BESMELE

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيمِ

10 Temmuz 2009 Cuma

CİHADA KOŞUN

Nisa suresi

CİHADA KOŞUN!

Bu bölümde yer alan ayetlerin erken bir dönemde nazil olduğu görüşünü tercih ediyoruz. Bu da Uhud savaşı sonrası Hendek savaşından önceki dönem olabilir. Bu ayetlerin ortaya koyduğu müslüman topluluğun görünümü bizi bu sonuca götürmektedir. Bu görünüm, müslüman safta henüz olgunlaşmamış yahut iman etmemiş ve iki yüzlülük yapan çeşitli grubların varlığına işaret etmektedir. Bu da gösteriyor ki o dönemdeki müslüman topluluğun durumu omuzlarına yüklenen büyük görevi yerine getirmek ve gerek itikadi düşüncelerde gerekse düşmanla girişilen savaşta bu büyük görevin düzeyine yükselmek için eğitim, direktif, uyarı ve cesaretlendirme konusunda büyük çabalar gerektirmiştir.

Vardığımız bu sonuçlar, diğer bir gerçeği, bu safta yüksek zirvelere çıkan ve bu düzeye yükselmek için büyük aşamalar kat eden ve sonuçta da bu düzeye ulaşan örnek müslümanların varlığı gerçeğini görmezlikten gelmemizi gerektirmiyor. Ancak biz bir bütün olarak "müslüman saf"lardan söz ediyoruz. Karışık, ancak uyum söz konusu olmayan bir yapı gibi... Bu haliyle bu müslümanların, düzen ve uyumunu sağlayacak bir çabayı gerektirdiği ileride görülecek Kur'an ayetlerinden anlaşılmaktadır. Bu direktiflerden ortaya çıkan işaretler incelendiğinde müslüman kitlenin çoğu zaman unuttuğumuz beşeri görünümüyle yüzyüze gelmemizi sağlar. Bir bakıyoruz, bu kitlenin birtakım zaaf ve kuvvet noktaları vardır. Bu arada Kur'an'ın, aynı anda, hem beşeri zaafları, hem cahilî kalıntıları dile getirdiğine, hem de düşman kamplarla nasıl bir savaşa tutuştuğuna şahid oluyoruz. Böylece diri ruhlarda ve pratik alemde fonksiyonunu yerine getiren Kur'an'ın eğitim metodunu da görüyoruz. Ayrıca -farklı dereceler, ayrı özelliklere sahip ve ilk defa cahiliye bataklığından birer birer toplanan- bu kitleyi Resulullah'ın son günlerinde gördüğümüz insan fıtratının elverdiği oranda uyumlu bir hale getirerek olgunlaştırıp yüceltmek için bu sistemin sarf ettiği düzenli çabanın bir yönünü de görüyoruz.

Bunları bu şekilde görmek bize yararlı olacaktır. Hem de çok.. İnsan ruhunun özelliklerini ve bu ruhun Resulullah'ın Kur'an metoduyla eğittiği en hayırlı toplumda örneğini görmemiz zaaf ve güç yeteneklerini kavramamızda yararlı olacaktır.

Kur'an'ın eğitim metodunun özelliklerini, bu ruhları nasıl ele aldığını onlara nasıl şefkatle eğildiğini, pratik alemde kendi özelliğini koruyarak hareket ettiğini gördüğümüz gibi farklı düzeylerde farklı örnekleri içeren müslüman kitleye nasıl bir uyum kazandırdığını algılamamız da yararlı olacaktır.

Kendi durumumuzu ve insan topluluklarının durumunu bu seçkin kitlede somutlaşan insan ruhunun pratiği ile kıyaslamak da yararlı olacaktır. Böylece ruhumuzda bir takım zaaf noktalarının varlığını algıladığımızda karamsarlığa kapılıp tedavi yönüne gitmeyi ve çaba sarf etmeyi elden bırakmamış oluruz. Aynı şekilde ilk müslüman kitle -bütün üstünlüklerine rağmen- aşağılık durumdan yüksek zirvelere yükselme çabamızda hareket tarzlarına baş vurmaksızın sırf hayallerimizde uçuşan düşlerden ibaret kalmamış olur.

Kuşkusuz bütün bunlar, yararlanabileceğimiz tecrübe birikimleridir. -Kur'an'ın gölgesindeki hayattan- çıkardığımız bu tecrübelerle Allah'ın izniyle bir çok iyilikler elde etmiş oluruz.

Bu derste yer alan ayetlerden anladığımız kadarıyla o günkü müslüman safta:

A- Allah yolunda cihad etmekte ağır davrananlar ve başkalarını da alıkoyan kişiler vardı. Bu kişiler, müslümanların başına bir musibet gelmiş kendileri de kurtulmuşsa bunu ganimet sayarlardı.

Yok eğer müslümanlar büyük ganimetler elde etmiş kendileri de cihada çıkmadıkları için ganimetten pay almamışlarsa bunu da büyük bir kayıp olarak kabul ederlerdi. Bu halleriyle ahirete karşılık dünyayı satın almışlardı.

B- Aralarında canlarını kurtarmak için hicret edenler de vardı -Mekke'de cihad emri gelmeden savaşmak ve düşmanı püskürtmek için yiğitlik gösterenler olduğu gibi- Medine'de cihad emri verildiğinde bu kişiler paniğe kapılıp yüce Allah'ın kendilerine biraz süre tanımasını ve o anda savaş emrini vermemesini dilemişlerdi.

C- Kendilerine bir iyilik dokunduğunda bunu Allah'tan bilip bir kötülük

dokunduğunda ise bunu Hz. Peygamber'den bilenler vardı. Elbette bu anlayışın nedeni yüce Allah'a olan güçlü imanları değildi. Bununla "Önderlik makamı"nı yaralamayı ve etrafında birtakım kuşkular oluşturup yaymayı amaçlıyorlardı.

D- Resulullah'ın huzurunda iken itaat ettiğini belirten ve fakat oradan ayrılır ayrılmaz, söylediğinin dışında şeyler geveleyip duranlar vardı.

E- Birtakım söylentilere ilgi duyanlar da vardı. Bağlı olduğu "Önderlik mevkii"nden doğruluğunu araştırmadan, bu söylentileri müslüman safta yayıp bir takım karışıklıklara neden olurlardı.

F- Bütün emir ve direktiflerin yüce Allah'tan kaynaklandığından kuşku duyanlar vardır. Bunlardan bir kısmını, kendisine bir vahiy gelmeksizin Hz. Peygamberin uydurduğunu zannediyorlardı.

G- Bu arada -gelecek konunun başında görüleceği gibi- müslüman cemaatin ikiye bölünmesini gerektirecek kadar bazı münafıkları savunanlar da vardı. Bu da iman düşüncesinde ve "Önderlik makamı"nın düzenlemesinde, uyumun olmadığını -bir taraftan müslüman topluluğun "Önderlik makamı"nın görevi ve böyle durumlarda bu makamla ilişkileri konusunda toplu bir anlayışa sahip olmadıklarını- göstermektedir.

Bunların tümü, münafıklardan bir grup olabileceği gibi her ne kadar kimisi muhacirlerden olsa bile imanî kişilikleri olgunlaşmamış imanla zaafı bulunanlardan da olabilirler. Ancak Medine'de Yahudilerin, Mekke'de müşriklerin ve yarımadada fırsat kollayan tüm arapların düşmanlıkla kuşatmış bulunduğu müslüman safta böylesine bir veya iki grubun yer almasının uzun bir eğitim ve cihad sürecini zorunlu kılacağı ve birtakım karışıklıkları doğuracağı muhakkaktır.

Bu derste, cihaddan ve bu eğitimden örnekler göreceğiz. Ruhlarda ve safta gizlenmiş hastalıkların; dikkat, derinlik ve eğitimini Kur'an metoduyla yerine getiren cemaatin önderi Hz. Peygamber'in sabrında somutlaşan sabırla tedavi edildiğine şahid oluyoruz.

1- İhtiyatın emredildiğini görüyoruz. Mücahid müslümanların müfreze (seriye) ya da cihadla ilgili diğer bir görev için çıktıklarında teker teker çıkmamaları silahlı müfrezeler, (seriye) bölükler ya da hep birlikte düzenli bir ordu şeklinde çıkmaları emredilmektedir. Çünkü içinde yaşadıkları bölge (âdeta) mayınlı bir bölgeydi. Her taraftan düşmanlarla kuşatılmışlardı. Üstelik aralarında gizli münafıklar ya da münafık ve yahudilerin barındırdığı düşman casuslar da bulunmaktaydı.

2- Cihad'a çıkmakta ağır davrananların bu tutumlarını nefret ettirici bir tarzda gözler önüne seren tasvirle karşılıyoruz. Bu tasvirde; isteksizlik, ucuz menfaatleri sevmek ve durumların değişmesiyle renkten renge girmek gibi özellikler öne çıkmaktadır. Ayrıca Mekke'deyken savaş için istekli görünenlerin Medine'de savaş emri verildiğinde paniğe kapılmalarının da garip karşılandığını görmekteyiz.

3- Yüce Allah'ın kendi yolunda savaşanlara büyük bir mükafat ve iki sonuçtan birini vaad ettiğini görüyoruz.

"Allah yolunda savaşıp öldürülen veya galip gelen kimseye büyük bir mükafat vereceğiz."

4- Kur'an-ı Kerimin, müslümanları yönelttiği savaşta gözetilmesi gereken en şerefli niyet, en üstün hedef ve en soylu amacın tasviriyle karşılaşmaktayız.

"Niye Allah yolunda ve `Ey rabbimiz bizi şu zalimlerin yaşadığı beldeden çıkar, bize kendi katından bir kurtarıcı ve bir destekçi gönder' diye yalvaran ezilmiş erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?"

5- Aynı şekilde Kur'an-ı Kerim'in, kâfirlerin boş gayeleri ve zayıf dayanaklarının yanında, müminlerin uğrunda cihad ettikleri en yüce gayeyi ve en sağlam dayanağı tasvir edişiyle de karşılaşıyoruz:

"Müminler Allah yolunda kafirler Tağut (şeytan) uğrunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarıyla savaşın; çünkü şeytanın hilesi-düzeni zayıftır."

6- Kur'an-ı Kerim'in bozuk duyguların ve zayıf davranışların kaynağını oluşturan bozuk düşünceleri tedavi etmede uyguladığı yöntemi de görüyoruz. Bir kere dünya ve ahiretin hakikatını "De ki; dünya zevki kısa sürelidir, ahiret ise sakınanlar için daha iyidir. Orada kıl payı kadar bile haksızlığa uğramazsınız" demek suretiyle açıklamakla bir kere, kişi ne kadar ihtiyatlı davranırsa davransın, cihattan ne kadar geri kalırsa kalsın ölümün kesin olduğu ve takdir edilen zamanda uygulanacağını "Nerede olursanız olun surlarla tahkim edilmiş kalelerin içinde bile olsanız, ölüm sizi bulur". diye belirtmektedir. Ayrıca Allah'ın kaderi ve insanları fiillerinin gerçek mahiyetini beyan ederek: "Eğer onlar bir iyilikle karşılaşırsa `Bu Allah'tandır' derler, ama başlarına bir kötülük gelirse `Bu senin yüzündendir' derler. Onlara de ki: Hepsi de Allah'tandır. Niye bu adamlar kendilerine söylenen sözü anlamaya yanaşmıyorlar?" "Karşısına çıkan her iyilik Allah'tandır başma gelen her kötülük de kendindendir." şeklinde açıklayarak bu itikadï düşünceyi doğrultma yönüne gitmektedir.

7- Kur'an'ın, yüce Allah ile peygamberi arasındaki bağı ve peygambere itaatin Allah'a itaat olduğu gerçeğini güçlendirdiğini görüyoruz. Ve bu Kur'an'ın bütünüyle Allah'tan geldiğini zihinlere yerleştirmekte ve onları kaynağın birliğine dalalet eden Kur'an'daki mükemmel birliği düşünmeye çağırmakta: "Kim peygambere itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur..." Bunlar Kur'an'ı hiç incelemiyorlar mi? Eğer o Allah'tan başkası tarafından gelseydi içinde mutlaka birçok çelişkiler bulurlardı" buyurarak şüpheleri ;gidermektedir.

8- Daha sonra Kur'an-ı Kerim'in -yanlış anladıkları haberlerden dolayı titreyenlerin durumunu tasvir ettikten sonra- onları, toplumun önderlik makamına ilişkin düzeninin temeliyle uyuşan en sağlıklı yola yönelttiğini görmekteyiz.

"... Oysa eğer o haberi peygambere ya da başlarındaki kendi yetkililerine götürseler, aralarındaki yorum yapmaya yetenekli olanlar onun mahiyetini anlarlardı."

9- Sonra Kur'an, kendilerini hidayete erdirmek suretiyle yüce Allah'ın üzerlerindeki nimetini hatırlatarak böyle bir yola baş vurmanın sonucundan korkutmaktadır. "Eğer Allah'ın üzerinizdeki lütfu ve rahmeti olmasaydı, küçük bir azınlık dışında hepiniz şeytana uyardınız."

Yüce Allah'ın; peygamberine -tek başına da olsa- cihad etmesini ve müminleri savaşa teşvik etmesini emrettiğini görüyoruz. Ayrıca peygamberin sadece kendisinden sorumlu olduğunu, savaşı ise yüce Allah'ın üzerine aldığını bildirdiğini duyduğumuzda çeşitli yöntemlerle bu denli bir çabayı gerektiren müslüman kitlenin hayatındaki bu görünümlerin doğurduğu kargaşayı algılayabiliriz.

"Allah yolunda savaş. Sen sadece kendinden sorumlusun. Mü'minleri de savaşmaya teşvik et de ola ki Allah kafirlerin ağır baskılarını geri püskürtür. Hiç kuşkusuz Allah'ın kahrı öldürücü, darbesi pek şiddetlidir."

Bu üslûpta, kalpleri coşturan, azmi hareketlendirip arzuyu harekete geçiren ve insanın Allah'ın kahredici gücüne güvenmesini sağlayan bir duygu yer almaktadır.

Kur'an-ı Kerim birçok alanda müslüman kitle ile birlikte savaşa girişiyordu. En başta da nefis alanında; kuşkulara, vesveselere, kötü düşüncelere, cahiliye tortularına ve -münafıklık veya sapıklıktan kaynaklanmasa bile- beşerî zaaflara karşı savaşa girişiyordu. Kur'an-ı kerim, müslüman kitleyi güçlülük seviyesine ve safta uyum aşamasına ulaştırmak için Rabbanî metodla eğitimini sürdürüyordu. Bu, uzak olduğu kadar uzun vadeli bir hedeftir. Çünkü bir toplumda son derece güçlü kimselerin bulunması bir çok zayıf tuğlaların safta yer almasına engel değildir. O halde farklı seviyeler arasında bir uyum oluşturmak zorunludur. Bu da büyük mücadelelerle yüzyüze gelmeyi zorunlu kılmaktadır. Şimdi ayetleri ayrıntılarıyla inceleyelim.

SAVAŞ İÇİN HAZIR OLUN

71- Ey müminler savaş hazırlıklarınızı yapınız ve sonra da ya bölük bölük ya da hep birlikte savaşa çıkınız.

72- İçinizde bu görevi gayet ağırdan alanlar var. Eğer bir musibet (başarısızlık-yenilgi) ile karşılaşırsanız `Allah bana lütfetti de onlarla birlikte bulunmadım' der.

73- Buna karşılık Allah size bir zafer kazandıracak olursa sanki daha önce aranızda hiçbir tanışıklık, hiçbir dostluk yokmuş gibi `keşki ben de onlarla birlikte olsaydım da ben de büyük başarıya erseydim' der.

Bu, iman edenlere yönelik bir tavsiyedir. Metodlarını belirleyen ve yollarını aydınlatan yüce Önderlik makamından bir tavsiye... İnsan Kur'an'a başvurduğunda hayret eder. Kişi bu kitabın, -genel anlamda- müslümanlara "savaş stratejisi" olarak bilinen genel bir savaş taktiği belirlediğini görecektir. Bir başka ayette ïman edenlere şöyle demektedir: "Ey iman edenler size yakın bulunan kafirlerle savaşın, sizde şiddet bulsunlar" (Tevbe Suresi, 123). Kur'an burada, İslâmî hareketin genel plânını çizmektedir. Şu ayette ise, iman edenlere: "...Savaş hazırlıklarınızı yapınız ve sonra da bölük bölük ya da hep birlikte sava a çıkınız'' demektedir. Burada da uygulanacak planın ya da "taktiğin" bir yönünü açıklamaktadır. Enfal suresindeki ayetlerde ise bu taktiğin başka yönleri anlatılmaktadır. " . Şayet onları savaşta yakalarsan; yapacağın baskı ile arkalarındakini dağıt, belki düşünürler". (Enfal Suresi, 57)

İşte böyle. Müslümanlara sadece bazı ibadetleri, sembolleri öğretmiyor. Dini bu şekilde miskince algılayan bazı insanların düşündüğü gibi sırf bazı görgü kuralları ve ahlâk ilkelerini de bildirmiyor. Müslümanın hayatını bir bütün olarak ele aldığını ve insan hayatının karşılaştığı tüm pratik koşulları karşıladığını görüyoruz. Bu yüzden insan hayatı üzerinde, eksiksiz bir tasarruf yetkisi istemektedir. Müslüman ferdin ve toplumun bir bütün olarak hayatının bu metodun ürünü ve onun tasarrufu ile direktifleri altında olmasından başkasını kabul etmemektedir. Daha açık bir ifadeyle müslüman fert ve toplumun; hayatları için değişik hayat metodlarını, sembolik davranış, kulluk, ahlâk ve görgü kuralları için Allah'ın kitabını ekonomik, toplumsal, siyasi ve uluslararası işlemler için de başka birinin kitabı ya da mutlak anlamda insan düşüncesinden kaynaklanan ayrı bir metod edinmesini kabul etmemektedir. Kuşkusuz insan düşüncesinin görevi; -bu surenin geçen dersinde yüce Allah'ın çizdiği şekilde- yenilenen hayat olaylarına ve gelişen sorunlara uygun ayrıntılı hükümleri ve hayat düzenlerinin tümünü Allah'ın kitabından almaktadır başka değil. Aksi takdirde imandan ve İslâmdan söz edilemez. Bu durum, daha başka imanın ve İslâm'ın varolmadığını göstermektedir. Çünkü başka din uyduranlar hiçbir zaman iman etmiş sayılmazlar. İslâm'da en başta söylenen Allah'tan başka hükmeden yoktur, O'ndan başka kanun koyucu yoktur anlamlarına gelen "Allah'tan başka ilâh yoktur" şehadet cümlesi ilk kabul edilen ilkedir. Bunun aksine davranış kişilerin İslam'ın temellerini kabul etmediklerini göstermektedir.

İşte bakın Allah'ın kitabı müslümanlara, uygulayacakları ve o zamanki konumları gereği dışarıdan bir çok düşman, içerden de münafıklar ve müttefikler yahudiler arasındaki varlıklarına uygun düşen savaş taktiklerinde bir yönünü çizmektedir. Önce onları uyarıyor:

"Ey müminler savaş hazırlıklarınızı yapınız."

Topluca düşmanlarınıza karşı hazırlıklı olun. Özellikle, ayette sonra sözü edilecek olan safta cihad konusunda ağır davranan ajanlara karşı uyanık olun.

"... Ya bölük bölük ya da hep birlikte savaşa çıkınız."

Ayette geçen -Subât- kelimesi -Subeh- kelimesinin çoğuludur ve topluluk anlamına gelmektedir. Kastedilen mana, `Teker teker cihada çıkmayın'dır. Savaşın gerektirdiği şekilde küçük birlikler veya bütün bir ordu şeklinde çıkınız. Çünkü her tarafa yayılmış düşmanlar sizden tek başına çıkmış olanları avlayabilirler. Bu düşmanlar hele bir de İslâm cemaati maskesini giymişlerse. Nitekim bu düşmanlar, münafık ve yahudilerin şahsında Medine'nin kalbine yerleşmişlerdi.

CİHADI AĞIRDAN ALANLAR

"İçinizde bu görevi ağırdan alanlar var. Eğer bir musibet (başarısızlık-yenilgi) ile karşılaşırsanız `Allah bana lütfetti de onlarla birlikte bulunmadım' der."

Buna karşılık Allah size bir zafer kazandıracak olursa sanki daha önce aranızda hiçbir tanışıklık hiçbir dostluk yokmuş gibi `keşki ben de onlarla birlikte olsaydım da ben de büyük bir başarıya erseydim' der."

Düzenli birlikler halinde ya da hep birlikte çıkın, kiminiz savaşa çıkarken -şu anda olduğu gibi- kiminiz de ağır davranmasın. Her zaman hazırlıklı olun. Sadece dış düşmanlara karşı değil, aynı şekilde oyalanan, ağır davranan ve geride kalan kişilere karşı da uyanık olun. Bunlar ister kendilerini oyalasınlar -yani oturup ağır davransınlar- ister başkalarını da beraberlerinde oyalasınlar fark etmez. Geride kalıp ağır davrananların yapa geldikleri şey hep budur..

Buradaki "Leyebtıenne" kelimesi, ağırlığı ve telafuzu zor olması bakımından seçilmiştir. Gerçekten dil, bu kelimenin harflerini ve vurgusunu sonuna kadar telaffuz etmekte son derece zorlanmaktadır. Çünkü kelimenin zorluğu sona doğru daha bir artmaktadır. Kuşkusuz bu kelime vurgusundaki bu zorluk ve ağırlık beraberindeki psikolojik hareketi eksiksiz bir şekilde tasvir etmektedir. Bu da tek bir kelimeyle bütün durumu çizen Kur'an'ın edebi tasvirinin eşsiz örneklerindendir.'

"İçinizde bu görevi ağırdan alanlar var." cümlesinin yapısı, "sizden" ağır davranan -müslüman sayılan- bu kişilerin, ağırdan alma işini eksiksiz yerine getirdikleri, bunda ısrar ettikleri ve bu konuda çaba sarf ettiklerini göstermektedir. Bu da cümlede çeşitli tekit yöntemleriyle ifade edilmektedir. Bütün bunlar bu grubun ağırdan almayı ısrarla sürdürdüğünü, bu durumun müslüman safta olumsuz etki bıraktığını ve müslümanlara çok çektirdiğini göstermektedir.

Bu yüzden ayet, özelliklerini ortaya çıkaran projektörünü onların üzerine ve ruhlarının içlerine tutmakta ve`Kur'an'ın olağanüstü tasvir yöntemiyle iğrenç hakikatlerini çizmektedir.

İşte bütün sebepleri, özellikleri, davranış ve sözleriyle onlar... İşte onlar, bütün çıplaklığıyla gözler önüne serilmişlerdir. Mikroskop altına konulmuş gibi niyet ve sırlar, sebep ve etkenler birer birer ortaya çıkarılmıştır.

İşte onlar Resulullah döneminde ve her zaman ve mekandaki durumlarıyla. İşte onlar, zayıf ve renkten renge giren münafıklar... Aynı zamanda küçük değerlerin adamı... Doğrudan kişisel çıkarlarından daha üstün bir gaye, sınırlı ve küçük kişiliklerinden daha yüce bir ufuk tanımazlar bunlar. Bütün dünyayı bir tek eksen etrafında döndürürler. Bu eksen de bir an bile unutmadıkları kendi kişilikleridir.

Onlar. ağırdan alırlar, son derece yavaş davranırlar. Meşhur deyimiyle "değneği ortasından tutmak" için niyetlerini de açıklamazlar. Kâr ve zarara ilişkin düşünceleri, tam da zayıf ve zelîl münafıklara yakışır bir düşüncedir.

Savaştan geri kalırlar... Şayet mücahidler bir sıkıntıya uğrasa, ya da bir imtihandan geçseler, geride kalanlar sevinmeye başlarlar. Cihaddan kaçışlarını ve imtihandan kurtuluşlarını bir nimet sayarlar.

"Eğer bir musibetle karşılaşırsanız, `Allah bana lütfetti de onlarla birlikte bulunmadım' derler."

Geride kalıp kurtulmalarını emrinden çıkıp oturdukları Allah'ın, kendilerine bahşettiği dini bir nimet saymaktan utanmazlar. Oysa böyle durumlarda kurtuluş hiç bir zaman Allah'ın nimeti sayılamaz. Çünkü emrinden çıkmakla, Allah'ın nimetine ulaşılmaz, görünürde bu durum kurtuluş gözükse de...

Evet, bu hâl bir nimettir Allah ile ilişkileri bulunmayanların yanında... Yüce Allah'ın kendilerini niçin yarattığı kavrayamayanların ve emrine itaat etmek ve hayat metodunu yeryüzünde gerçekleştirmek suretiyle Allah'a kullukta bulunmayanların yanında. Karınca gibi ayaklarının altındaki şeyden yüce ufuklara kadar hiçbir şeyi algılamayanların yanında nimettir kaçış. Allah yolunda, O'nun hayat metodunun gerçekleşmesi ve O'nun sözünün yücelmesi için cihad anında başa gelen musibetin bir üstünlük ve Allah'ın seçmesiyle olduğunu algılamayanların yanında nimettir. Kuşkusuz bu üstünlüğü yüce Allah, onları dünya hayatında beşerî zaafların üzerine çıkarmak ve yüce bir hayatla onurlandırarak dünyaya bağımlılıklarından kurtarmak için kullarından dilediğine özgü kılar. Çünkü hayat onlara değil, onlar hayata hükmederler. Bu kurtuluş ve yükselme ile yüce Allah, onları ahiret günü şehidlerin makamında kendi yakınında bulunmaya lâyık görmektedir.

Kuşkusuz bütün insanlar ölürler; Ancak, şehidler sadece Allah yolunda şehadete ererler. Bu da Allah'ın büyük bir lütfudur.

Ancak diğer durum söz konusu olursa... Allah'tan gelecek herşeyi kabullenmeye hazır bir şekilde savaşa çıkan mücahidler galip gelirlerse... Zafer ve ganimet elde ederek Allah'ın diğer lütfuna nail olurlarsa... İşte pişmanlık duyarlar. Tabii ki, kâr ve zarara ilişkin kısır ve küçük anlayışlarına göre kârlı...

"Buna karşılık Allah size bir zafer kazandıracak olursa sanki daha önce aranızda hiçbir tanışıklık, hiçbir dostluk yokmuş gibi `keşki ben de onlarla birlikte olsaydım da ben de büyük bir başarıya erseydim' derler."

Onlar, ganimet ve sağ salim dönüş gibi küçük başarıları "büyük başarı" olarak değerlendirirler. Mü'min ise, ganimet ve sağ salım dönüşü kötü karşılamaz, aksine bunları Allah'ın takdiri olarak algılar. Mü'min bela istemez, ancak Allah'tan sağlık-afiyet nasip etmesi dilenir. Bununla beraber mü'minin genel düşüncesi, Kur'anî ifadenin kötüleyici ve nefret ettirici bir şekilde ortaya koyduğu, cihaddan kaçan insanların düşüncesinden farklıdır.

Kuşkusuz mü'min belâ istemez, aksine Allah'tan sağlık ve esenlik ister. Ancak cihada çağrıldığında -ağırdan almadan- cihada çıkar. Allah'tan iki sonuçtan birini isteyerek çıkar: Zafer ya da şehadet. Her ikisi de Allah'ın lütfudur. Her ikisi de büyük başarıdır. Ya Allah ona şehidlik nasip eder. O da Allah'ın kendisine verdiğini hoşnutlukla kabul eder ve Allah'ın katındaki şehitlik makamıyla sevinir. Ya da ganime; ve sağ salim geri dönüşü nasip eder. O zaman da Allah'ın lütfuna karşı şükreder v°e Allah';n yardımıyla sevinir. Bu sevinç ölmeden döndüğü için değil...

İşte bu, yüce Allah'ın müslümanların yükselmesini istediği ufuktur. İçlerinde yaşayan ve cihada karşı ağır davranan grubun nefret ettirici tablosunu çizip,safta üslenen oyalayıcı kişileri ortaya çıkarırken onlara karşı uyanık olmalarını sağlamaktadır, düşmanlarına karşı uyanık olmaları gerektiği gibi...

O zaman müslüman kitleye yönelik bu sakındırma ve uyarının ötesinde, Kur'an'ın bu birkaç kelimesinde her zaman ve mekanda görüle gelen bir insan tipi çizilmektedir.

Müslüman kitle, bu gerçeği sürekli bünyesinde barındıracaktır. Buna göre safta her zaman benzeri kişiler bulunacaktır. Ancak ümitsizliğe düşmemek lazım, hazırlıklı olup yola devam etmek gerekir. Eksiklikleri tamamlamak, zaafları tedavi etmek, adımlar, duygu ve hareketler arasında uyum sağlamak için sürekli bir eğitim, direktif ve çaba zorunludur.

Hiç yorum yok: