bir yol, bir sistem yoktur. "Din" ve "İslâm" adı ile varolan tek yol, tek sistem pratik hayatta ve düzende gerçekleşen peygambere yönelik itaattir. Bu pratik hayat sosyal şartlara bağlı olarak şu ya da bu oranda değişikliğe uğrayabilir. Fakat temeli ve özü değişmez kalır. O temel ve öz ki, o olmadan İslâm olmaz. Bu özün, bu temelin ana maddelerini şöyle sıralayabiliriz: Yüce Allah'ın sistemine teslim olmak; Peygamberin sistemini uygulamak; yüce Allah'ın şeriatının hakemliğini benimsemek; Yüce Allah katından getirdiği mesajlar konusunda Peygambere itaat etmek; ilâhlık yetkisinin sadece Allah'ın tekelinde olduğunu kabul etmek, başka bir deyimle "Lâilâheillallah (Allah'tan başka ilâh yoktur)" ilkesine tanıklık etmek; buna bağlı olarak yasa koyma yetkisinin sırf Allah'a ait bir yetki olduğunu ilkesel bir yaklaşımla kabul etmek, bu yetkiden başka hiçbir güce en ufak bir pay ayırmamak; şu ya da bu oranda Tağut'un hakemliğini benimsememek; haklarında nass bulunmayan yeni ve tartışmalı meselelerin çözümünü yüce Allah'a ve Peygambere havale etmek.

Bu sistemden saparak "kendilerine zulmedenler"in önünde, yüce Allah'ın, Peygamberimizin dönemindeki yahudileri yararlanmaya çağırdığı, özendirdiği fırsat vardır. Okuyoruz:

"Eğer onlar nefislerine zulmettiklerinde sana gelerek Allah'tan af dileselerdi ve Peygamber de onlar adına af dileseydi, Allah'ı tevbeleri kabul edeci ve merhametli olarak bulacaklardı."

Yüce Allah her zaman tevbe edenlerin tevbelerini kabul eder. Allah yanlış yoldan dönenlere karşı her zaman merhametlidir. Bu ayette O, bize bu sıfatlarını tanıtıyor ve kendisine sığınanların, günahlarından dolayı af dileyenlerin tevbelerini kabul edeceğini, üzerlerine merhametini yağdıracağını vaadediyor. Bu ayetin kapsamına ilk girenlerin önünde Peygamberimize kendileri adına af dilemesi fırsatı vardı. O fırsat geçti. Fakat yüce Allah'ın kapısı sürekli açık ve O'nun vaadi her zaman geçerlidir. Hiçbir zaman ne bu kapı kapanır ve ne de vaadin süresi dolar. O halde isteyen gelsin, azmeden öne atılsın.

Okuduğumuz bu ayetler gurubunun sonunda daha önce de sözünü ettiğimiz kesin ifadeli mesajla karşılaşıyoruz. Bu mesajın girişinde yüce Allah kendi zatı üzerine yemin ediyor. Arkasından karşısına çıkan her meselede Peygamberimizi hakem tutarak O'nun vereceği her kararı gönlünde hiçbir burukluk duygusu hissetmeksizin, hiçbir duraksama belirtisi göstermeksizin tam bir gönül rızası ile kabul etmeyen kimsenin kesinlikle mümin sayılamayacağını açıklıyor. Okuyoruz:

"Hayır hayır, Rabbine andolsun ki, onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda senin hakemliğine başvurmadıkça, sonra da vereceğin karara, gönüllerinde hiçbir burukluk duymaksızın, kesin bir teslimiyetle uymadıkça mümin olamazlar."

Kendimizi bir kere daha iman şartı ve İslâm'ın tanımı ile karşı karşıya buluyoruz. Bu şartı ve bu tanımı bizzat yüce Allah ortaya koyuyor ve onu yüce zatı üzerine yemin ederek perçinliyor. Artık bundan sonra imanın şartı ve İslâm'ın tanımı konusunda hiç kimsenin söyleyebileceği bir söz, hiç kimsenin getirebileceği bir yorum olamaz.

Bundan sonra ancak demogoji yapılabilir ki, ona da kulak asılmaz, değer verilmez. Bu konuda ortaya konabilecek bir demogoji örneği şudur: "Yüce Allah'ın bu sözü belirli bir zamana bağlıdır ve sadece belirli bir grup insan hakkında geçerlidir!"

Bu iddia, İslâm'ı hiç kavramamış olanların, Kur'an-ı Kerimin üslubu hakkında hiçbir şey bilmeyenlerin sözüdür. Bu yüzeysel yorumun tersine, yüce Allah'ın bu sözü İslâm'ın genel karakterli gerçeklerinden biridir, yeminle perçinlenerek ifade edilmiştir, hiç bir kayıtla sınırlı değildir. Peygamberimizi hakem tutma zorunluluğu, sadece sağlığında O'nun kendisini hakem tutma zorunluluğudur diye bir kuruntuya kapılma ya da bu kuruntuyu başkalarının zihinlerine aşılamak tamamen yersiz ve gerekçesizdir. Söz konusu olan Peygamberimizin şeriatını ve sistemini hakem tutma zorunluluğudur. Yoksa öyle olsaydı Peygamberimizin ölümünden sonra Allah'ın şeriatine ve Resulullah'ın sünnetine hiç yer kalmazdı. Bu görüşü Hz. Ebu Bekir döneminde en sapık dönekler (mürtedler) ileri sürünce Hz. Ebu Bekir bu gerekçe ile onlara karşı savaş açmıştı. Hatta bundan çok daha azını yapanlara, yani Peygamberimiz ölünce zekât verme zorunluluğu konusunda Allah'a ve Peygambere itaat etmekten vazgeçmeye kalkışanlara, Peygamberimizin bu konudaki hükmüne karşı çıkanlara karşı savaş açmıştı.

"İslâm"ın varlığını kanıtlayabilmek için yüce Allah'ın şeriatının ve Peygamberimiz tarafından verilen hükmün hakemliğine başvurmak yeterlidir. Ama bu kadarı "iman"ın varlığını kanıtlamaya yetmez. İmanın varlığını kanıtlayabilmek için bu şartın beraberinde gönül hoşnutluğu, kalb teslimiyeti ve iç rahatlığı da bulunmalıdır.

İşte "İslâm" ve "İman" budur. Buna göre herhangi bir kimse müslüman ve mümin olduğunu iddia etmeden önce kendisi nerede, İslâm nerededir ve yine kendisi nerede, iman nerededir, buna iyi bakmalıdır.

Bu ayetlerin akışı ïçinde Peygamberimizin hakemliği kabul edilmedikçe, arkasından vereceği karara gönül hoşnutluğu ile teslim olunmadıkça mümin olunamayacağı vurgulandıktan sonra söz şu gerçeğe getiriliyor: İnsanların benimsemeye çağrıldıkları bu sistem, başka kaynağa başvurmaksızın tek başına hakem tutmakla yükümlü tutuldukları bu şeriat, gönül rızası ile kabul etmeleri kesinlikle kendilerinden istenen bu yargı düzeni kolay bir sistem, hoşgörülü bir şeriat ve merhametli bir yargı düzenidir. Bu sistem insanlara kapasiteleri dışında bir yükümlülük getirmiyor, onları zora koşmuyor, göze alamayacakları bir fedakârlıkta bulunmalarını istemiyor.

Çünkü yüce Allah insanın zayıf olduğunu biliyor ve bu zayıflığa merhameti ile karşılık veriyor. Yüce Allah biliyor ki, eğer insanlara çok ağır yükümlülükler yüklerse bunları çok az kimse yerine getirir. Allah insanları sıkıntıya sokmak, onları günaha düşürmek istemez. Bundan dolayı onlara ağır, çoğunluğu görevini yerine getirmeye ve günahkâr olmaya sürükleyecek derecede zor yükümlülükler önermemiştir. Eğer insanlar yüce Allah'ın önerdiği kolay yükümlülükleri üstlenseler ve yüce Allah'ın kendilerine verdiği öğütleri dinleseler hem dünyada hem ahirette büyük bir mutluluğa kavuşurlardı, yüce Allah onları hidayeti ile desteklerdi. Nitekim O, azimle, iyi niyetle, çaba ile, iradesi ile, gücünün sınırları içinde hidayet peşinde koşan herkesin yardımcısı ve destekçisidir. Okuyoruz:

66- Eğer onlara "canlarınızı feda ediniz " ya da "yurtlarınızdan çıkınız " diye emretmiş olsaydık, pek azı dışında, bunları yapamazlardı. Oysa eğer onlar kendilerine verilen öğütleri tutsalardı, bu haklarında hayırlı ve güvenceli bir tutum olurdu.

67- O zaman onlara tarafımızdan büyük bir mükäfat verirdik.

68- Kendilerini kesinlikle doğru yola iletirdik.

Bu sistem, her normal yaratılışlı, sağlıklı fıtratlı insanın üstesinden gelebileceği derecede kolaydır. Normal olarak çok az kimsede bulunan olağanüstü, süper gayretlerin varlığını gerektirmez. Bu din böylesine küçük bir azınlığa gelmedi, bütün insanlara geldi. İnsanlar yükümlülüklerini yerine getirebilme açısından farklı madenler, değişik renkler gibidirler. Farklı dereceli zümreler oluştururlar. Oysa bu din tümüne kendilerinden istenen görevleri yapma ve sakındırıldıkları günahlardan uzak kalabilme imkânını tanımaktadır.

Okuduğumuz ayetlerin ilkinde sözü edilen "cana kıyma" ve "yurttan çıkma" eylemleri iki ağır yükümlülük örneğidir. Eğer yüce Allah insanlara bu yükümlülükleri emretseydi, pek az kimse dışında onları yapabilen bulunmazdı. Bunlar emredilmedi. Çünkü yükümlülüklerin amacı insanların ezici çoğunluğunun gücünü aşmak, ezici çoğunluğu cendereye sokmak değildir. Tersine ilâhi sistemin amacı yükümlülüklerini herkesin yerine getirmesi, herkesin onların gereğini yapabilmesi normal ve ruhen sağlıklı herkesin iman kervanına katılmasıdır. Fakat bu kalabalık, geniş kapsamlı ve uzun konvoylu İslâm ümmeti kervanının ilerleyiş süreci boyunca farklı vicdanları, farklı gayretleri, farklı yeteneklerin hakkettikleri yerleri alma ve bu farklı zümreler ümmeti, bir bütün olarak yetiştirip ilerletmeleridirler.

Nitekim İbn-i Cureycin, Musenna İshak Ebu Ezher yolu ile İsmail'e dayanarak bildirdiğine göre sahabilerden Ebu İshak Subeyî şöyle diyor "Eğer onlara `canlarınıza kıyınız..." diye başlayan ayet inince arkadaşlarımızdan biri `Eğer bize böyle bir emir verilseydi, onu yerine getirirdik. Bizi böyle bir yükümlülükten muaf tutan Allah'a hamdolsun' dedi. Bu söz Peygamberimizin kulağına varınca O, şöyle buyurdu:

"Benim ümmetim içinde öyleleri var ki, kalplerindeki iman yalçın dağlardan bile daha sarsılmazdır."

Bu arada İbn-i Ebu Hatem'in, Musab b. Sabit'e dayanarak bildirdiğine göre Musab'ın amcası Amr b. Abdullah b. Zübeyr şöyle diyor; "Eğer onlara canlarınızı feda ediniz! ya da `yurtlarınızdan çıkınız' diye emretmiş olsaydık, pek azı dışında, bunları yapmazlardı" ayeti inince Peygamberimiz "Eğer böyle bir emir gelseydi, Abdullah b. Revaha bu emri yerine getirenlerden biri olurdu" buyurdu.

Yine İbn-i Ebu Hatem'in -halkalarını saydığı bir rivayet zincirine dayanarak- bildirdiğine göre sahabilerden Şurayh b. Ubeyd diyor ki; "Peygamberimiz `Eğer onlara canlarınızı feda ediniz diye emretmiş olsaydık...' diye başlayan ayeti okuyunca eli ile Abdullah b. Revaha'yı göstererek `Eğer Allah bu yükümlülüğü emretseydi, bu adam onu yerine getiren azınlık içinde yer alırdı." buyurdu.

Peygamberimiz adamlarını son derece sağlam, derinlikli ve net bilgilerle tanıyordu. Her birinin özelliklerini, kendilerinden bile daha iyi biliyordu. Peygamberimiz dönemi tarihinde (sirette) O'nun kendi adamlarını, bunun yanısıra savaştığı kimseleri ve kabileleri, uzmanlık derecesine varan bir bilgi ile tanıdığını gösteren birçok örnek vardır. Çevresinin şartlarını ve insanlarını şaşılacak bir duyarlılıkla gözetleyen üstün yetenekli bir komutanın bilgisidir bu. Bu konu henüz gerektiği gibi incelenmiş değildir.

Şimdi konumuz bu değil. Şimdiki konumuz Peygamberimizin eğer ağır yükümlülükler emredilseydi, ümmetinin içinde bunların üstesinden gelebilecek olanların bulunduğunu bildiği idi. Fakat Peygamberimiz bunun yanısıra şu dinin sırf bu küçük insan azınlığı için gelmediğini de biliyordu. Yüce Allah bizzat yarattığı bu insanın yapısını ve gücünün sınırlarını biliyordu. Bundan dolayı bütün insanlar için gelişmiş o:an bu dinde iyi niyetli, normal yaratılışlı, sağlıklı fıtratlı, amacı Allah'a itaat etmek olan, küstah ve umursamaz olmayan herkesin kolaylıkla yapabileceği görevleri emretti.

Bu gerçeği vurgulamak insanı çözülmeye, hayvanlık düzeyine inmeye ve pislik böceği gibi çamurda debelenmeye çağıran yıkıcı yaygaralara karşı koymak açısından özellikle önem taşır. Bu yaygaraların iddiasına göre insanın "realite"si, karakteristik yapısı, yaratılışı ve kapasitesi budur. Din "idealist" bir çağrıdır, o şu dünya pratiği içinde gerçekleşmek için gelmedi, onun yükümlülüklerini bir kişi yapabilirse yapamayan yüz kişi vardır.

Bu iddia yalandır, bir; aldatıcıdır, iki; cahilcedir, üç. Çünkü bu iddia, insanı yaratan ve ona bu dinin yükümlülüklerini emreden yüce Allah'ın bildiği, tanıdığı gibi insanı bilip tanıma imkânından yoksundur. Yüce Allah bu kapsamlı bilgisi ile bu yükümlülüklerin sıradan insanın kapasitesini, gücünün sınırlarını zorlamadıklarını biliyor. Çünkü bu din, seçkin bir azınlığa gelmedi ki!

Gerekli olan şey sıradan insanın gayretli, samimiyeti ve yola koyulması, ilk adımı atmasıdır. O zaman yüce Allah'ın, görevini yapanlara yönelik vaadi devreye girer. Okuyoruz:

"Oysa eğer onlar kendilerine verilen öğütleri tutsalardı, bu haklarında hayırlı ve güvenceli bir tutum olurdu."

Görüldüğü gibi insana düşen sadece yola koyulmak, ilk adımı atmaktır. Arkasından yüce Allah'ın yardımı, yola devam etmeyi güvenceye bağlayan

desteği imdada yetişir. Bunu büyük mükâfat izler, onu da doğru yola iletmek izler. Yüce Allah doğru söylemiştir. Allah kullarını -haşa- aldatmaz, onlara yerine getirmeyeceği vaadlerde bulunmaz, onlara sadece doğru olanı söyler. "kim yüce Allah'tan daha doğru sözlü olabilir?!" (Nisa Suresi, 87)

Yalnız bu sistemin kolaylığı "istisnai kolaylık (ruhsat)" demek değildir. Yani bu dindeki istisnai kolaylıkları bir araya getirerek sırf bunların toplamını hayat sistemi haline getirmek değildir vurgulamak istediğimiz kolaylık. Bu dinde normal emirler (azimetler) de vardır, istisnai kalaylıklar (ruhsatlar) da. Normal emirler asıldır, istisnai kolaylıklar geçici şartlar içindir.

Kimi zaman bazı samimi ve iyi niyetli dâvetçiler, insanları bu dine çekebilmek için bu "istisnaî kolaylıklar"a sarılırlar, onları bir araya getirerek meydana getirdikleri toplamı insanlara din diye sunarlar, arkasından onlara "Bakınız, bu din ne kadar kolaydır" derler! Bir de bazı yağcılar var. Bunlar devlet yetkililerinin ve halk yığınlarının ihtiraslarını pohpohlamak, keyfi doyuma erdirmek peşindedirler. Bu amaçla İslâm'ın hükümleri ve nassları arasında "sızma noktaları" ararlar ve bulabildikleri bu sızma noktalarının toplamını din diye ortaya koyarlar.

Bu din ne odur ve ne de budur. O normal emirleri ile ve istisnai kolaylıkları ile (azimetleri ve ruhsatları ile) parçalanmaz bir bütündür. O bu niteliği içinde insanlar için kolaydır, sıradan insan eğer gayret ederse onun gereklerini yerine getirebilir ve insan oluşunun sınırları içinde kendine özgü kemal, olgunluk derecesinin son noktasına ulaşabilir. Tıpkı aynı bahçede yetişen meyvaların, kendilerine özgü olgunluğa ermeleri gibi. İçinde üzüm, şeftali, armut, dut, incir ve salatalık yetişen bir meyva bahçesi düşünelim. Bu meyvaların hepsinin tadı aynı olmaz. Ama bu meyvalardan herhangi biri kendine özgü olgunluk düzeyine erince, tadı bir başka meyvadan azdır diye, "olgunlaşmadı" hamdır denemez.

Bu dinin bahçesinde bakla da, salatalık da, zeytin de, nar da, elma da, ayva da, üzüm de, incir de yetişir ve hepsi de olgunlaşır. Tatlıları ve sululuk oranları farklı olur, ama hepsi de olgunlaşır, kendileri için mümkün olan kemal derecesinin son noktasına ulaşırlar.

Bu Allah'ın tarlasında, Allah'ın gözetimi altında ve Allah'ın sağladığı kolaylıklar eşliğinde gerçekleşen bir ilâhi üretim sürecidir.

Sıra bu dersin sonunu oluşturan iki ayete geldi. Bu iki ayette ruhlarda, gönüllerde çok sevilen bir nimetin, tatlı bir hazzın özlemi, coşkunluğu ve cazibesi canlandırılıyor. Ahirette peygamberler ile, dosdoğrularla (sıddıklarla) şahitlerle ve diğer seçkin iyi kullarla bir arada olma nimeti ve hazzı. Okuyoruz:

69- Allah'a ve Peygamber'e itaat edenler var ya, bunlar Allah'ın nimetine eriştirdiği peygamberlerle, dosdoğru kullarla, şehidlerle ve iyilerle birlikte olurlar. Bunlar ne iyi arkadaşlardır!

70- Bu Allah'ın bağışıdır. Allah herşeyi yeterince bilir.

Bu okşayıcı mesaj, her kalbin duygularını coşturur. İçinde zerrece iyilik bulunan, kurtuluş tohumu barındıran, yüce Allah'ın yakınlarında onurlu bir beraberliğin simgelediği yüksek bir makama tırmanma özlemi ile yanıp tutuşan her kalbi heyecanın şevki ile kanatlandırır. Bu yüce seçkinler gurubu ile birlikte olmak yüce Allah'ın tek yanlı bir bağışıdır. Hiç bir insan sadece iyi ameli ile, sırf ibadeti ile bu yüce makama erişemez. O yüce Allah'ın geniş kapsamlı, gürül gürül akışlı , e yaygın bir lütfundan başka bir şey değildir.

Sözlerimizin burasında ömrümüzün bir kaç dakikasını Peygamberimizin sahabileri ile baş başa yaşamamız yerinde olur. Bu seçkin müminler, ahirette de peygamberimiz ile birlikte olmanın özlemi ile yanıp tutuşuyorlar. Aralarında öyleleri var ki, Peygamberimize karşı beslediği coşkun aşk yüzünden O'ndan ayrı düşmeyi düşünemiyor bile! Oysa O, henüz dünyada ve onların arasındadır. İşte bu sırada bu ayetler iniveriyor, bunun üzerine bu yakıcı aşkın ateşi yatışıyor üzerine su serpilmiş gibi oluyor bu soylu aşkın ve bu dalgalanan yalazın.

İbn-i Cerir'in, İbn-i Humeyd ve Yakub Sekemı yolu ile Cafer b. Ebu Muğıre'ye dayandırarak bildirdiğine göre sahabilerden Said b. Cubery şöyle diyor: "Bir gün Medine yerlilerinden (Ensardan) bir arkadaşımız Peygamberimizin yanına geldi, arkadaşımız üzgündü. Bunun üzerine Peygamberimiz kendisine "Ey falanca seni üzgün görüyorum, sebebi nedir? diye sorduğu Arkadaşımız "Düşündüğüm bir şey var da onun için üzülüyorum' dedi. Peygamberimizin "Nedir o düşündüğün şey?" diye sorması üzerine arkadaşımız şunları söyledi: "Hergün sabahleyin yanına geliyor ve ancak gece olunca yanından ayrılıyoruz. Bütün gün yüzüne bakıyor, seninle birlikte oturuyoruz. oysa sen yarın Peygamberlerin yanına yükseltileceksin ve biz artık sana ulaşamayacağız". Peygamberimiz arkadaşımızın bu sözlerine hiçbir karşılık vermedi. Fakat bir süre sonra Cebrail geldi ve `Allah ve Peygamber'e itaat edenler var ya, bunlar Allah'ın nimetine eriştirdiği peygamberlerle...' diye başlayan ayeti getirdi. Bunun üzerine Peygamberimiz, o arkadaşımıza haber salarak kendisine bu müjdeyi iletti."

Öte yandan Ebu Bekir b. Murdeveyh'in bildirdiğine göre Peygamberimizin eşi Hz. Aişe şöyle diyor: "Bir defasında adamın biri Peygamberimize gelerek şöyle dedi; `Ya Resulullah, ben seni kendimden, ailemden, çoluk-çocuğumdan daha çok seviyorum. Bazan evdeyken hatırıma geldiğinde kendimi tutamayarak sana geliyor, seni görüyorum. Benim ve senin ölümünü düşününce senin cennete girip diğer peygamberlerin yanına yükseleceğini biliyor, eğer ben de cennete girersem seni göremeyeceğimden korkuyorum! Peygamberimiz, adamın bu sözlerine hiçbir karşılık vermedi. Bunun üzerine bir süre sonra `Allah'a ve Peygamber'e itaat edenler var ya, bunlar Allah'ın nimetine eriştirdiği Peygamberlerle, dosdoğru kullarla, şehidlerle ve iyilerle birlikte olurlar. Bunlar ne iyi arkadaşlardır!' ayeti indi."

Bu arada Akl b. Ziyad'ın, Yahya b. Kesir yolu ile Ebu Seleme b. Abdurrahman'a dayanarak bildirdiğine göre sahabilerden Rebie b. Kaab Eslemi şöyle diyor `Bir gece Peygamberimizin yanında yatmıştım. Sabah olunca helâ ve abdest suyunu hazırlayıp önüne koydum. Bunun üzerine bana `bir dilekte bulun' buyurdu. Kendisine `Ya Resulullah, cennette seninle birlikte olmak istiyorum.' diye cevap verdim. `Başka bir isteğin yok mu?' diye sordu. `Hayır, tek dileğim bu' dedim. Bunun üzerine bana `O halde çok çok secdeye vararak kendin için bana yardımcı ol' buyurdu." (Müslim) Ayrıca bir gurup sahabiden tevatür yolu ile nakledildiğine göre bir defasında Peygamberimize sevdiği kimselere katılamayan, onlarla birlikte olma imkânı bulamayan kimsenin durumu soruldu. Peygamberimiz bu soruyu "İnsan, sevdikleri ile birliktedir" diye cevaplandırdı. Sahabilerden Enes b. Malik diyor ki; "Müslümanlar bu söze sevindikleri kadar hiçbir şeye sevinmemişlerdi." (Buhari)

Evet, bu mesele sahabilerin kalplerini ve ruhlarını çok meşgul ediyordu. Ahirette Peygamberimiz ile birlikte olma meselesi yani. Çünkü dünyada O'nunla bir arada olmanın erişilmez tadına varmışlardı! Bu mesele, aynı zamanda yüce Peygamberimizi sevmenin tadına erişen her müslümanın kalbini meşgul eder. Okuduğumuz son hadiste bu bakımdan ümit, güven ve ışık vardır.

Hiç yorum yok: