BESMELE

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيمِ

14 Temmuz 2009 Salı

NUH PEYGAMBER VE KAVMİ

Hud Suresi

NUH PEYGAMBER VE KAVMİ

Peygamber hikâyeleri bu surenin iskeletini oluşturur. Fakat bu hikâyeler, bağımsız ve sonuçtan kopuk olarak anlatılmış değildir. Tersine bu hikâyeler surenin anlatmak üzere indiği ve başlangıç kısmında özetle değinilen büyük gerçekleri doğrulama, somut olaylarla kanıtlama amacı taşırlar. Surenin sözkonusu başlangıcını bir kere daha okuyalım:

"...Bu Kur'an; her işi yerinde ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından muhkem, uyumlu cümleler ile örülen, sonra ayrıntılı biçimde açıklanan ayetlerden oluşmuş bir kitaptır.

(İçeriğinin özü şudur:) Sırf Allah'a kulluk ediniz. Ben O'nun size gönderdiği bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.

Rabbinizden af dileyiniz, pişmanlık duygusu içinde O'na yöneliniz ki, belirli bir sürenin sonuna kadar sizi mutlu yaşatsın ve her erdemli kişiye erdemli davranışlarının ödülünü versin. Eğer O'na sırt çevirirseniz, sizin hesabınıza `büyük gün'ün azabından korkarım.

Dönüş yeriniz Allah'ın huzurudur, O'nun gücü her şeye yeter."

Surenin giriş bölümünde bu gerçeklerin irdelenmesine ilişkin çeşitli gezintiler düzenleniyor. Bu bölümdeki ayetleri okurken, kimi zaman göklerin ve yerin görkemli sırları arasında, kimi zaman da Mahşer kalabalığı arasında gezintiye çıkıyoruz.

Şimdi okuyacağımız ayetler ise, bizi başka gezintilere çıkarıyorlar. Bu gezilerde kendimizi yeryüzünün değişik yörelerinde, tarih sürecinin değişik dönemlerinde buluyor ve geçmiş milletlerin bazı hayat maceralarını yeniden yaşıyoruz. Bu geziler sırasında "İslâm inancı" akımının tüm insanlık tarihi boyunca cahiliye zihniyeti karşısında giriştiği sürekli mücadelenin bazı kritik evreleri gözlerimizin önünde canlandırılıyor.

Bu surede anlatılan peygamber hikâyeleri oldukça uzundur. Özellikle Hz. Nuh'a ve Tufan olayına ilişkin hikâye hepsinden uzun bir biçimde anlatılıyor. Bu hikâyeler, bu surenin başlangıcında yeralan ve tüm surelerin iniş gerekçesini oluşturan inanç sistemine ilişkin gerçekler etrafındaki tartışmaları içerirler. İnsan bu tartışmaları izlerken dünün yalanlayıcıları ile bugünün yalanlayıcılarının arasında önemli bir fark olmadığını, her ikisinin de hemen hemen aynı karakteri paylaştıklarını, tüm insanlık tarihi boyunca sergiledikleri zihniyetin aşağı-yukarı aynı zihniyet olduğunu açıkça görür.

Bu surede anlatılan peygamber hikâyeleri kronolojik sırayı izler. Buna göre önce Hz. Nuh'un, arkasından Hz. Hud'un, daha sonra Hz. Salih'in hikâyeleri anlatılır. Sonra Hz. Lût'a gidilirken Hz. İbrahim'e uğranır. Arkasından Hz. Şuayb'in hikâyesine geçilir, sonra da Hz. Musa'nın hikâyesine kısaca değinilir. Bu hikâyelerde tarih çizgisinin aşamalarına bağlı kalınır. Çünkü amaç, tarihin sürekli akışı içinde ve oluş zincirine bağlı kalınarak yeni kuşaklara eski kuşakların akıbetlerini, sonlarının ne olduğunu hatırlatmaktır.

İlk hikâye, Hz. Nuh ile soydaşları arasındaki olayları anlatan hikâyelerdir. Bu hikâye, anlatılan hikâyelerin en eski tarihlisi olduğu gibi surede ele alınan hikâyelerin de ilkini oluşturuyor.

Şimdide Aşağıda Hz. Nuh kıssasına ilişkin ayetleri inceleyelim:

25- Biz Nuh'u soydaşlarına peygamber olarak gönderdik. (O onlara dedi ki); "Ben sizin için açık bir uyarıcıyım. "

26- "Sırf Allah'a kulluk sununuz. Yoksa sizin hesabınıza acıklı bir günün azabından korkarım. "

Bu ayetlerin sözleri, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- insanlara duyurmak üzere görevlendirildiği ve "...her işi yerinde, her şeyden haberdar olan Allah tarafından muhkem, uyumlu cümleler ile örülen, sonra ayrıntılı biçimde açıklanan ayetlerden oluşmuş" kitabın sözleri ile hemen hemen aynıdır. Bu ifade benzerliği tesadüfi değildir. Ortak ve temel kavramları anlatmak için kullanılan sözler arasındaki bu yakınlık bilerek ve istenerek seçilmiştir. Amaç peygamberlik misyonlarının ve inanç sisteminin birliğini, özdeşliğini vurgulamaktır. Bunun için nerede ise kullanılan kelimeler bile aynı olmuştur. Ayrıca bu söz benzerliği karşısında şu gerçeği de dikkatlerimizden kaçırmamalıyız, Bu ayetlerde bize Hz. Nuh'un sözlerinin anlamı aktarılıyor, yoksa o sözlerin kelimeleri tekrarlanmıyor. Bu konudaki en akla uygun yorum budur. Çünkü biz Nuh'un -selâm üzerine olsun- hangi dili kullandığını bile bilmiyoruz. İlk ayeti ele alalım:

"Biz Nuh'u soydaşlarına peygamber olarak gönderdik. (O onlara dedi ki); "Ben sizin için açık bir uyarıcıyım."

Ayetin ikinci cümlesinde Hz. Nuh'un dedikleri aktarılırken, söze "O dedi ki..." diye başlanmıyor. Çünkü Kur'an'ın anlatımı sahneye canlılık kazandırıyor: Sanki bu hikâyede olup-bitenler gözlerimizin önünde cereyan ediyor, sanki onlar geçmişin hikâyesi değildirler. Sanki Hz. Nuh, bu sözleri soydaşlarına şimdi söylüyor ve biz kendisi ile soydaşlarını gözlerimizle görüyor, söylediklerini kulaklarımızla işitiyoruz.

Bu, okuduğumuz cümlenin ilk özelliğidir. İkinci özelliği ise, bu kısacık cümlenin, peygamberlik misyonunun tümünü birkaç kelime ile özetlemesi, onu bir tek gerçeğe indirgemesidir. Cümleyi tekrarlıyoruz:

"Ben sizin için açık bir uyarıcıyım."

Her şeyin kısacık bir cümleye sığdırılması, peygamberlik misyonunu belirleme ve onu dinleyicilerin vicdanlarında ön plana çıkarma bakımından son derece etkili bir ifade yöntemidir.

Bir sonraki cümlede peygamberlik misyonunun içeriği bir kere daha tek bir gerçekte somutlaştırılıyor. Okuyoruz:

"Sırf Allah'a kulluk sununuz."

İşte peygamberlik misyonunun temel dayanağı, uyarı fonksiyonunun ana içeriği budur. Peki bu uyarının amacı nedir?

"Yoksa sizin hesabınıza acıklı bir günün azabından korkarım."

Böylece bu kısacık cümleler aracılığı ile hem gerçekleri duyurma ve hem de uyarma görevi tamamlanmış oluyor.

Bir de şu noktaya değinmeliyiz: Ayette sözü edilen "gün" aslında "acıklı" değil; "acılarla dolu" bir gündür. Yani acıları tadacak olan günün kendisi değil, o günü yaşayacak olan insanlardır. Bu ifade "acı" olgusunu zihinlerde somutlaştırmak için bilerek seçilmiştir. Yani o günün kendisi acılarla yüklüdür, acıları iliklerinde duyuyor. Artık o günü yaşayacak olanların halini varın siz düşünün! Ayetleri okumaya devam ediyoruz:

27- Soydaşlarının ileri gelen kâfirleri O'na dediler ki, "Biz senin sadece bizim gibi bir insan olduğunu görüyoruz. Sana uyanların da aramızdaki ilkel düşünceli, ayak takımı olduğunu görüyoruz. Sizin bize karşı herhangi bir üstünlük taşıdığınız görüşünde değiliz. Tersine sizlerin yalan söylediğiniz kanısındayız.

Burada kendilerini beğenmiş elebaşların verdikleri cevabı okuyoruz. "İleri gelenlerin" toplumun kilit noktalarını ellerinde bulunduran, üst düzeydeki egemenlerin herkese tepeden bakan sözleri ile karşı karşıyayız. Bu sözler, Kureyşli elebaşlar tarafından Peygamberimize verilmiş bir cevap da olabilirdi. "Biz seni sadece bizim gibi bir insan olarak görüyoruz." "Sana uyanların aramızdaki ilkel düşünceli, ayak takımı olduğunu görüyoruz." ``Gördüğümüze göre sizin bize karşı hiçbir üstünlüğünüz yok." "Tersine sizin yalancı olduğunuz kanısındayız."

Kuşkular aynı kuşkular. Suçlamalar aynı suçlamalar. Burnu büyüklük, aynı burnu büyüklük. Aynı aptalca, cahilce ve umursamasız cevap!

İnsanların "cahil" kesiminin kafalarına öteden beri takılan kuşkulardan biri şudur: İnsanoğlu, yüce Allah'ın elçiliğini taşıyamayacak kadar küçük ve yetersiz bir canlı türüdür. Eğer yüce Allah mutlaka insanlara elçi gönderecekse, bu görevi kesinlikle başka bir canlı türü yüklenmelidir. Bu cahilce bir kuşkudur. Kaynağı "insan" denen şu canlı türüne güvensizliktir. Oysa yüce Allah, insanı yeryüzünde halife olarak seçmiştir. Bu görev, son derece önemli bir görevdir. Buna göre yüce Allah, insana bu göreve denk düşecek yetenekler ve güçler bağışlamış olmalıdır; bu canlı türünü, bazı seçkin fertlerin peygamberlik yükünü taşıyacak yeteneğe sahip olmalarını mümkün kılacak düzeyde yaratmış olmalıdır. Bu peygamberleri yüce Allah seçeceğine göre, bu peygamberlerin yapı hamuruna, insan türünün genel niteliklerinden fazla olarak hangi özel yetenekleri katacağını O, herkesten iyi bilir.

Bu alandaki bir başka cahilce kuşku da şudur: Madem ki yüce Allah insanlar arasından peygamber seçiyor. Bu peygamber, niye toplumun kaymak tabakasını oluşturan, yönetim mekanizmasının kilit noktalarını ellerinde tutan seçkinler arasından belirlenmiyor? Bu kuşkunun arkasında insan denen canlıya üstünlük kazandıran gerçek değerlerin ne olduğunu bilmemek; bütün bir tür olarak yeryüzü halifeliğine neden lâyık görüldüğünden ve bazı seçkin fertlerinin şahsında niçin yüce Allah'u elçiliği gibi yüce bir görevi taşımaya yetenekli sayıldığından habersiz olmak yatar. Sözkonusu değerlerin servetle, mevki ile, yeryüzünde egemenlik kurmuş olmakla ilgisi yoktur. Bu değerler vicdan temizliği ile bu vicdanların yücelikler alemi ile ilişki kurmaya yetenekli olmaları ile ilgilidir. Bu vicdanların her türlü lekeden arınmış olmaları, yücelikler aleminin mesajlarını alabilmeleri, o alemle iletişim kurma yeteneğini taşımaları, bu ağır emaneti omuzlayacak güçte olmaları, onun yükleyeceği zorluklara katlanabilmeleri ve bu emaneti, ne pahasına olursa olsun, insanlara iletebilmeleri önemlidir. Bu saydıklarımız yanında peygamberliğin daha başka nitelikleri de vardır. Önemli olan peygamber olarak seçilenlerin bu nitelikleri taşımalarıdır ve niteliklerin servetle, mevki ile, yeryüzü egemenlerinden biri olmakla uzaktan-yakından ilgileri yoktur.

Fakat Hz. Nuh'un soydaşlarının seçkinleri, tıpkı diğer peygamberlerin soydaşlarının seçkinleri gibi bu yüce değerleri görmekten uzaktırlar, dünyevi konumları gözlerini bu gerçeği görmeyecek derecede kör etmektedir. Bu yüzden seçilen peygamberlerin bu yüce göreve lâyık görülmelerinin gerekçesini kavrayamamaktadırlar. Onlara göre bu görev, insanlara verilemez. Ama eğer mutlaka bir insana verilecekse, bu insan kesinlikle kendileri gibi toplumun kaymak tabakasını oluşturan egemenler arasından seçilmelidir! Nitekim bakın, neler diyorlar!

"Biz seni sadece bizler gibi bir insan olarak görüyoruz."

Bu, sözlerinden biridir. Öbürü ise daha da müthiş! Okuyoruz:

"Sana uyanların aramızdaki ilkel düşünceli, ayak takımı olduğunu görüyoruz."

Bu sözde seçkinler, yoksul halk yığınlarına "ayak takımı" diyorlar. Zaten her toplumun ileri gelenleri, kendi dışlarındaki serveti ve mevkii olmayan halk kitlelerini her dönemde bu gözle görmüşlerdir. Oysa bütün peygamberlerin taraftarları genellikle bu yoksul halk kitleleri arasından çıkmıştır. Çünkü sıradan halk kitlelerinin fıtratı, insanları seçkinlere kul olmaktan kurtaran; kalpleri düzmece "ulular"dan daha yüce, ezici iradenin ortaksız sahibi olan tek Allah'a bağ-. lamaya daha yatkındır. Sebebine gelince, yoksul halk kitlelerinin fıtri (doğal) yapılarını şımarıklık ve lüks hayat bozmamıştır; şahsi yararlar ve göz kamaştırıcı nişanlar onları, ilahi çağrıya olumlu cevap vermekten alıkoymaz. Eğer yüce Allah'a inanırlarsa kaybedecekleri bir sosyal mevkileri yoktur. Oysa sözde seçkinler, halk yığınlarının gafleti sayesinde onları değişik biçimli putperest hurafelerin tutsağı yaparak elde ettikleri bu "çalıntı" saltanatlarını yitirmekten korkarlar. Sözkonusu putperest saplantıların başta geleni; yüce Allah'ın ortaksız ilahlığı kabul edileceği yerde, egemenlik yetkisi rakipsiz tek Allah'a özgü sayılacağı yerde, birtakım gelip geçici insanlara bağlılık sunmak, onların sözlerine kayıtsız-şartsız bir teslimiyetle itaat etmek, onların kulu-kölesi sayılmayı onaylamaktır. Bundan dolayı insanları tek Allah'a çağıran peygamberlik misyonları; her dönemde ve her yerde insanlık için gerçek kurtuluş hareketleri olmuşlardır. Böyle olduğu içindir ki, yeryüzünün zorba diktatörleri, zalim "tagut"ları, her zaman bu hareketlerin karşısına dikilmişler, halk kitlelerinin bu hareketlerin safında yeralmalarını önlemeye çalışmışlar, bunu yapabilmek için sözkonusu özgürlük hareketlerini karalamaya, önderlerini en iğrenç suçlamalarla lekeleyerek halkın gözünden düşürmeye, yığınların antipatisini üzerlerine çekmeye yeltenmişlerdir. Bu sözde seçkinlerin yukarıdaki sözlerini birkere daha okuyalım:

"Sana uyanların aramızdaki ilkel düşünceli, ayak takımı olduklarını görüyoruz."

Yani onlar ne yaparlarsa, düşünüp taşınmadan yaparlar. Bu da toplumun en üst katını oluşturan sözde seçkinlerin, "mü'minler" topluluğuna tarihin her döneminde yönelttikleri bir suçlamadır. Onlara göre halk yığınları, kurtuluş hareketlerine katılmadan önce bu işi enine-boyuna düşünüp taşınmazlar. Bunun yerine bu hareketlere körü-körüne ve heyecanların körüklediği bir coşku ile katılırlar ki; bu büyük bir suçtur. Bundan dolayı seçkin beyefendilerin onların yöntemlerini benimsemeleri, onların yollarını izlemeleri şanlarına yakışmaz. Eğer ayak takımı bir çağrıya inanıyorsa, bu beyefendilerin de ona inanmaları, "ayak takımı"nın inancını paylaşmaları, ya da bu ayak takımı tarafından sözkonusu inanç sistemini benimsemeye çağrılmaları olacak şey değildir! Bakın daha neler söylüyorlar!

"Sizin bize karşı herhangi bir üstünlük taşıdığınız görüşünde değiliz."

Bu sözleri ile davanın önderi ile bu önderin çağrısına uyan halk kitlelerini, kendi şımarık deyimleri ile "ayak takımı"nı aynı kefeye koyduklarını gösteriyorlar. "Sizin hidayete daha yakın olmanızı sağlayacak ya da doğruyu daha iyi bilmeye yolaçacak bir üstünlüğünüz, bu konuda bize karşı bir avantajınız olduğu görüşünde değiliz. Eğer sizin bağlandığınız ilkeler yararlı ve doğru olsaydı, bunun daha önce biz farkına varırdık, sizden daha önce o ilkeleri benimserdik, sizden geride kalmazdık."

Onlar bu sözleri söylerken, daha önce değindiğimiz yanıltıcı ölçüyü kullanıyorlar, meseleleri bu sakat mantığın ölçeğine göre değerlendiriyorlar. Bu sakat mantığa göre üstünlüğün dayanağı servettir, akıllılığın dayanağı mevkidir ve bilginin dayanağı da iktidardır. O halde zenginler daha üstün, mevki ve rütbe sahipleri daha akıllı, iktidarda bulunanlar da daha bilgilidirler. Bu kavramlar ve bu değer yargıları her zaman Allah birliği inancının tamamen yokolduğu ya da etkisiz kaldığı toplumlarda egemen olurlar. O zaman insanlık cahiliye dönemlerine geriler, putperest geleneklerin çok sayıdaki türlerinden birinin pençesine düşer. Yalnız bu putperest gelenek, materyalist uygarlığın göz kamaştırıcılığı içinde ortaya çıkabilir, buna aldanmamak gerekir. (Meselâ günümüz Amerikası'nda insanın değeri, gelir düzeyine ve bankadaki hesabının rakamlarına göre ölçülür. Amerika'dan kaynaklanan bu cahiliyeye özgü putperest bakış açısı dalga dalga bütün dün· yaya yayılıyor, hatta kendini müslüman sanan doğu dünyasında bile egemen oluyor!) Bu anlayışın, insanlık için bir gerileme olduğu, tersine gitmek anlamına geldiği kuşkusuzdur. Çünkü bu bakış açısı insanı insan yapan değerleri küçümsemekte, hiçe saymaktadır. Oysa insan bu değerler sayesinde yeryüzü halifeliğine lâyık görülmüş ve peygamberlik misyonu taşıyacak derecede yüceliklere tırmandırılmıştır. İnsan bu değerlerden yoksun kalınca, organik ve fizik yapısı ile hayvana yakın bir düzeye iner. Bir de şu sözlerini okuyalım:

"Tersine sizlerin yalancı olduğunuz kanısındayız."

Sözünü ettiğimiz seçkinlerin yüce Allah'ın peygamberine ve bağlılarına yönelttikleri sonuncu suçlama budur. Fakat bu suçlamayı, mensubu oldukları sınıfın, yani "Aristokrasi"nin yöntemleri uyarınca yapıyorlar. Söylemek istediklerini "Aristokrat"lara yaraşır bir ihtiyatlılıkla dile getiriyorlar; "olduğunuz kanısındayız" diyorlar. Neden derseniz, dobra dobra konuşmak ve kesin doğrultulu tercihi yapmak, bu beylere göre, taşkın ve ilkel düşünceli halk yığınlarının özelliklerindendir. O halde ileri görüşlü ve sağlam düşünceli seçkinler, hiçbir zaman bu düzeye düşmemelidirler!

Bu davranış türü ve bu konuşma üslubu Hz. Nuh'un zamanından beri sürekli tekrarlanan bir örnektir. Yani sözünü ettiğimiz cepleri dolu, kalpleri boş, burnu büyük, iddialı, boyun damarları çıkık ve şiş göbekli sözde seçkinler her zaman böyle konuşurlar, böyle davranırlar.

Buna karşılık Hz. Nuh, bu adamların suçlamalarını, sırt çevirmelerini ve tepeden bakmalarını peygambere yaraşır bir hoşgörü ile karşılıyor. Onların bu sözleri karşısında vakarlıdır, insanlara duyurmak üzere getirdiği gerçeğin gücüne güvenmektedir, kendisini peygamber olarak gönderen Rabbinin desteğinden emindir; önündeki yolun belirginliğinden ve kafasındaki yöntemin doğruluğundan en ufak bir kuşkusu yoktur. Bu yüzden karşısındakiler gibi kaba sözler söylemiyor, onlar gibi suçlamalara kalkışmıyor, onlarınkine benzer iddialar ileri sürmüyor, kendini olduğundan başka türlü göstermeye, peygamberlik misyonuna özü dışında bir nitelik vermeye çalışmıyor. Onlara şöyle sesleniyor:

28- Nuh dedi ki; "Ey soydaşlarım, baksanıza, eğer ben Rabbimden gelen açık belgelere dayanıyorsam, eğer O bana kendi katından bir rahmet verdi ise de siz bunu görmekten yoksun bırakıldı iseniz, istemediğiniz halde sizi bu açık belgeleri ve bu rahmeti kabul etmeye mi zorlayacağız?"

29- "Ey soydaşlarım, bu uyarı çabalarıma karşılık sizden maddi bir karşılık istemiyorum, benim ücretimi verecek olan Allah'dır, mü'minleri yanımdan kovacak değilim, çünkü onlar Rabblerine kavuşacaklardır. Fakat sizin gerçeklerden habersiz bir toplum olduğunuzu görüyorum. "

30- "Ey soydaşlarım, eğer o mü'minleri yanımdan kovacak olursam, Allah'a karşı beni kim savunabilir? Bunu hiç düşünmüyor musunuz?"

31- "Size `Allah'ın hazineleri benim elimin altında da' demiyorum, gayp alemini de bilemem, `Ben bir meleğim' de demiyorum. Sizin gözlerinize hor görünen kimselere Allah'ın hiçbir hayır vermediğini de söyleyemem, kalplerinde neler olduğunu herkesten iyi bilen Allah'dır. Yoksa zalimlerden biri olurum. "

Hz. Nuh sözlerine "Ey soydaşlarım" diye başlıyor. Bu hoşgörü yansıtan, sevgi dolu, onların kendinden ve kendisini onlardan sayan seslenişten sonra konuşmasını şöyle sürdürüyor: Sizler bana karşı çıkıyor ve "Biz seni sadece bizler gibi bir insan olarak görüyoruz" diyorsunuz. Ya ben Rabbim ile ilişki halinde isem; bu durum benim vicdanımda apaçık ve benim bilincimde kesin bir realite isé, o zaman ne diyeceksiniz. Böyle bir iç-sezi size verilmemiş bir özelliktir. Bunun yanısıra eğer Allah beni peygamber seçerek bana kendi katından bir rahmet bağışladı ise, ya da bana peygamberlik yükünü taşıyabilmemi sağlayacak ayrıcalıklar bağışladı ise -ki hiç kuşkusuz bu büyük bir rahmettir-, eğer gerek deminki ve gerekse şimdiki varsayımım doğru ise de bu gerçekler sizin gözlerinizden saklandı ise, eğer sizler bu gerçekleri kavrayacak yetenekten yoksun tutuldu iseniz ve eğer basiretleriniz bağlı olduğu için bu realiteleri göremiyorsanız, sizi bunları kabul edesiniz diye "zorlayacak mıyız?" "Siz istemediğiniz halde" sizi bu realiteleri kavramaya, onlara inanmaya zorlamak, ne yapabileceğim bir iştir ve ne de bana yakışır.

İşte Hz. 'Nuh, bu yumuşak sözlerle karşısındakilerin dikkatlerini yönlendirmeye ve vicdanlarına dokunmaya, duyarlıklarını harekete geçirmeye çalışıyor. Bu yolla bilgisinden yoksun kaldıkları değerleri kavramalarını, peygamberlik misyonuna ve peygamber seçimi konusunda habersiz oldukları ayrıcalıklarının farkına varmalarını sağlamaya çalışıyor. Bu önemli görevin, onların kullandıkları yüzeysel ve dış görünüş ile ilgili kriterlere, ölçülere dayandırılamayacağını kendilerine göstermeye çabalıyor. Bunların yanısıra onlara son derece önemli olan şu ilkeyi belletiyor: İnanmanın temeli, özgür tercihtir; düşünerek, araştırarak benimsemektir; yoksa zorla devlet gücü ile ve insanlara tepeden bakarak hiç kimseye yeni bir inanç aşılanamaz. Şimdi de yukardaki ayetlerin ikincisini incélemeye çalışalım:

"Ey soydaşlarım, bu uyarı çabalarıma karşılık, sizden maddi bir karşılık istemiyorum, benim ücretimi verecek olan Allah'dır. Mü'minleri de yanımdan kovacak değilim. Çünkü onlar Rabblerine kavuşacaklardır. Fakat sizin gerçeklerden habersiz bir toplum olduğunuzu görüyorum."

Yani "ey soydaşlarım, sizin `ayak takımı' dediğiniz insanları ben iman etmeye çağırdım, onlar da iman ettiler. Benim insanlardan, iman etmeleri dışında hiçbir beklentim yoktur. Ben çağrı çabalarım karşılığında maddi kazanç istemiyorum ki zenginlerle sıkı-fıkı olayım da fakirler ile arama mesafe koyayım. Benim gözümde bütün insanlar birdir. Kim insanların malını umursamazsa, onun için fakirler ile zenginler bir olur" Devam ediyoruz:

"Benim ücretimi verecek olan Allah'dır."

Bu iş yalnız O'na düşer. Başkasına değil. Ayrıca:

"Mü'minleri de yanımdan kovacak değilim."

Anlaşılan bu sözde seçkinler Hz. Nuh'a, ya açıkça, ya da dolaylı biçimde dediler ki; "Bu ayak takımını yanından kov; o zaman sana iman etmeyi düşünebiliriz. Biz bu ayak takımı ile senin yanında biraraya gelemeyiz, ya da onlarla aynı yola giremeyiz." Hz. Nuh'un bu isteğe verdiği karşılık kesindir; "Hayır, onları kovmam sözkonusu değil. Ben böyle bir şey yapmam. Onlar iman ettiler. Bundan sonraki işleri yüce Allah'a kalmıştır, artık benimle bir işleri yok." Devam ediyoruz:

"Çünkü onlar Rabblerine kavuşacaklardır. Fakat görüyorum ki, siz gerçeklerden habersiz bir toplumsunuz."

Sizler insana yüce Allah'ın terazisinde kıymet kazandıran gerçek değerlerin neler olduklarını bilmediğiniz gibi, tüm insanların en sonunda yüce Allah'ın huzuruna varacaklarından da habersizsiniz. Şimdi de bir sonraki ayete geçiyoruz:

"Ey soydaşlarım, eğer ben o mü'minleri yanımdan kovacak olursam, Allah'a karşı beni kim savunabilir? Bunu hiç düşünmüyor musunuz?"

Orada Allah var. Yoksulların da zenginlerin de, zayıfların da güçlülerin de Rabbi olan Allah. Orada Allah insanları burada geçerli saydıklarınızdan farklı déğerler ile değerlendiriyor, onları tek bir terazide tartıyor. Bu terazi, iman terazisidir. Buna göre sözünü ettiğiniz mü'minler yüce Allah'ın koruması ve gözetimi altındadırlar. O halde;

"Ey soydaşlarım, eğer ben o mü'minleri yanımdan kovacak olursam Allah'a karşı beni kim savunabilir?" '

Eğer ben yüce Allah'ın koyduğu ölçüleri çiğner de O'nun mü'min kullarına karşı haksızlık edersem, beni O'ndan, O'nun gazabından kim kurtarabilir. Eğer sahte yeryüzü değerlerini onaylayarak Allah'ın değerli saydığı o insanları hor görürsem, Allah'ın karşısında bana kim arka çıkabilir? Oysa yüce Allah beni o sahte değer yargılarına uymak için değil, onları değiştirmek için gönderdi.

Size gelince pençesine düştüğünüz sapıklık, size insan fıtratının sağlıklı ve dengeli ölçüsünü unutturmuştur.

Daha sonra Hz. Nuh bù sözde seçkinlere kendini ve peygamberlik görevini tanıtıyor. Bu tanıtma sırasında kendini ve peygamberliğini her türlü süsten, her türlü alımlılıktan, her türlü yeryüzü kaynaklı sahte değerden arındırarak ortaya koyuyor. Ayrıca bu tanıtmayı yaparken gerçekleri hatırlatıcı ve öğüt verici bir üslup kullanıyor. Amacı, onlara gerçek değerleri belletmek, göz boyayıcı ve içi kof değerleri gözlerinden düşürmektir. Bunun için bu sahte değerlere metelik vermeyen, onlardan soyutlandığını vurgulayan bir dille konuşuyor. Buna göre kim peygamberliğin çağrısını onaylarsa; onu gösterişsiz, iddiasız kimliği ile olduğu gibi kabul ederse sahte değerlerden arınarak ve sırf Allah rızasına gönül vererek onun safına katılsın. Okuyoruz:

"Size `Allah'ın hazineleri benim elimin altındadır' demiyorum.

Ne zengin olduğumu iddia ediyorum ve ne de istediklerime servet dağıtabilecek güçte olduğumu söylüyorum. Ayrıca;

"Ben gayb alemini de bilemem."

Ne insan türünde olmayan bir gücün sahibi olduğumu ve ne de yüce Allah ile peygamberlik ilişkisi dışında başka bir ilişkimin olduğunu iddia etmiyorum. Bunların yanısıra;

"Ben bir meleğim de demiyorum."

Sizin gözünüze girebilmek için saplantılarınıza göre insanlıktan üstün tuttuğunuz başka bir sıfata sahip olduğumu iddia etmiyorum, kendi uydurduğum bir gerekçe ile size karşı üstünlük taslamıyorum. Bir de şunu biliniz ki;

"Sizin gözlerinize hor görünen kimselere Allah'ın hiçbir hayır vermedi ini .de söyleyemem." '

Sizin büyüklük komplekslerinizi tatmin edeyim diye, ya da yeryüzü kaynaklı yargılarınıza ve gelip geçici değerlerinize uyum göstereyim diye böyle asılsız bir iddia ileri süremem. Çünkü;

"Onların kalplerinde neler olduğunu herkesten iyi bilen Allah'dır."

Ben onların sadece görünüşlerine bakabilirim. Görünüşlerine bakınca onlara saygı duymak gerekiyor, yüce Allah'ın onlara hayır verdiğinden ümitli olmak icap ediyor:

"Yoksa zalimlerden biri olurum."

Eğer bu söylediğim iddialardan biri ile ortaya çıkarsam bir zalim olup çıkarım. Her şeyden önce gerçeğe karşı zalim olurum. Oysa ben onu insanlâra duyurmak için geldim. Sonra kendime karşı zalim olurum, kendimi yüce Allah'ın gazabı ile yüzyüze getirmiş olurum. Ayrıca insanlara da zalim olurum. Onlara Allah'ın indirdiği mesajlar dışında sahte mesajlar indirmiş olurum.

Görüldüğü gibi Hz. Nuh, sözde seçkin soydaşlarına kendini ve peygamberlik görevini tanıtırken bütün sahte değerleri reddediyor, karşısındakilerin peygamberden ve peygamberlik misyonundan bekledikleri bütün yapmacık süslemeleri elinin tersi ile kenara itiyor. Kendini ve peygamberlik görevini, tüm saplantılardan arındırılmış, yüce gerçekliği ile sunuyor. Bu yüce gerçeğin sözü geçen yüzeysel cilalamalarının hiçbirine ihtiyacı yoktur. Başka bir deyimle, Hz. Nuh, karşısındakileri gerçeğin yalınlığı ve gücü ile başbaşa bırakıyor.

Bütün bunları anlatırken hoşgörülü ve çıplak gerçek sevgisi ile dolu bir dil kullanıyor. Bu yolla karşısındakileri bu çıplak gerçekle yüzyüze getirmek, onun çizeceği rotayı benimsemelerini sağlamak istiyor. Ayrıca yağcılığa, gerçekleri çarpıtmaya, peygamberlik misyonundan ve bu misyonun yalın özünden taviz vererek karşısındakilerin hoşnutluğunu kazanma girişimlerine metelik vermiyor.

Hz. Nuh, bu tutumu ile İslâm davasının her dönemdeki önderlerine örnek oluyor. Onlara iktidar sahiplerine karşı nasıl davranacaklarına ilişkin ders veriyor. Bu derse göre İslâm davasının önderleri, iktidar sahipleri karşısında yalın gerçeği ortaya koymalıdırlar. Onların düşünce tarzlarına ayak uydurma gayretkeşliğine girişmemelidirler; onlara yardakçılık, yağcılık yapmamalıdırlar. Yalnız onların önünde eğilmemekle birlikte kullanacakları dil, sevgi dolu olmalıdır.

İş bu noktaya gelince, Hz. Nuh'un sözde seçkin soydaşları delile, delil ile karşı koymaktan umudu kestiler. Bir de bakıyoruz ki, bu şımarıklar, sınıfsal gelenekleri uyarınca suçlulukları ile iftihar etmeye kalkışıyorlar; gerçekler karşısında yenik düşeceklerini, aklın ve insan fıtratının ortaya koyduğu çıplak delillere boyun eğeceklerini sezdikleri için burun kıvırıp büyüklük taslıyorlar. Bu küstahlığın sonucunda tartışmayı kesip işi kabadayılığa, meydan okumaya döküyorlar.

32- Soydaşları dediler ki; "Bizimle tartıştın, üstelik bu tartışmayı çok uzattın, eğer söylediklerin doğru ise, ileride karşımıza çıkacak diye bizi korkuttuğun azabı şimdi başımıza getir de görelim. "

Burada yeterlilik elbisesine bürünen acizlik ile, güçlülük postuna bürünen zayıflık ile, küçümseme ve meydan okuma biçiminde ortaya çıkan gerçeğe yenilme korkusu ile karşı karşıyayız. Okuyalım:

"Eğer söylediklerin doğru ise, ilerde karşımıza çıkacak diye bizi korkuttuğun azabı şimdi başımıza getir de görelim."

Bize tehdit olarak yönelttiğin acıklı azabı başımıza getir bakalım. Biz sana inanmıyoruz. Savurduğun tehditleri umursamıyoruz.

Hz. Nuh'a gelince bu yalanlama ve bu meydan okuma onu çileden çıkarmıyor karşısındakilere gerçeği anlatmasına engel olmuyor. Bu kışkırtmalara rağmen O, karşısındakilere bilgisinden yoksun oldukları, farkında olmadıkları gerçeği soğukkanlılıkla anlatıyor. Çünkü onlar bu gerçeği bilmedikleri için, ileride gerçekleşeceğini bildirdiği azabın hemen başlarına getirilmesini istiyorlar. Bu yüzden onları bu gerçekle yüzyüze getiriyor. Sözünü ettiğimiz gerçek şu: Kendisi sadece bir peygamberdir. Görevi sadece ilahi mesajı duyurmaktır. Azaba çarptırmaya gelince, bu iş yüce Allah'ın elindedir. Her şeyin önceden tasarlayıcısı O'dur. Azabın öne alınmasının mı, yoksa geriye atılmasının mı daha yararlı olduğunu değerlendirmesini yapacak olan O'dur. O'nun yasası, mutlaka uygulanır, kesinlikle işler. Kendisi bu yasayı ne geri çevirebilir ve ne de değiştirebilir. O sadece bir elçidir, bir aracıdır. Bu sıfatla son ana kadar gerçeği açıklamakla yükümlüdür. Soydaşlarının kendisini yalanlamaları, kendisine meydan okumaları onu gerçeği duyurmaktan, doğru bildiklerini anlatmaktan alıkoyamaz. Şimdi de,daha sonraki iki ayeti okuyalım:

33- Nuh dedi ki; "O azabı eğer dilerse yalnız Allah başınıza getirebilir. Siz O'nun yapacaklarına engel olamazsınız. "

34- "Eğer Allah, sizin azmanızı istiyorsa, size nasihat etmek istesem de benim nasihatim size yararlı olmaz. O'dur sizin Rabbiniz ve O'nun huzuruna döneceksiniz. "

Eğer yüce Allah'ın yasası, azgınlığınız yüzünden helâk olmanızı gerektiriyorsa, bu yasa kesinlikle hakkınızda yürürlüğe girecektir. Ben size ne kadar öğüt verirsem vereyim para etmez. Bu demek değildir ki, yüce Allah bu öğütlerden yararlanmanızı engelleyecek. Sizler kendinize yönelik özgür uygulamalarınızla, ilahi yasanın sapıklığa düşmenizi gerektirmesine yolaçacaksınız.

Yüce Allah'ın, sizi önceden belirlediği akıbetle yüzyüze getirmesini engellemeye gücünüz yetmez. Her zaman O'nun elinde, O'nun pençesindesiniz. Başınıza gelecék her şeyi önceden tasarlayan, belirleyen O'dur. O'nun karşısına çıkmaktan, O'nun tarafından hesaba çekilmekten ve dünyadaki davranışlarınızın karşılığını görmekten kaçamazsınız. Çünkü;

"O'dur sizin Rabbiniz ve O'nun huzuruna döneceksiniz."

OLAĞANÜSTÜ BİR GEÇİŞ

Kur'an-ı Kerim, Hz. Nuh'a ilişkin hikâyenin bu noktasında beklenmedik biçimde sözü değiştiriyor. Kureyşli müşriklerin bu tür hikâyelere ilişkin tepkilerini gündeme getiriyor. Çünkü bu hikâye, onlar ile Peygamberimiz arasındaki hikâyeye çok benziyor. Onlar da Peygamberimizin bu hikâyeleri kendi kafasından uydurduğunu ileri sürüyorlar. O yüzden Kur'an-ı Kerim, Hz. Nuh'a ilişkin hikâyeye ara vererek bu iddiaya cevap veriyor. Okuyoruz:

35- Ey Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- yoksa sana "Bu Kur'an'ı sen uydurdun mu?" diyorlar. Onlara de ki; "Eğer onu ben uydurdumsa, suçu bana aittir. Ben sizin suçlarınızın sorumluluğundan uzağım. "

Uydurmacılık ağır bir suçtur. Onlara de ki; "Eğer ben bu ağır suçu işledimse, onun sonuçlarına katlanmak zorunda kalırım. Ben böyle bir işin ağır bir suç olduğunu bildiğim için onu işleyeceğim düşünülemez. Bana yönelttiğiniz bu iftira suçu ile hiçbir ilgim yoktur. Bunun yanısıra sizin yalanlamalarınızla ve Allah'a ortak koşmalarınızla ilgisizim."

Bu ara açıklama, hikâyenin Kur'an'daki akışına yabancı ve ters değildir. Çünkü okuduğumuz hikâye de böyle bir amacı yerine getirmek için anlatılmıştır.

VAHYİN GELİŞİ VE GEMİNİN YAPIMI

Hz. Nuh'a ilişkin hikâyenin devamında ikinci bir sahne karşımıza getiriliyor. Yüce Allah'ın vahyinin ve buyruğunun Hz. Nuh'a geldiği sahnedir bu. Okuyoruz:

36- Nuh'a vahiy yolu ile bildirildi ki; "Daha önce inananlar dışında soydaşlarından başka inanan olmayacaktır. Onların yaptıklarından dolay üzülme. "

37- "Bizim gözlerimiz önünde ve vahyimiz uyarınca gemiyi yap, zalimler konusunda bana başvurma, çünkü onlar kesinlikle boğulacaklardır. "

Artık uyarma görevi bitmiştir. Çağrı işi sona ermiştir. Tartışma faslı da kapanmıştır. Çünkü;

"Nuh'a vahiy yolu ile bildirildi ki; `Daha önce inananlar dışında, soydaşlarından başka inanan olmayacaktır."

İman etmeye yetenekli kalpler iman etmişlerdir. Geride kalan kalplerde iman etme yeteneği, imana gelme eğilimi yoktur. Kullarını herkesten iyi tanıyan ve neyin mümkün, neyin imkânsız olduğunu herkesten iyi bilen yüce Allah, Hz. Nuh'a böyle vahyetti. Bu durumda yararsız çağrı faaliyetini yürütmek yersiz ve anlamsızdır. Onların yaptıkları kâfirliklerin, yalanlamaların, meydan okumaların ve alaya almaların sana hiçbir zararı, sana yönelik hiçbir sorumluluğu yoktur. O halde;

"Onların yaptıklarından dolayı üzülme."

Yani karamsarlığa ve endişeye kapılma. Yaptıkları kötülüklere aldırış etme, önem verme. Kendi hesabına endişe etme; çünkü onlar sana hiçbir zarar veremezler. Onlar hésabına da üzülme; çünkü onlardan hayır gelmez.

Onların işini çıkar kafandan, çünkü mesele bitmiştir. Bunun yerine;

"Bizim gözlerimiz önünde ve vahyimiz uyarınca gemiyi yap."

Bizim gözetimimiz altında ve sana verdiğimiz bilgilere dayanarak. Ayrıca;

"Zalimler konusunda bana başvurma, çünkü onlar kesinlikle boğulacaklardır."

Onların akıbeti belirlenmiş, haklarındaki hüküm kesinleşmiştir. Bu yüzden onlar hakkında bana bir şey söyleme. Ne doğru yola dönsünler diye dua et ve ne de onlara beddua oku. Başka bir ayette bildirildiğine göre Hz. Nuh, soydaşlarından umut kesince onlara beddua etmiştir. Fakat bizim anladığımıza göre "umut kesme" olgusu bu ayetin inişinden sonra meydana gelmiştir. Çünkü hüküm kesinleşince dua etme kapısı kapanır.

Hikâyemizin üçüncü sahnesinde Hz. Nuh'u gemi yaparken görüyoruz. Soydaşları ile ilişkiyi kesmiş, onları doğru yola çağırmayı, onlarla tartışmayı kesmiştir. Okuyalım:

38- Nuh, gemiyi yapar. İleri gelen soydaşlarının yanından geçen her grubu kendisini alaya aldı. Nuh da onlara dedi ki; "Siz bizimle alay ediyorsunuz, ama şimdi siz bizimle nasıl alay ediyorsanız. İlerde biz sizinle alay edeceğiz. "

39- "Perişan edici azabın hangimizin başına geleceğini, hangimizin sürekli azaba uğrayacağını yakında öğreneceksiniz. "

Görüldüğü gibi birinci ayetin ilk cümlesinin yükleminde "geniş zaman" kipi kullanılıyor. Bu kullanım, sahneye ciddilik ve canlılık kazandırıyor. Bu yüzden biz Hz. Nuh'u bu cümleyi okurken hayalimizde canlanmış olarak görüyoruz. Karşımızda durmuş, gemi yapıyor. Aynı sahnede `soydaşlarından çeşitli gruplar görüyoruz. Hepsi de kendini beğenmiş, burunları havada, Hz. Nuh'un yanından alay ede ede geçiyorlar.

Kendilerine bir süreden beri "Ben Allah'ın peygamberiyim" demiş olan, onları yoluna çağırmış olan, kendileri ile tartışan, uzun tartışmalar yapmış olan ve şimdi durup dururken rol değiştirerek gemi yapan bir marangoz olarak karşılarına çıkan şu adamla alay ediyorlar. Alay ediyorlar, çünkü işin sadece bakışlarına yansıyan dış yüzünü görüyorlar. İşin arkasındaki vahiyden ve ilahi buyruktan haberleri yok. Zaten onlar her zaman olup bitenlerin sadece görüntülerini algılayabiliyorlar, bu görüntülerin arkasındaki hikmeti ve ilahi tasarıyı kavrayamıyorlar.

Hz. Nuh'a gelince O, güven içindedir, işin arkasında ne olduğunu biliyor. Bu yüzden büyük bir soğukkanlılık, gönül rahatlığı ve vakar duygusu içinde karşısındaki alaycılara, ilerde hakettikleri karşılığı vereceğini, günü gelince kendisinin onlarla alay edeceğini haber veriyor. Okuyalım:

"Nuh da onlara dedi ki; `Siz benimle alay ediyorsunuz, ama şimdi siz nasıl bizimle alay ediyorsanız, ilerde biz sizinle alay edeceğiz."

Sizinle alay edeceğiz. Çünkü bu gemi yapımı işinin arkasında yüce Allah'ın hangi ön tasarısının yattığından, bu işin sonunda başınıza neler geleceğinden haberiniz yok. Fakat;

"Perişan edici azabın hangimizin başına geleceğini, hangimizin sürekli azaba uğrayacağını yakında göreceksiniz."

Evet, hangimizin? Bizim mi, yoksa sizin mi? Günü gelince perde kalkacak ve saklı sırlar gözler önüne serilecektir!.

EMRİN UYGULANIŞI

Sonraki ayetlerde beklenen an geldiğinde, neler yapılacağını anlatan sahne karşımıza çıkıyor. Okuyalım:

40- Nihayet emrimiz gelip tandır kaynamaya (her taraftan sular fışkırmaya) başlayınca Nuh'a "Her canlı türünün birer çiftini, boğulacağına ilişkin hükmümüzün kesinleştiği kimse dışında kalan aile bireylerini ve mü'minleri gemiye bindir" dedik. Zaten O'na az sayıda kişi inanmıştı.

41- Nuh dedi ki; "Haydi gemiye bininiz. Onun sular içinde yol alması da, bir yerde durması da Allah'ın adı ile gerçekleşecektir. Hiç şüphesiz Rabbim affedicidir, merhamétlidir. "

Burada sözü edilen "tandırın kaynaması" olayı konusunda değişik görüşler ileri sürülmüş, birbirinden farklı yorumlar yapılmıştır. Bu yorumlardan bazıları insan hayalini hayli zorluyor, onu uzak ihtimallere doğru sürüklüyor. Ayrıca gerek bu konudaki yorumlarda, gerekse "Tufan olayı"nın tümünde, buram buram yahudi uydurmaları (israiliyat) tütüyor. Bize gelince, hakkında bilgi sahibi olmadığımız bu "gayb" konusunda bilinmezliğin çöllerinde, delilsiz olarak taban tepecek değiliz. Ayetin bize verdiği bilgi ile yetineceğiz, onun anlamının sınırlarını aşarak olaya başka şeyler katmayacağız.

Bu prensibimiz uyarınca bu konuda söyleyebileceğimiz şudur: "Tandırın kaynaması" olayı -ki tandır, alev ya da tutuşturucu kor demektir- bir çukurdan, bir alev pınarından ateşin parlaması ya da volkanik bir patlamanın lavlarının havaya fışkırması şeklinde meydana gelmiş olabilir. Bu "parlama" ya da "fışkırma" olayı yüce Allah'ın Hz. Nuh'a gönderdiği bir işaret, bir parola olabileceği gibi, yerden suların kaynamasına ve gökten sellerin boşalmasına sadece eşlik eden ya da bu konudaki hükmün uygulanmasının ilk adımını oluşturan bir olay da olabilir.

Bu olay meydana gelince, "Nuh'a `Her canlı türünün birer çiftini gemiye bindir' dedik." Anladığımız kadarı ile bu olaya ilişkin ilahi "talimname" Hz. Nuh'a verilecek emirlerïn aşama aşama bildirilmesini, her emrin uygulama zamanı gelince kendisine iletilmesini gerektiriyordu. Bunun sonucu olarak ilk önce gemi yapması emredildi, o da gemiyi yaptı. Ayet, bize bu gemiyi yapmanın amacını açıklamadığı gibi, Hz. Nuh'a bu amacın ne olduğunun bildirildiğini de belirtmiyor. Fakat "Nihayet emrimiz gelip de tandır kaynamaya (Her taraftan sular fışkırmaya) başlayınca" ilahi emrin aşağıdaki aşaması geldi.

"Nuh'a `Her canlı türünün birer çiftini ve boğulacağına ilişkin hükmümüzün kesinleştiği kimse dışında kalan aile bireylerini gemiye bindir."

Buradaki "Her canlı türünün birer çiftini" ifadesi hakkında da çeşitli görüşler ileri sürülmüş, değişik yorumlar yapılmıştır. Bu yorumlardan güçlü bir yahudi uydurmacılığı (israiliyat) kokusu havaya yayılmaktadır. Bize gelince, "Her canlı türünün birer çifti" ifadesinden ne kasdedildiği, Hz. Nuh'un hangi canlı türlerini yanına alıp gemiye bindirebildiği konusunda hayal oyunlarına ve saçma varsayımlara dalmaya niyetimiz yok. Sadece bu ifadenin verdiği genel bilgi ile yetineceğiz. Bunun dışına taşan varsayımlar, dayanaksız bocalamalardır. Ayeti incelemeye devam ediyoruz:

"Boğulacağına ilişkin hükmümüzün kesinleştiği kimse dışında kalan aile bireylerini... (gemiye bindir.)"

Yani yüce Allah'ın yasası uyarınca azaba çarpılmayı hakeden kimse dışındaki aile bireylerini gemiye bindir. Ayrıca;

"Mü'minleri de."

Yani aile bireylerinin dışındaki mü'minleri de gemiye bindir. Devam ediyoruz:

"Zaten O'na az sayıda kişi. inanmıştı."

"Nuh dedi ki; `Haydi gemiye bininiz, onun sular içinde yolalması da, bir yerde durması da Allah'ın adı ile gerçekleşecektir"

Hz. Nuh, aldığı emri uyguladı ve gemiye alınmaları uygun görülen insanları ve hayvanları gemiye bindirdi.

"Haydi, gemiye bininiz. Onun sular içinde yolalması da, bir yerde durması da Allah'ın adı ile gerçekleşecektir." ifadesi geminin gerek sularda yolalması sırasında, gerekse bir yerde durması anında yüce Allah'ın iradesine, özgür dileğine teslim edildiğini açıkça dile getirir. Yüzmeye başlayan bu gemi, yüce Allah'ın gözetimi, yüce Allah'ın koruması altındadır. Yoksa azgın dalgalarla, daha doğrusu "Tufan" çalkantıları ile boğuşan bu gemi konusunda insanların elinden ne gelebilir ki?

TUFAN SAHNESİ

42- Gemi, içindeki yolcularla birlikte dağ gibi dalgalar arasında akıyor, yolalıyordu. O sırada Nuh, bir kenarda duran oğluna "Yavrum, bizimle birlikte gemiye bin, kâfirler arasında kalma" diye seslendi.

43- Oğlu "Beni sulardan koruyacak bir dağa sığınacağım " dedi. Nuh, ona "Bugün Allah'ın emrinden kurtaracak hiçbir güç yoktur, sadece O'nun esirgedikleri kurtulabilir" dedi. Tam bu sırada aralarına bir dalga girdi de Nuh'un oğlu boğulanların arasına katıldı.

Bu sahnede iki tür korkunçlukla karşı karşıyayız. Biri suskun tabiatın saçtığı dehşet, öbürü ise insan psikolojisini ürperten dehşet. Bu iki dehşet birbirine ekleniyor. Ayeti incelemeye çalışalım:

"Gèmi, içindeki yolcularla birlikte dağ gibi dalgalar arasında akıyor, yolalıyordu."

Bu korkunç ve belirleyici anda Hz. Nuh, etrafına bakıyor ve farkediyor ki, oğullarından biri geminin dışında bir kenardadır, kendileri ile birlikte değildir. Bunun üzerine gönlünde babalık şefkati uyanıyor. Bu şefkatin yanık yürekliği ile ailesinden ayrı düşen oğluna sesleniyor:

"Yavrum, gel, bizimle birlikte gemiye bin, kâfirler arasında kalma."

Fakat asi çocuk, baba şefkatini umursamaz. şımarık ve kendini beğenmiş delikanlı, dehşetin yaygınlık derecesini kavramaktan uzâk bir gamsızlıkla babasına cevap verir:

"Beni sulardan koruyacak bir dağa sığınacağım."

Fakat dehşetin mahiyetini, işin içyüzünü kavramış olan baba, oğluna son kez sesleniyor:

"Bugün Allah'ın emrinden kurtaracak hiçbir güç yok, sadece O'nun esirgedikleri kurtulabilir."

Bugün insanı ne dağlar, ne sığınaklar kurtarabilir. Ne koruyucular, ne de arka çıkanlar işe yarayabilir. Sadece yüce Allah'ın esirgediği kimseler paçayı kurtarabilir.

Bu sırada sahnenin görüntüsü, çehresi ansızın değişiyor. Bir de bakıyoruz, ki, ortalığı kaplayan amansız bir dalga her şeyi yutuvermiştir:

"Tam bu sırada aralarına bir dalga girdi de Nuh'un oğlu boğulanların arasına katıldı."

Bizler binlerce yıl sonra kapıldığımız dehşetin tüyler ürperticiliği ile nefeslerimizi tutuyoruz. Sanki bu sahne şu anda gözlerimizin önünden geçiyor. Gemi, içindeki yolcularla birlikte dağ gibi dalgalar arasında akıp gidiyor. Yanık yürekli baba, yani Hz. Nuh, arka arkaya feryad ediyor. Kendini beğenmiş bir delikanlı olan oğlu, bu ısrarlı çağrılara cevap vermekten kaçınıyor. Derken ortalığı kaplayan sarsıcı bir dalga göz açıp kapayana kadar aradaki diyaloğu noktalıyor, inanılmaz bir hızla işi bitiriveriyor. Sanki ne çağıran vardı ve ne de cevap veren!

Buradaki canlı insan psikolojisinin derinliklerinde yaşanan dehşetin aynı çaptaki bir eşi, cansız tabiatın bağrında, da yaşanıyor. Önce yatağında uslu uslu akan su, sonradan azgın bir dalgaya dönüşüyor. Gerek suskun tabiatın bağrında doğan ve gerekse insan psikolojisinin derinliklerinde fırtınalar koparan bu iki dehşet, aynı derecede tüyler ürperticidir. Tabiat ile insan ruhunun derinlikleri arasındaki bu uyum, Kur'an'daki "tasvir" sanatının belirgin bir örneğidir.

FIRTINA DİNİYOR

Derken fırtına diniyor, her taraf duruluyor, iş bitiyor. Bu doğal durulmaya paralel olarak ayetlerin kelimelerinde de, bu kelimelerin vicdanlara ve kulaklara yansıyan titreşimlerinde de bir yavaşlama, bir frekans düşüklüğü meydana geliyor.

44- Bir süre sonra yere "Ey yer, suyunu yut " ve göğe "Ey gök, yağmurunu tut " déndi. Bunun üzerine sular çekildi, Allah'ın emri gerçekleşti ve gemi Cudi'ye oturdu. Bu sırada "Kahrolsun zalimler güruhu " diyen bir ses duyuldu.

Görüldüğü gibi burada yere ve göğe, bunlar sanki sözden anlar, akıl sahibi canlılarmış gibi sesleniyor. Onlar da bu belirleyici buyruğa karşılık vererek yer suyunu yutuyor ve gök de yağmurunu tutuyor. Tekrar okuyoruz:

"Bir süre sonra yere `Ey yer, suyunu yut' ve göğe `Ey gök, yağmurunu tut' dendi. Bunun üzerine sular çekildi."

Yer suyunu yutup bağrına çekti, yüzeyindeki sular kurudu. Böylece; "Allah'ın emri gerçekleşti."

Yüce Allah'ın hükmünün gereği yerine geldi. Ve;

"Gemi Cudi'ye oturdu."

Gemi, Cudi dağı üzerine oturdu. Derken;

"Bu sırada `kahrolsun (ırak olsun), zalimler güruhu" diyen bir ses duyuldu."

Burada kısa, kesin dilli ve taşıdığı havayı son derece etkileyici bir biçimde ifadé eden bir cümle ile karşılaşıyoruz. Cümlede "edilgen" bir yüklem kullanılıyor "dendi" deniyor. Kimin dediği belli değil. Bu ifade sanki sözü edilen adamların davaları ve dosyaları dürülüyor gibi bir izlenim bırakıyor zihnimizde. Tekrarlıyoruz:

"Bu sırada `kahrolsun (ırak olsun), zalimler güruhu' diyen bir ses duyuldu."

Bu zalimler, hayattan uzaklaştırıldılar, kahroldular. Çünkü yokolup gittiler. Yüce Allah'ın rahmetinden uzaklaştırıldılar; çünkü lânete uğradılar. Hafızalardan uzaklaştırıldılar; çünkü silinip gittiler. Artık ne dillerde adları ve ne de belleklerde anıları kaldı!

KEDERLİ BABANIN YAKARIŞI

Artık fırtına dindi, dehşet yerini sükunete bıraktı, gemi Cudi dağına oturdu. İşte o anda Hz. Nuh'un, oğlunu azgın dalgalara kurban vermiş kederli babanın yüreğinde evlât acısı depreşiyor.

45- Nuh, Rabbine seslenerek dedi ki; "Ey Rabbim, oğlum ailemin bir bireyi idi, senin vaadin de gerçektir ve sen kesinlikle hüküm verenlerin en yerinde hüküm verenisin. "

Ey Rabbim! Oğlum, ailemin bireylerinden biridir. Sen ailemin kurtulacağım bana vadetmiştin. Senin vaadin gerçektir. Senin hükümlerinin en yerinde hükümler olduğu kesindir. Verdiğin her hüküm mutlaka bir gerekçeye, bir ön tasarıya dayanır.

Hz. Nuh, yüce Allah'a böyle seslenirken yüce Allah'dan, ailesini kurtaracağına ilişkin vaadini yerine getirmesini istediğini belirten bir dil kullanıyor. Yüce Allah'dan, bu vaadine ve bu hükmüne ilişkin hikmetini gerçekleştirmesini diliyor.

Yüce Allah, Hz. Nuh'un bu isteğine hemen cevap veriyor. Bu cevapta kendisine aklından çıkarmış göründüğü şu önemli gerçeği hatırlatıyor: Yüce Allah'ın katında, O'nun dininde ve değerlendirme terazisinde "aile" birliği, soy ve kanmağı ortaklığına değil, inanç ortaklığına dayanır. Bu delikanlı mü'min olmadığına göre Hz. Nuh'un ailesinden değildi. Çünkü Hz. Nuh, mü'min bir peygamberdi. Hz. Nuh'a verilen bu cevabın dili kesin, açıklamalı ve vurguludur. Hatta oldukça serzenişli, paylamalı ve azarlayıcıdır. Okuyoruz:

46- Allah dedi ki; "Ey Nuh, o oğlun senin ailenden değildi. Çünkü o kötü işler yaptı. İçyüzünü bilmediğin bir şeyi yapmamı benden isteme. Sana cahillerden olmamanı öğütlerim. "

Yüce Allah'ın bu cevabı, bu dinin son derece önemli bir gerçeğini ifade ediyor. Bütün bağların kendisine bağlandığı kulpu, ana halkayı tanıtıyor bize. Bu ana halka, inanç halkasıdır. Fertleri birbirine bağlayan budur; yoksa soy bağı, kan bağı değildir. Ayetin baş tarafın tekrar okuyoruz

"Ey Nuh, o oğlun senin ailenden değildi. Çünkü o kötü işler yaptı."

Ne onun seninle bir bağı var ve ne de senin onunla bir bağın var. İstediği kadar soyca senin oğlun olsun o. Çünkü aranızda bulunması gereken ana halka kopuktur. Bu halka kopuk olduktan sonra aranızdaki hiçbir ilişkiden, hiçbir bağdan sözedilemez.

Hz. Nuh, Rabbine yönelttiği çağrıda gerçekleşmemiş bir vaadin yerine getirilmesini istemişti. Seslenişinin yansıttığı anlam buydu. O yüzden cevap, azarlama ve tehdit kokusu taşıyor. Cevabın o bölümünü tekrar okuyalım:

"İçyüzünü bilmediğin bir şeyi yapmamı benden isteme. Sana cahillerden olmamanı öğütlerim."

İnsanlar arası ilişkilerin ve bağların özünün ne olduğunu, Allah'ın vaadinin içeriğinin ne olduğunu bilmeyenlerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum. Allah'ın vaadi belli olmuş ve gerçekleşmiştir. Bunun sonucunda gerçekten ailenden olan yakınların boğulmaktan kurtulmuşlardır.

Yüce Allah'ın bu sert cevabı üzerine Hz. Nuh, kendisi gibi mü'min bir kuldan bekleneceği gibi, ürperiyor, titremeye başlıyor. "Acaba Rabbime karşı bir kusurum mu oldu?" endişesine kapılıyor.' Bu endişe ile Rabbine dönüyor, O'nun dergâhına sığınarak affını ve merhametini diliyor. Okuyoruz:

47- Nuh dedi ki; "İçyüzünü bilmediğim bir şeyi yapmanı istemekten sana sığınırım. Eğer sen beni affetmez, bana merhamet etmezsen hüsrana uğrayanlardan olurum."

Bunun üzerine yüce Allah'ın rahmeti Hz. Nuh'un imdadına yetişerek kalbine huzur serpti; kendisine ve soyundan gelecek olan iyi kullara bereket ve mutluluk yağdırdı. Fakat soyunun öbür kanadı, yani kötüleri ise acıklı bir azaba çarpılacaktır. Okuyalım:

48- Bu sırada şöyle bir ses duyuldu; "Ey Nuh, sana ve yanındakilerden meydana gelecek ümmetlere sunacağımız esenliğin ve bereketlerin eşliğinde gemiden in. Yanındakilerin soyundan başka ümmetler de gelecektir. Bunlara bir süreye kadar dünya nimetlerini tattırdıktan sonra kendilerini acıklı azabımıza çarptıracağız. "

Bu dehşetli olay şöyle noktalandı: Kurtuluş ve geleceğe yönelik müjdeler, Hz. Nuh ile soyundan gelecek mü'minlerin oldu. Sadece dünya hayatının mutluluğu peşinde koşan torunlarının payına da tehdit ve geleceğe ilişkin kara haberler düştü. Bunlar acıklı azaba çarpılacaklardı. Bir yanda müjde, öbür yanda tehdit ve kara haber. Bu iki zıt yaptırımla surenin başında karşılaşmıştık. Şimdi ise okuduğumuz ve okuyacağımız peygamber hikâyeleri, bu iki zıt yaptırımı pratik ve yaşanmış kanıtları olarak karşımıza çıkıyor.

49- Ey Muhammed, bu anlatılanlar sana vahiy yolu ile bildirdiğimiz gaybe ilişkin haberlerdir. Bundan önce ne sen ve ne de soydaşların bu olayları bilmiyordunuz. Müşriklerin olumsuz tepkilerine karşı sabret; sonuç, kötülüklerden sakınanlarındır.

Okuduğumuz değerlendirme ve yorum ayeti, bu surede anlatılan peygamber hikâyelerinin bazı amaçlarını gözlerimizin önüne seriyor. Bu amaçları şöyle sıralayabiliriz:

1- "Vahiy" diye bir gerçek vardır. Müşrikler bu gerçeği inkâr ediyorlar. Sebebine gelince, bu peygamber hikâyeleri "gayb" aleminin bir parçasıdırlar. Onları daha önce ne peygamberimiz ve ne de soydaşları bilmiyordu. Onlar O'nun çevresinde dilden dile dolaşan halk hikâyelerinden değildi. Onların kaynağı "Her işi yerinde ve her şeyden haberdar olan" yüce Allah'ın vahyi idi.

2- İslâmi inanç sistemi, tarih boyunca aynıdır, özdeştir. Bu özdeşlik, insanlığın ikinci atası Hz. Nuh'un dönemine kadar çıkıyor. Bütün bu tarih süreci boyunca aynı inanç sistemi karşımıza çıkar. Öyle ki, bazan ifade biçimi bile nerdeyse aynıdır.

3- Peygamberlerin yalanlayıcıları hep aynı itirazları, hep aynı suçlamaları tekrarlaya gelmişlerdir. Oysa birçok açık belgeler bu itirazları ve suçlamaları çürütmüştür. Fakat bir önceki kuşak döneminde asılsız oldukları kanıtlanan bu bayat suçlamalar ve itirazlar, bir sonraki kuşak tarafından sanki yeni sözlermiş gibi piyasaya sürülmektedir. Bu kısır çember, tüm insanlık tarihi boyunca bir türlü kırılamamıştır.

4- İnsanlara yönelik müjdeler ve tehditler, noktası noktasına gerçekleşmektedir. Peygamberler, müjdelemelerinde ve tehditlerinde ne diyorlarsa aynen çıkmaktadır. Okuduğumuz peygamberin bu hikâyesi, bu gerçeğin tarihi kanıtlarından biridir.

5- Yüce Allah'ın yürürlükteki yasaları değişmiyor, hatır-gönül dinlemiyor, ayırım yapmıyor, sapma göstermiyor. Hep "takvalılar" kötülüklerden sakınanlar mutlu sona eriyor.

Sonunda kurtulanlar ve "kötü"lerin yerlerini alanlar her zaman onlar oluyor. 6- Gerek tek tek fertleri ve gerekse kuşakları birbirine bağlayan, kaynaştıran bağın ne olduğu vurgulanıyor. Bu bağ, inanç birliği bağıdır. Tarih boyunca bütün mü'minleri tek Allah'a ve tek Rabbe bağlayan bağdır. Bu bağın varolabilmesi için bütün mü'minlerin, yüce Allah'ın ortaksız ve rakipsiz egemenliği altında birleşmeleri, bütünleşmeleri gerekir.

TUFANIN İÇERİĞİ

Şimdi, acaba "Tufan olayı" tüm yeryüzü üzerinde mi etkili olmuştur ya da bu olayın etki alanı, sadece Hz. Nuh'un peygamber olarak gönderildiği yöre ile mi sınırlı olmuştur? Eğer olay sadece belirli bir yörede görüldü ise bu yöre neresidir? Bu yörenin gerek eski dünyadaki ve gerekse yeni dünyadaki yeri neresidir? Bu soruların zanni, kuşkuyu bilgiyi aşan cevapları elimizde yoktur. Kuşkulu bilgi ise gerçeğin en ufak bölümünün bile yerini tutamaz. Bu soruların elimizdeki cevapları, hiçbir sağlam delile dayanmayan yahudi masallarına, yahudi uydurmalarına dayanır. Buna göre bu cevaplar, Kur'an'da anlatılan peygamber hikâyelerinin amaçlarım gerçekleştirme bakımından, küçük-büyük hiçbir değer taşımazlar.

Fakat bu konudaki büyük bilgi eksikliğimize rağmen yine de şunu söyleyebiliriz: Kur'an'daki ayetlerden ilk bakışta anlayabildiğimiz kadarı ile Hz. Nuh'un -selâm üzerine olsun- gönderildiği halk, o günkü dünya nüfusunun tümünü oluşturuyorlardı. Bu insanların oturdukları bölge de o günkü dünyanın, üzerinde insanların yaşadığı yegâne bölgesi idi. Tufan olayı, işte bu bölgenin tümünü etkilemiş, bu bölgede yaşayan tüm canlıların hayatına son vermişti. Sadece hikâyede sözü edilen gemiye binenler kurtulabilmişler, sağ kalabilmişlerdi.

Bu evrensel olayın karakteristik niteliğini kavramamız için hakkında bu kadar bilgimizin olması yeterlidir. insanlığın o karanlık dönemi hakkındaki bu bilgiyi bize tek güvenilir kaynak olan Kur'an veriyor. Yoksa bu evrensel olay hakkında "tarih"in bildiği hiçbir şey yok. Bir defa o gün "tarih" yoktu ki, bu olay hakkında bildiği bir şey olsun. Tarih daha dünkü çocuk kalır bu olayın eskiliği karşısında. Tarihin kayda geçirebildiği insana ilişkin olaylar aslında pek azdır. Çünkü tarihi kayıtların geçmişi pek uzun değildir. Üstelik tarihin verdiği bilgiler doğru da olabilir, yanlış da; gerçek de olabilir, yalan da; bu bilgiler eleştiriye de, değişmeye de açık bilgilerdir. Bu yüzden doğru haber kaynağımız olan Kur'an'ın bize bilgi verdiği bir konuda tarihin onayına başvurmaya kalkışmak, asla doğru bir tutum değildir. Böyle bir konudaki sırf bir destek arayışı bile ölçülerin altüst oluşu ve geriye dönüş demektir ki, bu dinin özünü iyi kavramış olan bir aklın böyle bir hastalığa kapılması beklenemez.

Çeşitli milletlerin masallarında ve halklar arasında dilden dile dolaşan söylentilerde "Tufan" olayının izlerine rastlanır. Bu söylentilere göre eski çağların belirsiz bir tarihinde bu milletlerin o günkü kuşağı, işlediği günahlar yüzünden bu büyük afetle cezalandırılmıştı. Fakat bu söylentiler, Kur'an'da anlatılan "Tufan" olayı ile özdeşleştirilmemeli; bu tek güvenilir haber kaynağının verdiği doğru bilgiler, bu tür bulanık söylentilerle, bu çeşit kaynağı ve dayanağı belirsiz masallar ile karıştırılmamalı, hatta Kur'an'ın bu konuda verdiği bilgiler irdelenirken bu efsane kırıntılarının sözü bile edilmemelidir. Gerçi çeşitli milletlerin folklorunda rastlanan bu bulanık masallar az-çok kanıtlar ki, bir zamanlar bu milletlerin yaşadıkları topraklarda "Tufan" olayı görülmüştür, ya da en azından bu milletlerin sağ kalan ataları "Tufan" olayına sahne olan bölgeden göç ettikten sonra dünyanın çeşitli yörelerine dağılarak yeni yurtlar edinmişler ve vaktiyle yaşadıkları "Tufan" olayının anılarını bu yeni yurtlarına taşımışlardır.

Söz sırası gelmişken bir de şu noktayı hatırlatmalıyız: Sözde "Kutsal Kitab (Kitab-ı Mukaddes)" diye anılan kitabın ne yahudilerin kutsal kitabı olan "Eski Ant (Ahd-i Kadim)" adı ile bilinen bölümü ve ne de hristiyanların İncil nüshalarını içeren "Yeni Ant (Ahd-i Cedit)" başlıklı bölümü yüce Allah'ın katından indirilen kutsal kitapların aynileri değildir. Yüce Allah'ın Hz. Musa'ya indirdiği Tevrat'ın orijinal nüshaları, yahudilerin tutsaklıkları sırasında Babilliler tarafından yakılmıştı. Tevrat, bu olaydan yüzyıllarca sonra -Milâttan önce yaklaşık olarak beş yüzyıl kadar önce- "Azra" adlı bir yahudi din adamı tarafından tekrar yazıya geçirilmişti -sözü geçen "Azra" adlı yahudi din adamı, Kur'an'da adı geçen "Uzeyr" olabilir-Bu yahudi din adamı, asıl Tevrat'ın tesadüfen elde kalan metinlerini yazıya geçirmişti. Bugünkü Tevrat'ın bu metin kalıntıları dışındaki bölümü tamamen düzmecedir.

İncil nüshaları da öyle. Bu nüshalarda yeralan metinler, gerek Hz. İsa'nın öğrencilerinin ve gerekse bu öğrencilerin öğrencilerinin hafızalarında kalan bilgi kırıntılarına dayanılarak kaleme alınmışlardır. Üstelik bu yazıya geçirme olayı Hz. İsa'nın ölümünden yüzyıl kadar sonra gerçekleşmişti. Sonra da bu metinlere birçok hikâyeler ve mitolojik motifler karıştırılmıştır.

Bundan dolayı bu sözde kutsal kitapların herhangi birinde, herhangi bir konuya ilişkin kesin bilgi aramak doğru değildir.

Bu kısa açıklamayı burada noktalayarak sözü, bu büyük evrensel olaydan, yani "Tufan olayı"ndan çıkarılması gereken derslere getirmek istiyoruz. Gerçekten bu olaydan çıkarılması gereken dersler, bir değil, birçoktur. Önümüzdeki sayfalarda bu derslerin bazılarına değinecek ve arkasından Hz. Hud'a ilişkin hikâyeye geçeceğiz.

Hiç yorum yok: