BESMELE

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيمِ

10 Temmuz 2009 Cuma

İKİ ZİHNİYETİN TASVİRİ

Tevbe Suresi

İKİ ZİHNİYETİN TASVİRİ

Surenin akışı devam ediyor. O tip insanlardan ve onların uydurma ve düzmece mazeretlerinden örnekler sunuyor. Ayrıca onların Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- ve müslümanlara karşı içlerinde gizledikleri planları açığa çıkarıyor:

49- Onlardan bazıları, "Bana savaşa katılmama izni ver de beni fitneye düşürme" derler. Haberiniz olsun ki, onlar fitnenin içine düşmüşlerdir ve cehennem kâfirleri kuşatacaktır.

50- Eğer karşına bir iyilik çıkarsa fenalarına gider. Eğer başına bir musibet gelirse, "Biz savaşa katılmayarak önceden tedbirimizi aldık " diyerek sevinç içinde dönüp giderler.

51- Onlara de ki; "Başımıza gelenler, sadece Allah'ın alnımıza yazdıklarıdır. Bizim mevlamız, sahibimiz O'dur. Mü'minler sadece Allah'a dayansınlar.

52- De ki; "Bizim için beklediğiniz sonuç iki iyiden, yani zaferden veya şehit düşmekten biri değil mi? Biz ise Allah'ın sizi ya doğrudan doğruya kendi tarafından ya da bizim elimizle azaba uğratmasını bekliyoruz. Bekleyiniz bakalım, biz de sizinle birlikte bekliyoruz. "

Muhammed İbn-i İshak, Zühri'den, Yezid İbn-i Ruman'dan, Abdullah İbn-i Ebu Bekir'den ve Asım İbn-i Katade'den rivayet ederek onların şöyle dediklerini ifade etmektedir:

Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Tebük savaşının hazırlığını yaptığı bir sırada, Beni Seleme'nin kardeşi Cedd İbn-i Kays'a, "Ey Cedd, sen Asfaroğulları (yani Bizanslılarla) ile savaşabilir misin"? diye sordu.

Cedd şu cevabı verdi:

"Ey Allah'ın elçisi, bana izin versen ve beni fitneye düşürmesen olmaz mı? Allah'a yemin ederim ki, bizim eller benden daha çok kadına düşkün bir adam tanımamıştır. Ben Rumlar'ın dilberlerini gördüğümde, kendimi tutamamaktan korkuyorum."

Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- yüzünü çevirdi ve "Sana izin verdim" buyurdu. İşte bu ayet Cedd İbn-i Kays hakkında inmiştir. Münafıklar işte bu tür bahaneleri mazeret olarak ileri sürüyorlardı. Onların bu mazeretleri şu şekilde reddedildi:

"Haberiniz olsun ki, onlar fitnenin içine düşmüşlerdir ve cehennem kâfirleri kuşatacaktır."

Bu ifade bir sahneyi tasvir ediyor. Buna göre sanki fitne kızgın bir ateştir. Fitneye düşenler oraya yuvarlanmakta, ardından cehennem de onları çepeçevre kuşatmakta, bütün çıkış yerlerini ve pencerelerini kapatmakta ve hiç kimse artık oradan kurtulamamaktadır. Bu, onların bütünü ile günaha dalmalarına ve onun kaçınılmaz cezasını beklemelerine işaret eden bir kinayedir. Yalanın, savaştan geri kalışın ve bu seviyesiz mazeretlere yapışacak kadar düşüşlerinin, alçalışlarının cezasını somutlaştıran bir kinaye... Dış görünüş itibariyle, ne kadar islâm oldukları imajını vermeye çalışsalar da, münafıklık (ikiyüzlülük) yaptıkları için onların kâfir oldukları bu ayette belirtilmektedir.

"Eğer karşına bir iyilik çıkarsa fenalarına gider."

Onlar müslümanların başına gelen bir felâkete, bir sıkıntıya seviniyorlar:

"Eğer başına bir musibet gelirse, `Biz savaşa katılmayarak önceden tedbirimizi aldık' derler."

Biz müslümanlarla birlikte kötü bir duruma düşmemek için daha önceden önlemimizi aldık. Ve savaştan, çatışmadan geri kaldık!

"Sevinç içinde dönüp giderler."

Kendileri kurtuldukları için... Ve müslümanların başına musibet geldiği için.

Çünkü onlar işlerin, olayların dış görünüşlerini esas alırlar. Ne olursa olsun onlar belayı, musibeti kötü olarak değerlendiriyorlar. Savaştan geri kalmak ve evlerinde oturmakla kendilerine iyilik yaptıklarını sanıyorlar. Halbuki onların kalpleri, Allah'a teslim oluştan ve O'nun belirlediği kadere razı olmaktan ve bu kaderin iyiliğe vesile olacağına inanmaktan tamamen boşalmış bulunmaktadır. Doğru dürüst bir müslüman ise, vargücü ile çalışır, ileriye atılır ve hiç de korkuya kapılmaz. Karşılaşacağı iyiliğin ve kötülüğün Allah'ın iradesine bağlı olduğuna ve yüce Allah'ın kendisinin yardımcısı ve destekçisi olduğuna inanır.

"Onlara de ki; "Başımıza gelenler, sadece Allah'ın alnımıza yazdıklarıdır. Bizim mevlamız, sahibimiz O'dur. Mü'minler sadece Allah'a dayansınlar..."

Zaten yüce Allah mü'minler için zaferi yazmış ve eninde sonunda bu zafere kavuşacaklarına söz vermiş bulunmaktadır. Ne kadar zorluklarla karşılaşsalar, ne kadar sınavlardan geçirilseler yine de bunların hepsi vadedilen zafer için bir hazırlıktan öteye geçmez. Böylece mü'minler, bir süzgeçten geçirildikten sonra ve bir belgeye dayanarak Allah'ın yasasının gerektirdiği vasıtalara başvurarak, ucuz değil, değerli-üstün bir zafere kavuşacaklardır. Her çeşit fedakârlığa göğüs geren ve bütün belalara, sınavlara hazırlıklı bulunan aziz ruhların (canların) kendilerini koruduğu bir izzete kavuşacaklardır. Asıl zaferi veren ve destekleyen yüce Allah'tır:

"Mü'minler sadece Allah'a dayansınlar."

Allah'ın takdirine inanmak ve Allah'a tam anlamı ile güvenmek, imkânların elverdiği ölçüde hazırlık yapmaya aykırı düşmez. Böyle bir hazırlık yapmak Allah'ın apaçık emridir:

"Onlara karşı gücünüzün yettiğince kuvvet hazırlayın." (Enfal Suresi, 60)

Allah'ın emrini uygulamayan, sebeplere yapışmayan, Allah'ın hiç kimseyi kayırmayan ve hiç kimsenin hatırını saymayan yürürlükteki yasasını kavramayan insan, gerçek anlamda Allah'a güvenmiş ve Allah'a dayanmış olmaz.

Ayrıca mü'minin bütün yaptıkları hayırdır, iyiliktir. İster zafere kavuşsun, ister şehitliğe, farketmez. Kâfire gelince, onun her işi kötüdür. İster doğrudan Allah'ın azabına çarpılsın, isterse mü'minlerin elleriyle cezalandırılsın, farketmez:

"De ki; "Bizim için beklediğiniz sonuç iki iyiden, yani zaferden veya şehit düşmekten biri değil mi? Biz ise Allah'ın sizi ya doğrudan doğruya kendi tarafından ya da bizim elimizle azaba uğratmasını bekliyoruz. Bekleyiniz bakalım, biz de sizinle birlikte bekliyoruz."

Münafıklar, mü'minlerin başına nasıl bir musibet gelmesini bekliyorlar? Onların akıbetleri herhalde iyilik ve güzelliktir. Ya Allah'ın sözünü hükmünü yüceltip egemen kılarak zafere ulaşırlar. Bu, onların yeryüzünde elde edecekleri mükâfattır. Veya Hakk yolunda şehitliğe erişirler. Bu da, Allah katındaki derecelerin en büyüğüdür. Peki mü'minler, münafıklar için nasıl bir akıbeti bekliyorlar? Onları bekleyen ya Allah'ın kendilerinden önceki yalanlayıcıları yakaladığı gibi kendilerini de kıskıvrak yakalayacak olan azabıdır ya da daha önce müşriklerin başına geldiği gibi mü'minlerin elleriyle cezalandırılmalarıdır...

"Bekleyiniz bakalım, biz de sizinle birlikte bekliyoruz."

Sonuç bellidir... Neticede zafer müminlerindir.

ÖZDEN YOKSUN GÖRÜNTÜ

Savaşa gitmemek için mazeret ileri süren, savaştan geri kalan ve mü'minlerin bir açığını yakalamak için pusuda bekleyenlerin bazıları, cihada gitmemek için mazeret beyan ederken, malı yönden yardım yapmak istediklerini söylüyorlardı. Böylece her yerde ve her zamanda, münafıkların yöntemini kullanarak sopayı ortadan tutmak istiyorlardı. Yüce Allah onların bu sahte tekliflerini reddetti. Peygamberine, "Onların yapacakları harcamaların Allah'ın katında kabul edilmeyeceğini, çünkü bu harcamaları ile sadece gösteriş yaptıklarını ve korkudan böyle bir teklif getirdiklerini, imanlarını ve güvenlerini esas alarak infakta bulunmadıklarını açıklamayı" emretti. Gerçek durumları bu olduğuna göre, isterse onlar infaklarını müslümanları kandırmak için bir kalkan olarak gönül rızası ile vermiş olsunlar, isterse durumlarının ortaya çıkmasından korktukları için istemeyerek vermiş olsunlar, farketmez. Bu yoldaki harcamaları, her iki halde de reddedilmiş bulunmaktadır. Onların bu yardımları kendilerine bir sevap getirmeyecek ve Allah katında hesaba katılmayacaktır:

53- Onlara de ki, "İster gönüllü, ister gönülsüz olarak sadaka veriniz, verdiğiniz sadakalar kabul edilmeyecektir, sizler yoldan çıkmışlar güruhusunuz.

54- Verdikleri sadakaların kabul edilmesini engelleyen tek sebep şudur; Onlar Allah'a ve Peygamber'e inanmadılar, namaza ancak uyuşuk uyuşuk dururlar ve verdikleri sadakaları istemeyerek verirler.

Bu, münafıkların her zamanki halidir. Korku ile her iki tarafı idare etmek. Gerçekten sapmış bir kalp ve sağduyusunu yitirmiş bir vicdan. Özden yoksun bir dış görünüş. Vicdanın gizlediğinin tersine bir görünüm.

Kur'an'ın hassas ifadesi bu halı tasvir ediyor:

"Namaza ancak uyuşuk uyuşuk dururlar."

Onlar namaza ancak görünmek için gelirler. Gerçekten namaz kılmak için değil. Ayrıca gerçek anlamda ve dosdoğru bir biçimde onu kılmazlar. Ona uyuşuk uyuşuk gelirler. Çünkü onları namaza gelmeye iten sebep, vicdanlarının derinliklerinden gelmez. Onlar namazı baştan savmak için kılıyorlar. Ve onlar namazla eğlendiklerinin de bilincindedirler! Yaptıkları yardımları da, harcamaları da, bu şekilde istemeyerek ve içlerinden gelmeyerek yapıyorlar.

Pek tabii olarak, yüce Allah bir inanç temeline dayanmayan ve harekete iten bir bilinçle birlikte olmayan bu dış görünüşe dayalı hareketleri kabul edecek değildir. İnsanı harekete geçiren etken, amelin özü ve niyet olmalıdır. İşte en sağlam kriter budur.

Halbuki istemeye istemeye ekonomik destek sağlayanlar, servet sahibi ve evlad sahibi bulunuyorlardı. Kendi çevrelerinde önemli bir etkinlikleri ve saygınlıkları vardı. Fakat bunların hiçbiri Allah katında bir değer taşımıyordu. Aynı şekilde bunlar, peygamberin ve mü'minlerin yanında da fazla bir değer taşımamaları gerekiyordu. Bunlar, afiyetle yararlanmaları için Allah'ın kendilerine bağışladığı nimetler değildi. Bunlar ancak bir sınav aracıydı. Allah bunları onlara veriyor, sonra da bunların yüzünden kendilerini cezalandırıyordu.

56- Onlar sizden olduklarına dair Allah adına yemin ederler, oysa sizden değildirler, fakat ödlek bir güruhturlar.

57- Eğer bir sığınak, bir mağara ya da geçilecek bir yeraltı deliği bulsalar, dolu dizgin buralara koşarlardı.

Onlar korkaktırlar... Kur'an'ın ifadesi bu korkaklığın bir manzarasını çizmekte ve onu hareket içinde canlandırmaktadır. İçlerindeki ve kalplerindeki bu hareket; bedenin hareketini ve gözler önündeki hareketi ortaya çıkartmaktadır:

"Eğer onlar bir sığınak, bir mağara ya da geçilecek bir yeraltı deliği bulsalar, doludizgin buralara koşarlardı."

Onlar sürekli olarak içinde gizlenecekleri ve güvene kavuşacakları bir yer arıyorlar. Bir kale, bir mağara, bir kaçacak delik arıyorlardı. Çünkü onlar ürkütülmüşler, yerlerinden kovalanma korkusuna kapılmışlardır. İçten gelen ürkeklikleri ve ruhlarına işleyen ödleklikleri onları kovalıyor. Bu nedenle onlar:

"Onlar sizden olduklarına dair Allah adına yemin ederler."

Pekiştirme edatlarının hepsini kullanarak yemin ederler ki, içlerindeki planlarını gizlesinler, niyetlerinin meydana çıkmasından sakınsınlar, kendi canlarını güven altına alsınlar... Bu ise ödlekliğin, korkunun, kaypaklığın ve ikiyüzlülüğün en çirkin şeklidir. Kur'an'ın hayret verici üslubundan başka bir ifade şekli, onu anlatamaz. Kur'an'ın anlatım üslubu, derin etki sahibi, mesaj verici edebi tasvir metodunu kullanarak insanın iç alemini duyu organlarıyla algılanabilecek biçimde somutlaştırarak anlatır.

MÜNAFIK YAPI VE KARAKTER

Surenin akışı, münafıklardan, onların en belirgin sözlerinden ve işlerinden söz etmeye devam ediyor. Onların gizlemeye çalıştıkları halde gizlemesini beceremedikleri niyetlerini açığa çıkarıyor. Bazıları zekât gelirlerinin dağılımında, Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- dil uzatıyor. Ve onu dağıtımda adil davranmamakla suçluyordu. Halbuki peygamber masumdu. Yüce bir ahlâka sahipti. Bazıları ise, "Peygamber herkese kulak veriyor ve söylenen her sözü onaylıyor" diyorlardı. Halbuki o, anlayışlı, sağduyu sahibi, düşünen, muhakeme eden ve en uygun biçimde hareket eden bir peygamberdi. Bazıları da, çirkin ve küfre götüren sözleri gizlice söylüyorlardı. Durumu ortaya çıkınca da söylediklerinin sonucuna, cezasına katlanmamak, kendilerini temize çıkarmak için yalana ve yemine başvuruyorlardı. Bazıları da, yüce Allah'ın kendileri hakkında bir sure indirerek, onların münafıklıklarını açıklayacağından çekiniyorlardı.

Sure münafık grupların durumunu gözönüne serdikten sonra, ikiyüzlülüğün (nifak) ve ikiyüzlülerin (münafık) yapısını, karakterini ortaya koyan bir değerlendirme yapıyor. Bu değerlendirme, münafıklarla daha önceki kâfirler arasında bir bağ kuruyor. O eski dönemdeki kâfirler Allah'ın kendileri için belirlediği süreyi doldurduktan sonra yokedilmişlerdi... Amaç, bu münafıkların yapısı ve karakteri ile, inanç sistemine samimiyetle bağlanan ve münafıklık yapmayan gerçek mü'minlerin karakteri arasındaki farkları ortaya çıkarmaktır.

58- Onların bazıları sadakaların (zekât gelirlerinin) bölüştürülmesi konusunda sana dil uzatırlar. Eğer zekât gelirlerinden kendilerine bir pay verilirse memnun olurlar, eğer bu gelirlerden kendilerine bir pay verilmez ise hemen öfkeleniverirler.

59- Oysa eğer onlar Allah'ın ve Peygamber'in kendilerine ayırdığı pay sevinçle karşılayarak, "Allah bize yeter, yakında Allah da bize lütfundan verecek, Peygamber de. Biz umudumuzu yalnız Allah'a bağlamışız" deselerdi, kendileri hakkında daha iyi olurdu.

60-Sadakalar (zekât gelirleri) sadece yoksullara, düşkünlere, zekât toplamakla görevli memurlara, kalpleri islâma ısındırılmak istenenlere, sözleşmeli kölelere, borçlulara, Allah yolunda çalışanlara ve yarı yolda kalanlara verilir. Bu paylaştırma sırası Allah tarafından belirlenmiştir. Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir.

Bazı münafıklar senin hakkında ağır sözler söylüyorlar. Senin zekât gelirlerini bölüştürürken adaletsiz davrandığını, adam kayırdığını ileri sürüyorlar. Bu iddiayı adalete düşkünlüklerinden hakka ilişkin duyarlılıklarından ya da dine bağlı olduklarından dolayı ileri sürmüyorlar. Bu yakışıksız iddianın tek gerekçesi, kişisel menfaatleri, ihtirasları, çıkarcılıkları ve bencillikleridir:

"Eğer zekât gelirlerinden kendilerine bir pay verilirse memnun olurlar."

Ve o zaman artık hakkı, adaleti ve dini umursamazlar.

"Eğer bu gelirlerden kendilerine bir pay verilmez ise hemen öfkeleniverirler."

Elimizde bu ayetin iniş sebebine ilişkin çeşitli rivayetler vardır. Bu rivayetlerde, bizzat Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- Zekât gelirlerinin dağıtımında adil davranmadığını söyleyen belli kişilerden söz edilmekte, belli olaylara parmak basılmaktadır.

İmamı Buhari ve İmamı Nesei rivayet ettiğine göre, Ebu Said el-Hudri şöyle diyor: -Allah ondan razı olsun- "Peygamberimiz bir defasında bir ganimet malını bölüştürüyordu. Bu sırada Temin kabilesinden Zul-Huveysir geldi ve "Ey Allah'ın elçisi! Adil ol!" dedi.

Peygamberimiz ona şu karşılığı verdi: "Yazıklar olsun sana! Ben adil olmadıktan sonra kim adil olabilir."

Hz. Ömer -salât ve selâm üzerine olsun- "Ya Resulallah, bana izin ver de onun boynunu vurayım" dedi. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun ise, `Ey Ömer, bırak gitsin... Çünkü onun öyle arkadaşları vardır ki, sizden biriniz onların namazlarına baktığında kendi namazının, onların oruçlarına baktığında kendi orucunun basit kaldığını görecektir... Onlar okun yaydan fırlaması gibi dinin dışına fırlarlar" buyurdu.

"Onların bazıları sadakaların (zekât gelirlerinin) bölüştürülmesi konusunda sana dil uzatırlar" ayeti işte bunlar hakkında indi."

İbn-i Nurdeveyh de İbn-i Mes'ud'un -Allah ondan razı olsun- şöyle dediğini rivayet eder: "Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Huneyn savaşından elde edilen ganimetleri bölüştürürken bir adamın şöyle dediğini işittim: "Bu bölüştürme, Allah'ın rızasını gözetmeyen bir bölüştürmedir" Bunun üzerine gidip Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- bu olayı haber verdim. Peygamberimiz, "Allah Hz. Musa'ya rahmet eylesin. O, bundan daha kaba şeylerle karşılaşmış ve sabretmişti" buyurdu. İşte bu sırada:

"Onların bazıları sadakaların (zekât gelirlerinin) bölüştürülmesi konusunda sana dil uzatırlar." ayeti indi.

Süneyd ve İbn-i Cerir'in rivayet ettiklerine göre, Davud İbn-i Ebu Asım şöyle diyor:

Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- bir zekât malı getirilmişti. O da bu malı, şuraya buraya diyerek bitinceye kadar dağıttı. Onun böyle dağıttığını gören Ensar'dan bir adam: "Adalet bu değildir"! dedi. İşte bunun üzerine bu ayet indi.

Onların bazıları sadakaların (zekât gelirlerinin) bölüştürülmesi konusunda sana dil uzatırlar ayeti hakkında, Katade; `Onlar seni zekât gelirlerinin bölüşümü konusunda suçlarlar' açıklamasını yapmaktadır. Bize anlatıldığına göre, henüz yeni müslüman olan bedevi bir Arap, Peygamberimizin yanına gelmişti. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- o sırada altın ve gümüş bölüştürüyordu. Köylü adam, "Ey Muhammed! Eğer Allah sana adil davranmayı emretmişse, sen bu bölüştürmede adil davranmadın!" dedi. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Yazıklar olsun sana! Eğer ben adaletli davranmıyorsam, artık kim adaletli davranabilir!" buyurdu.

Herneyse, bu ayet belirtiyor ki, bu söz münafıklardan bir grubun sözüdür. Onlar bunu, aşırı bağlılıklarından dolayı söylemiyorlardı. Kendilerine düşen paya razı olmadıkları için, büyük paylar kendilerine düşmediği için bu tür sözler söylüyorlardı... Bu da, onların münafık olduklarının apaçık belirtisidir. Yoksa bu dine iman eden bir insan, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- ahlâkı konusunda şüpheye düşmez. Çünkü o, peygamber olmadan önce dahi doğru sözlü, güvenilir bir insan olarak biliniyordu. Adalet ise, yüce Allah'ın, Peygamberimiz şöyle dursun, mü'min kullarının titizlikle üzerinde durmalarını istediği emanetlerden biridir. Açıktır ki, bu ayetler; daha önce meydana gelen olaylara ve gerçeklere değinmektedir. Fakat bu ayetler savaş esnasında iniyor ki, hem savaş sırasında, hem de başka zamanlarda münafıkların sürekli biçimde nasıl bir yol ve tutum izlediklerini tasvir etsinler...

İşte tam bu sırada, Kur'an'ın anlatım üslubu, gerçek anlamda inanmış olan mü'minlere yakışan yolu da çiziyor.

"Oysa eğer onlar Allah'ın ve Peygamber'in kendilerine ayırdığı payı sevinçle karşılayarak, `Allah bize yeter, yakında Allah da bize lütfundan verecek, Peygamber de. Biz umudumuzu yalnız Allah'a bağlamışız' deselerdi, kendileri hakkında daha iyi olurdu."

İşte bu, ruhun ve dilin terbiyesidir. İman terbiyesi; Allah'ın ve peygamberinin bölüştürmesine razı olmaktır. Gönülden kabullenerek, katılarak ve teslim olarak razı olmaktır. Baskı ve zorla razı olmak değil. Allah ile yetinmekti. Zaten Allah kuluna yeter. Allah'ın ve peygamberinin lütfundan umutlu olmak, bütün maddi kazançların ve tüm dünya ihtiraslarından uzak bir şekilde Allah'ı arzulàmak, yine iman terbiyesinin gereğidir. İşte mü'minlerin kalbini etkisi altına alan gerçek iman ahlâkı budur. Fakat kalpleri kesin imanın nuru ile aydınlanmamış, imanın huzuru ruhlarını etkisi altına almamış olan münafıkların kalpleri bu terbiyenin ne olduğunu kavrayamaz.

Allah ve peygamberi hakkında tam bir bağlılık; gönül huzuru ve teslimiyet ile takınılması gereken bu terbiyeyi açıkladıktan sonra, Kur'an'ın anlatım üslubu şu noktaya temas ediyor: Bu işi düzenleyen, belirleyen Peygamberimiz değildir. Bu, Allah'ın belirlemesi, düzenlemesi ve bölüştürmesidir. Bu işte peygamberin, alemlerin Rabbi tarafından belirlenen ve düzenlenen hükmünü uygulamaktan başka bir fonksiyonu yoktur. İşte bu sadakalar (zekât gelirleri) Allah'ın kesin bir emri olarak zenginlerden alınır, yine Allah'ın kesin bir emri olarak fakirlere dağıtılır. Toplanan bu gelirler, Kur'an'ın belirlediği insan kesimlerine verilir. Bu gelirlerin dağılımı hiç kimsenin isteğine bırakılmamıştır. Peygamberin isteğine bile...

"Sadakalar, (zekât gelirleri) sadece yoksullara, düşkünlere, zekât toplamakla görevli memurlara, kalpleri islâma ısındırılmak istenenlere, sözleşmeli kölelere, borçlulara, Allah yolunda çalışanlara ve yarı yolda kalanlara verilir. Bu paylaştırma sırası Allah tarafından belirlenmiştir. Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir."

İşte bu şekilde zekât gelirleri de Allah'ın şeriatındaki yerine, islâm düzenindeki yerine oturtulmuş olur. Buna göre zekât, kendilerine zekâtın farz kılındığı insanın lütfu ve bağışı değildir. Zorunlu olarak yerine getirilmesi gereken bir görevdir. Dağıtan ve bölüştüren tarafından ölçüsüz-tartısız biçimde dağıtılan bir bağış da değildir. Nereye verileceği belirlenmiş bir paylaştırmadır. Zekât islâmın kesin emirlerinden biridir. Müslüman devlet, onu belli bir düzen ve sistem içinde toplar ve belirlenmiş sosyal hizmetleri onunla görür. Zekât, onu veren tarafından bir iyilik, bir bağış olmadığı gibi, alan için de bir el açma ve bir dilenme lekesi değildir... İslâmın sosyal düzeni asla dilencilik üzerine kurulmamıştır, kurulamaz da.

İslâm düzeninde hayatın temeli çalışmaktır. Bütün çeşitleri ve bütün türleri ile çalışmak. İslâm devleti çalışabilecek herkese çalışma imkânı sağlamak, iş vermek durumundadır. İş sahası açmak, çalışma şartlarını en güzel biçimde hazırlamak ve emeğin karşılığını tam ve dolgun biçimde vermek zorundadır. Çalışma imkanına sahip olan insanların zekât gelirlerinde bir hakları yoktur. Zekât, gücü yetenler ile gücü yetmeyen aciz kesimler arasında gerçekleştirilmesi gereken bir sosyal dayanışma vergisidir. Bu sosyal dayanışma devletin desteği ve denetimi altındadır. Zekâtı toplama ve ilgili yerlere dağıtma görevi devletindir. Yeter ki, toplum düzeni sağlıklı olan islâmi ilkelere dayandırılsın ve Allah'ın şeriatı uygulansın. Onun dışında başka kanunlara ve sistemlere başvurulmaya kalkışılmasın.

Abdullah İbn-i Ömer'den rivayet edildiğine göre, Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyurmuştur: "Zekât gelirleri zenginlere gücü-imkânı yerinde olanlara helâl değildir." (İmam Ahmet, Ebu Davud, Tirmizi)

Abdullah, İbn-i Adiy İbn-i Hıyar anlatıyor: "İki adam bana haber verdi. Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- gittik ve ondan zekât gelirlerinden bir pay istedik. Peygamberimiz, bizim üstümüze-başımıza şöyle bir baktı. Bizim, gücü-kuvveti yerinde adamlar olduğumuzu gördü ve `Zenginlerin ve çalışıp kazanabilecek gücü-kuvveti olanların zekât gelirlerinde payı yoktur. Ama buna rağmen siz istiyorsanız size veririm" buyurdu.(İmam Ahmet, Ebu Davut, Tirmizi)

Zekât, islâmın sosyal dayanışma düzeninin bölümlerinden sadece birisidir. Bu düzen zekâttan çok daha kapsamlı ve geniştir. Çünkü bu sosyal dayanışma düzeni, hayatın tümünü kuşatan pek çok çizgilerle somutluk kazanmaktadır. İnsani ilişkilerin çeşitli yönlerini ve alanlarını bütünü ile kapsayan çizgilerle uygulamaya konulmaktadır. İşte zekât, bu sosyal düzenin ana çizgilerinden sadece bir tanesidir.

Zekât, malların çeşitlerine göre onda bir, yirmide bir ve kırkta bir oranındadır. Yine zekât, yaklaşık olarak yirmi cüneyh değerindeki ihtiyaç fazlalığından ve ayrıca bu malların bir yıl geçmesi gerekir. Böylece zekâtın gelirine ümmetin büyük çoğunluğu katkıda bulunmuş olur. Zekâtın verileceği kesimlerin başında, yoksullar ve düşkünler gelir. Yoksullar belli miktarda geliri olduğu halde, bu gelirleri yeterli olmayan ve ihtiyaçlarını karşılamayan kimselerdir. Ayeti kerimede geçen (ve bizim düşkün diye tercüme ettiğimiz) kesim ise, aşağı-yukarı durumları fakirler gibi olan kimselerdir. Yalnız bu fakirler ihtiyaçsız görünmeye çalışırlar. Sıkıntıda olduklarını göstermezler ve dilenmezler.

Bir sene zekât verenlerin pek çoğu, gelecek sene zekât alacak duruma düşebilir. Böylelerinin, ellerindeki servet azalarak ihtiyaçlarını karşılayamaz duruma düşebilir. Bu açıdan zekât sosyal bir güvencedir. Bazıları da, zekât gelirlerine hiçbir katkıda bulunmadıkları halde, zekât alacak duruma düşmüştür. Bu açıdan da zekât, sosyal bir dayanışmadır. Tabii ki, zekât, güvence ve dayanışma olmaktan önce, Allah'ın kesin bir emridir. Zekât vermekle insan benliğini pisliklerden arındırmış olur. Allah'a kulluğunu ortaya koymuş olur. Cimrilikten kurtulur. Zekât vermekle kendi ihtiraslarına galip gelmiş olur.

"Sadakalar (zekât gelirleri) sadece yoksullara, düşkünlere... verilir.

Bunu daha önce açıkladık.

"Zekât toplamakla görevli memurlara."

Yani zekâtı toplamak için görevlendirilmiş memurlara...

"Kalpleri islâma ısındırılmak istenenlere."

Bunlar birkaç gruptur. Bunlardan bir kesim islâma yeni girmiştir. İslâma sağlıklı biçimde bağlanmaları istenmektedir. Bir kesimi de henüz islâma girmemiştir. Kalplerinin ısındırabileceği ve müslüman olabilecekleri ümit edilmektedir. Bir kesimi ise, islâma girmiş ve sağlıklı biçimde ona bağlanmıştır. Fakat kendi çevreleri içinde yaşayan, kendileri gibi insanların kalpleri ısındırılmak istenmektedir. Böylece umulur ki, yakınlarının geçim imkânlarına kavuştuğunu görenler, müslüman olma arzusunu duyarlar. İslâmın üstünlüğü gerçekleştikten sonra, kalpleri ısındırılmak istenen insanlara zekât düşer mi, düşmez mi diye fıkhi bir tartışma vardır. Fakat bu dinin stratejisi pek çok durumlarda ve çeşitli aşamalarda böyle uygulamalarla karşı karşıya gelecektir. O aşamalarda bazı insanlara bu tür yardımların yapılması gerekecektir. Onlara verilen zekât ya müslüman oldukları için rızıklarını zorlu mücadelelerle kazandıklarından ya da islâma bağlılıklarını sürdürmelerine bir katkıda bulunması düşüncesiyle veya onların islâma yakınlaştırılmaları amacıyla verilir. Nitekim islâma yararlı olmaları, ona çağrıda bulunup şurada-burada onu savunmaları ümit edilen bazı müslüman olmayan kişilere yardım edilmesi, bu türden bir ihtiyaçtır.

Biz bu gerçeği böyle anlıyoruz. Böylece şartların ve durumların değişmesine rağmen, yüce Allah'ın mükemmel bir hikmet ile müslümanların işlerini idare ettiğini apaçık olarak görmüş oluyoruz.

"Sözleşmeli kölelere."

Bu köleliğin bütün dünyaya egemen olduğu bir sırada, islâmın ortaya koyduğu hükümdü. O günlerde müslümanlarla düşmanları arasında yapılan savaşlarda, bu genel kölelik uygulaması geçerliydi. İslâmın, bütün dünyanın kölelik sisteminden başka bir sistemi tanımasına değin, düşmanın bu uygulamasına karşılık vermekten başka çaresi yoktu... İşte zekât gelirinin bu payı, özgürlüğüne kavuşmak için efendisine belli bir miktar para vermek üzere anlaşan kölelerin özgürlüklerine kavuşturulmasına destek ve yardım olsun diye ayrılmıştır. Bu köle, zekât mallarından aldığı destek ile özgürlüğüne kavuşacaktır. Veya devletin kendisi, bu gelirleri kullanarak köleleri satın alıp azad edecek, serbest bırakacaktır.

"Borçlulara." Bu kimseler gayri meşru sebeplerle borca girmiş olmamalıdır. Onlara borçlarını ödemeleri için zekâttan bir pay verilir. Nitekim materyalist modern medeniyet de, her ne sebeple olursa olsun iflas ettiğini ilan eden borçlu tüccarlara destek vermektedir! İslâm, dayanışmayı ilke olarak kabul eden bir düzendir. Orada onurlu olan düşmez. Güvenilir olanın hakkı zayi olmaz. Bu düzende insanlar, yeryüzü kanunlarında veya orman kanunlarında olduğu gibi, düzenleyici kanunlarla birbirini yemezler!

"Allah yolunda çalışanlara."

Bu geniş bir kapıdır. Allah'ın egemenliğini yeryüzünde gerçekleştirmeye yarayan, toplumun yararına olan her şeyi kapsamına alır, kuşatır.

"Ve yarı yolda kalanlara."

Bunlar kendi ülkesinde zengin olsalar bile, yolda kalan ve dolayısıyla mallarından uzakta kalan, sıkıntıya düşen yolculardır.

İşte bugün pek çok demagojilere neden olan ve bir dilencilik, bir bağış düzeni olarak yaftalanarak dillere dolanan zekât sistemi budur. Böylece anlaşılıyor ki, zekât, sosyal bir görevdir, zorunluluktur. İslâmi bir ibadet şeklinde verilir... Bu yolla Allah kalpleri cimrilikten arındırır, temizler, müslüman ümmetin bireyleri arasında bir merhamet ve dayanışma vasıtası kılar. İnsan hayatının sosyal ortamın sertliklerini yumuşatır, güzelleştirir. İnsanlığın yaralarını sarar. Aynı zamanda sosyal güvenceyi, sosyal dayanışmayı en geniş boyutları ile sağlar, yanısıra bu eylem bunun yine de ibadet niteliğini korur. İnsanlar arasındaki ilişkileri geliştirdiği gibi, insanın Allah'a olan bağını pekiştirir.

"Bu paylaştırma sırası Allah tarafından belirlenmiştir."

İnsan için nelerin yararlı olduğunu bilen ve insanların işlerini en güzel biçimde evirip-çeviren Allah tarafından...

"Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir."

Zekât gelirlerinin bölüştürme ve dağıtma ilkelerini bu şekilde açıkladıktan sonra, güvenilir bir peygambere dil uzatmakla edepsizliklerini ortaya koymalarının yanında, onların bu Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- karalamakla cahilliklerini açığa vurduklarını belirten surenin akışı, bundan sonra münafıkların gruplarını, neler söylediklerini ve neler yaptıklarını açıklayarak devam etmektedir:

61- Onlardan bazıları da, "Peygamber herkesi dinleyen bir kulaktan ibarettir" diyerek, onu üzerler. Onlara de ki; "O sizin için yararlı bir kulaktır; Allah'a inanır, mü'minlere güvenir, içinizdeki mü'minler için rahmettir. Allah'ın elçisini üzenleri acıklı bir azap beklemektedir.

62- Sizin hoşnutluğunuzu kazanmak için Allah'a yemin ederler. Ohsa eğer mü'min olsalardı, Allah'ın ve peygamberin hoşnutluğunu kazanmayı daha gerekli görürlerdi.

63- Onlar halâ öğrenemediler mi ki, Allah'a ve Peygamber'e zıt düşeni, düşman olanı cehennem ateşi bekliyor; o, orada ebedi olarak kalacaktır. Bu büyük perişanlıktır.

64- Münafıklar kalplerinde sakladıkları kâfirliği açığa vuracak bir surenin inmesinden korkuyorlar. Onlara de ki; "Siz alay edin bakalım, Allah kesinlikle korktuğunuzu meydana çıkaracaktır. "

65- Eğer onlara soracak olursan, `Biz lafa daldık aramızda eğleniyorduk derler. ' De ki; "Allah ile, Allah'ın ayetleri ile ve Peygamber ile mi alay ediyordunuz?"

66- Uydurma bahaneler ileri sürmeyiniz. İman ettikten sonra tekrar kâfir oldunuz. Bir kısmınızı affetsek bile, ağır suçlu olduklarından dolayı diğer kısmınızı azaba çarptıracağız.

Kuşkusuz bu da peygamber hakkında bir edepsizliktir. Zekât gelirleri konusunda peygambere dil uzattıkları gibi, burada da başka şekilde dil uzatıyorlar. Onlar Peygamber'in -salât ve selâm üzerine olsun- insanlara karşı gayet nezih bir edep ve terbiye ile hareket ettiğini, onlara iltifat ettiğini, toleranslı davrandığını, şeriatının ilkeleri gereği olarak dış görünüşlerine göre onlara muamele ettiğini, yumuşak davrandığını, engin bir gönülle onlara açıldığını görüyorlardı. Bu yüce ve üstün terbiyeye kendi adından başka bir ad veriyorlardı. Onu, gerçekte olduğundan başka türlü niteliyorlardı. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- hakkında, "O sadece bir kulaktır" diyorlardı. Yani her söze kulak verip dinliyor. Yalan, aldatma ve yaldızlı sözlerin hepsine kulak veriyor. Sözdeki aldatmayı ve yalanı farketmiyor. Kim ona yemin ederse onu doğruluyor, onaylıyor. Kim kendisini kandıracak bir söz söylerse onu kabul ediyor. Onlar bu tür sözleri birbirlerine söylüyorlardı. Böylece, kendi kendilerini tatmin ediyorlardı. Peygamber'in -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerinin gerçek yüzlerini ortaya çıkaramadığını, ikiyüzlülüklerinin farkına varmadığını söylüyorlardı. Veya münafıkların hallerine ve neler çevirdiklerine, peygamber ve müslümanlar hakkında neler söylediklerine şahit olan samimi müslümanların verdikleri haberleri doğrulamakla peygamberi eleştiriyorlardı. Onların bu her iki halini ortaya koyan rivayetler, ayetin iniş sebepleri sırasında aktarılmaktadır. Bu her iki duruma ilişkin rivayetler de ayetin kapsamına girmekte ve her ikisi de münafıklar tarafından işlenmektedir.

Kur'an-ı Kerim onların sözlerini ele alıyor ki, onunla kendilerine karşılık versin:

"Peygamber herkesi dinleyen bir kulaktan ibarettir diyerek" Evet... Ama!

"Onlara de ki; "O sizin için yararlı bir kulaktır."

İyi bir kulaktır. Vahye kulak verir. Sonra onu size tebliğ eder, iletir. Bu sizin hayrınıza ve yararınızadır. Hayırlı bir kulaktır. Terbiyesini takınarak sizleri dinler. İki yüzlülüğünüzü yüzlerinize vurmaz. Hileleriniz ve aldatmalarınızdan ötürü sizi eleştirmez, gösteriş yaptığınız için de sizi hesaba çekmez.

"Allah'a inanır."

Allah'ın sizler ve diğerleri hakkında kendisine verdiği haberlerin tümünü doğrular, tasdik eder.

"Mü'minlere güvenir."

Onlara karşı açık yürekli olur. Ve onlara güvenir. Çünkü o, mü'minlerin gerçek imana sahip olduklarını, bu gerçek imanlarının kendilerini yalandan, kaypaklıktan ve gösterişten koruyacağını bilir.

"İçinizdeki mü'minler için rahmettir."

Onların ellerinden tutarak kendilerini iyiliğe iletir.

"Allah'ın elçisini üzenleri acıklı bir azap beklemektedir."

Allah'ın elçisi olduğu halde onu rahatsız edenlere karşı peygamberini tutmanın bir sonucu olarak, bu cezayı Allah verir onlara.

"Sizin hoşnutluğunuzu kazanmak için Allah'a yemin ederler. Oysa mü'min olsalardı, Allah'ın ve peygamberin hoşnutluğunu kazanmayı daha gerekli görürlerdi."

Evet, sizi razı etmek için Allah'a yemin ederler. Bu, münafıkların her zamanki halidir, metodudur. Onlar yapacaklarını perde arkasında yaparlar. Söyleyeceklerini insanın arkasında söylerler. Ayrıca yüzyüze gelmekten korkarlar. Apaçık olarak konuşma karşısında etkisiz kalırlar. İnsanların gönlünü kazanmak için küçülürler, alçalırlar.

"Oysa eğer mü'min olsalardı, Allah'ın ve Peygamber'in hoşnutluğunu kazanmayı daha gerekli görürlerdi."

İnsan ne yapabilir ki? İnsanların kuvveti nereye varabilir ki? Fakat normalde Allah'a inanmayan ve O'na boyun eğmeyen biri, kendisi gibi bir insana boyun eğer ve ondan korkar. Halbuki eğer insan herkese eşit ve adil davranan Allah'a boyun eğseydi, daha iyi olurdu. Çünkü Allah'a boyun eğen insan alçalmaz. Allah'ın kullarına boyun eğen insan alçalır. Allah'dan korkan insan küçülmez. Allah'dan yüz çeviren, O'ndan değil de kullarından korkan insan küçülür.

"Onlar halâ öğrenemediler mi ki, Allah'a ve Peygamber'e zıt düşeni, düşman olanı cehennem ateşi bekliyor; o, orada ebedi olarak kalacaktır. Bu büyük perişanlıktır."

Bu kınamayı ve yadırgamayı ifade eden bir sorudur. Çünkü onlar inandıklarını iddia ediyorlar. İman eden bir insan, Allah'a ve peygamberine karşı savaşmanın en büyük günah olduğunu bilir. Böyle bir günahı işleyen kulları, cehennemin beklediğini bilir. Ve bu, perişanlığın, sapıklıkta diretmenin tam karşılığı olduğunu anlar. Eğer onlar iddia ettikleri gibi iman etmişlerse, nasıl bunları bilmiyorlar?

Onlar, Allah'ın kullarından korkuyorlar ve onları razı etmek için yemin ediyorlar. Böylece kendileri hakkında onlara ulaşan haberleri reddediyorlar. Peki nasıl oluyor da, kullardan (insanlardan) korktukları halde onların yaratıcısı olan Allah'dan korkmuyorlar ve Peygamberimize sıkıntı verip onun dinine karşı savaşıyorlar? Sanki onlar bu halleriyle Allah'a karşı savaşıyorlar. Allah herhangi birisinin, O'na karşı savaşmasından çok yücedir. Bu ifade tarzı ile onların ne denli büyük bir cinayet işledikleri, ne denli büyük bir günaha girdikleri tasvir edilmekte, canlandırılmaktadır. Peygamberimize sıkıntı verip gizliden gizliye onun dini aleyhine planlar, tuzaklar kurmaya çalışanlara bir gözdağı verilmek istenmektedir.

Aslında onlar, Peygamberimizin yanındaki mü'minlere mertçe karşı çıkamayacak kadar korkaktırlar. Ve Peygamber'in -salât ve selâm üzerine olsun onların niyetleri hakkında bilgi vermesinden korkmaktadırlar.

"Münafıklar kalplerinde sakladıkları kâfirliği açığa vuracak bir surenin inmesinden korkuyorlar. Onlara de ki; "Siz alay edin bakalım, Allah kesinlikle korktuğunuzu meydana çıkaracaktır."

"Eğer onlara soracak olursan, `Biz lafa daldık, aramızda eğleniyorduk' derler. De ki; "Allah ile, Allah'ın ayetleri ile ve Peygamber'i ile mi alay ediyordunuz?"

"Uydurma bahaneler ileri sürmeyiniz. İman ettikten sonra tekrar kâfir oldunuz. Bir kısmınızı affetsek bile, ağır suçlu olduklarından dolayı diğer kısmınızı azaba çarptıracağız."

Bu ayetler, münafıkların, Allah tarafından indirilecek bir sure ile içyüzlerinin ortaya konmasından, kalplerinde gizledikleri şeyleri haber vermesinden, gizlemiş oldukları şeyleri insanlara bildirmesinden endişe ettiklerini belirten genel bir ifadedir.

Bu ayetlerin iniş sebepleri hakkında, belli birtakım olaylardan söz eden birçok rivayetler de vardır.

Ebu Ma'ser el-Medini, Muhammed b. Ka'b el-Karazi'de ve başkalarına dayanarak bildirdiğine göre, münafıklardan bir adam şöyle demişti: "Görüyorum ki, bizim Kur'an okuyucularımız, mide bakımından bizden daha iştahlı, dil bakımından bizden daha yalancı ve düşmanla karşılaşmada bizim en korkaklarımızdır."

Onun bu sözleri Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- ulaştı. Gönderilen haber üzerine adam geldiğinde peygamber bineğine binmiş, yola çıkmıştı. Adam şöyle dedi:

"Ey Allah'ın resulü, biz sadece oynuyor ve eğleniyorduk" dedi. Peygamberimiz:

"Allah ile Allah'ın ayetleri ile ve Peygamber ile mi alay ediyordunuz?" "Uydurma bahaneler ileri sürmeyiniz. İman ettikten sonra tekrar kâfir oldunuz. Bir kısmınızı affetsek bile, ağır suçlu olduklarından dolayı diğer kısmınızı azaba çarptıracağız." ayetini okudu."

Bu sırada adamın titremesi ayak ucundaki taşları oynatıyordu. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- onun yüzüne hiç bakmadı. Adam Peygamberimizin kılıcına asılmış duruyordu.

Muhammed İbn-i İshak der ki; Beni Ümeyye İbn-i Zeyd İbn-i Amr, İbn-i Avf'ın kardeşi Vedia İbn-i ile Sabit, Mahşa İbn-i Humeyr adı verilen Beni Seleme'nin dostu Eşca kabilesinden bir adam da dahil olmak üzere münafıklardan bir grup Tebük'e doğru yol alırken Peygamberle -salât ve selâm üzerine olsun- beraber yürüyorlardı. Birbirlerine dediler ki; "Siz Asfaroğulları'nın (Rumlar'ın) savaşçılarını, Araplar'ın birbirleriyle savaşması gibi mi görüyorsunuz? Allah'a yemin ederiz ki, yarın başlarınıza gelecekleri, iplere vuruluşunuzu şimdiden görür gibiyiz." Onlar bu tür sözlerle mü'minlerin cesaretini kırmak, morallerini bozmak istiyorlardı. Mahşa İbn-i Humeyr dedi ki; `Allah'a yemin ederim ki, ben sizin bu sözleriniz hakkında bir Kur'an ayeti inmesi yerine, herbirinize yüz kırbaç atılmasına hükmedilmesini tercih ederdim. Bana ulaşan haberlere göre Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- Ammar İbn-i Yasir'i bu olayı tahkik etmesi için görevlendirmiş ve "Onlara yetiş, onlar yaktılar kendilerini, onların neler söylediklerini sor. Eğer itiraf etmez, inkâr ederlerse, "Evet siz öyle söylediniz de" buyurmuştur... Ammar İbn-i Yaser onların yanına gitti. Onlara söyleyeceklerini söyledi. Onlar ise, Peygamber'e -salât ve selâm üzerine olsun- gelip özür dilediler. Vedia İbn-i Sabit bu sırada bineğinin üzerinde duran peygamberin terkisine yapışarak: "Ya Resulallah, biz sadece oynuyor ve eğleniyorduk" deyip yalvarıyordu. Mahşa İbn-i Humeyr: "Ya Rasulullah, Ben kendi adıma ve babamın ismine güvendim" dedi. İşte bu ayette bağışlanmalarından söz edilenlerden biri de, Mahşa İbn-i Humeyr idi. Bundan sonra ona Abdurrahman adı verildi. Hiç kimsenin bilmediği bir yerde şehid olarak ölmeyi Rabbinden, diledi. Yemame savaşlarında şehit düştü. Fakat hiçbir izine rastlanmadı.

İbnul Münzir, İbn-i Ebi Hatim ve Ebuş Şeyh, Katade'den rivayet ederler Bir ara Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Tebük savaşına doğru ilerliyordu. Önünde bir grup münafık yürüyordu. Birbirlerine dediler k:

Bu adam (yani Hz. Muhammed) Şam'ın saraylarını ve kalelerini fethedeceğini mi sanıyor? Ne büyük hayal!

Yüce Allah, Peygamberini -salât ve selâm üzerine olsun- bu konuşmadan haberdar etti. Bunun üzerine Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Şu süvarileri durdurun" dedi. Sonra onların yanına gitti ve "Siz şöyle şöyle söylediniz değil mi?" diye sordu. Onlar:

"Ey Allah'ın resulü, biz sadece oynuyor ve eğleniyorduk" dediler.

Yüce Allah, onlar hakkında şu duyduğunuz ayetleri indirdi.

"Biz sadece oynuyor ve eğleniyoruz."

Sanki bu meseleler oyun ve eğlence konusu yapılabilecek basit meselelerdir... Halbuki ele aldıkları bu meseleler, çok büyük ve önemli meselelerdir. Bunların, inanç sisteminin temeliyle; sağlam ve köklü ilişkileri vardır.

"De ki; Siz Allah ile, Allah'ın ayetleri ile ve peygamberi ile mi alay ediyordunuz?"

İşte bu nedenle, cinayetin büyüklüğü nedeniyle, küfür sözü söyledikleri, açığa vurdukları, imanlarından sonra tekrar küfre dönüş yaptıkları apaçık olarak yüzlerine vurulmuştur. Allah'ın azabı ile tehdit edilmişlerdir. Bu azap, tezelden tövbe ettikleri ve sağlıklı imana dönüş yaptıkları için bazılarına gelmese de ikiyüzlülüğünü sürdüren, Allah'ın ayetleri, peygamberi, inanç sistemi ve dini ile alay etmeye devam eden diğer grubu yakalayı verecektir:

"Ağır suçlu olduklarından dolayı."

Bu ayetler münafıkların sözlerini, işlerini ve düşüncelerini bu tipik örnekleriyle bu şekilde ortaya koyduktan sonra, münafıkların gerçek yüzlerini ana hatları ile ortaya koyuyor. Onların, gerçek mü'minlerden ayıran belli-başlı sıfatlarını belirtiyor. Ve hepsini bekleyen azabın ne tür bir azap olduğuna açıklık getiriyor:

67- Erkek-kadın bütün münafıklar hep birdirler. Kötülüğü emrederler, iyiliği yasaklarlar, elleri sıkıdır, onlar Allah'ı unuttukları için Allah da onları unuttu. Münafıklar yoldan çıkmışların ta kendileridirler.

68- Allah erkek-kadın münafıklar ile kâfirleri cehennem ateşi ile cezalandıracağına söz vermiştir. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır. Orası onlara yeter. Allah onları lanetlemiştir. Onları sürekli bir azap beklemektedir.

Münafık erkekler ve münafık kadınlar aynı mayadan ve aynı karakterdendirler. Nerede ve ne zaman olursa olsun münafıklar aynıdır. İşleri ve sözleri değişebilir. Fakat onların karakterleri aynıdır. Tek bir kaynaktan beslenirler. İçleri fenalık dolu. Kalpleri kara. Jurnalci, düzenbaz, yüzyüze gelmekten, açık olmaktan çekinen bir karaktere sahip olmaları bunların en belirgin nitelikleridir. Benimsedikleri yaşam tarzı ise, kötülüğü emretmek, iyiliği yasaklamaktır. Cimriliktir. Harcamalarda bulunsalar dahi bu gösteriş için harcamalarıdır. Onlar kötülüğü emrederken, iyiliği yasaklarken bu eylemlerini gizli yaparlar. Bunları yaparken, amaçları hile, tuzak ve kaş-göz hareketleriyle mü'minleri çekiştirmektir. Çünkü onlar bu tür şeylere kendilerini güvenli hissetmedikleri yerlerde açıkça cesaret edemezler. Onlar, "Allah'ı unutmuşlardır." Onların tüm hesapları ve planları, menfaat hesaplarıdır. Onlar, insanların güçlü olanlarından başka kimseden korkmazlar. Güçlülere boyun eğerler ve onlara yaltaklık ederler. "Allah da onları unuttu."

Artık onların Allah katında bir değeri ve itibarı kalmadı. Onlar, dünyada insanların yanında böyledirler. Ahiret gününde Allah katında da, durumları aynı olacaktır. Ancak güçlü-açık adamlar hesaplarını, insanların yapılarına göre değiştirmezler. Görüşlerini apaçık olarak söylerler. Bu yapıdaki insanlar, inanç sistemlerinin adamı olduklarını ortaya koyarlar. Düşünceleriyle bütün dünyaya meydan okurlar. Savaşlarını veya barışlarını gün gibi bir şekilde sürdürürler. Bunlar insanların ilahını hatırlarından çıkarmadıkları için, insanları unutan kimselerdir. Gerçeği savunmada hiçbir kimsenin kınamasından korkmazlar. İşte bu insanlar, Allah'ı zikreder, O'nu hatırlarlar. İnsanlar da onlardan söz ederler. Ve onlara özellik ve önem verirler.

"Münafıklar yoldan çıkmışların ta kendileridirler."

Onlar, imanın dışına çıkmışlardır. Doğru yoldan sapmışlardır. Yüce Allah, kâfirlerin akıbeti gibi bir akıbeti onlara da haber vermiştir.

"Allah erkek-kadın bütün münafıklar ile kâfirleri cehennem ateşi ile cezalandıracağına söz vermiştir. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır."

Orası onlara ve işlemiş oldukları suçlara tam uygun düşmektedir.

"Allah onları lânetlemiştir."

Onlar Allah'ın rahmetinden kovulmuşlardır.

"Onları sürekli bir azap beklemektedir.

Bu dinden çıkmış, doğru yoldan sapmış ve sapıklığa düşmüş bu karakter, yeni görülen bir şey değildir. insanlık tarihinde bunun pek çok benzerleri ve örnekleri vardır. Bunlardan önce de insanlık tarihinde bu türden örneklere rastlanmıştır. Daha önceki bu insanlar, bu yeryüzünde kendilerine takdir edilen nasiplerinden istifade ettikten sonra, dosdoğru fıtrattan ve tutarlı yoldan ayrılmalarının doğal bir sonucu olarak, yaptıklarına uygun düşecek bir akıbete uğramışlardır. Oysa bu yolun o eski yolcuları kendilerinden daha güçlüydü. Servetleri ve çocukları daha fazlaydı. Fakat onların tüm bu imkânları bir yarar sağlamadı ve kendilerini kurtaramadı.

Kur'an-ı Kerim bu topluluğa kendilerinden öncekilerin akıbetlerini hatırlatıyor, kendilerinin aynı yolu izlediklerini ve aynı akıbete uğrayacaklarını gösteriyor. Onların uğradıkları akıbete uğramamak için önlem almalarını hatırlatıyor ki, belki bu şekilde doğru yolu bulurlar.

69- Ey münafıklar, siz de sizden önce yaşamış ve sizden daha güçlü, daha zengin ve daha çok sayıda çocuklu olup paylarına düşen dünya nimetlerinin cazibesine kapılan kimseler gibi davrandınız, bu kimseler nasıl paylarına düşen dünya nimetlerinin cazibesine kapıldılar ise, siz de öylece payınıza düşen dünya nimetlerinin cazibesine kapıldınız, vaktiyle eğriliğe dalanlar gibi siz de eğriliğe daldınız. Onlar, yaptıkları dünyada ve ahirette boşa gitmiş kimselerdir. Onlar hüsrana uğramışların ta kendileridir.

Bunlar insanın güç, servet ve evlât ile denenmesidir. Kalpleri ile yüce ve büyük kuvvet kaynağı olan Allah'a bağlananlar, yeryüzünde kendilerinin hizmetine verilen geçici kuvvete aldanmazlar. Çünkü onlar, daha güçlü olan Allah'dan korkarlar. Bütün güçlerini Allah'a bağlılık yolunda ve O'nun dininin hükmünü egemen kılmak için harcarlar. Onlar mala, servete ve çocuklara aldanmazlar. Çünkü onlar, bu malları ve çocukları kendilerine vereni hatırlarlar. Bu nedenle Allah'ın nimetlerine şükretmeye, mallarını ve çocuklarını O'na bağlılık yolunda kullanmaya özen gösterirler. Kalpleri, kuvvetin ve nimetin kaynağından sapanlar ise şımarırlar. Yeryüzünde kötülüğü yaygınlaştırırlar. Bu nimetleri hayvanlar gibi yerler ve kullanırlar.

"Onlar, yaptıkları dünyada ve ahirette boşa gitmiş kimselerdir. Onlar hüsrana uğramışların ta kendileridirler."

Onların tüm yaptıkları kökten boşa gitmiştir. Çünkü onların bu yaptıkları, kökü olmayan bir bitki gibidir. Kök salamaz, gelişemez ve çiçek açamaz.

"Onlar hüsrana uğramışların ta kendileridirler."

Herhangi bir sınırlandırmaya ve detaylandırmaya gerek görülmeden kısaca onlar her şeyi kaybetmişlerdir.

Bu bağlamda surenin özel olan hitab şekli genelleşiyor. Sanki hiçbir ibret almadan felâkete uğrayanların yolunu izleyenlerin haline şaşıyor:

70- Onlara kendilerinden önceki toplumlara, yani Nuh, Ad, Semud kavmine, İbrahim kavmine, Medyen halkına ve yurtları altüst edilenlere ilişkin bilgiler gelmedi mi? Bu toplumlara, peygamberleri açık anlamlı mesajlar getirmişlerdi. Allah'ın onlara zùlmetmesi sözkonusu değildi; fakat onlar kendi kendilerine zulmettiler.

Bilinçsiz bir şekilde Allah'ın nimetlerinden yararlananlara, hiçbir ibret ve öğüt almadan yok edilenlerin yolunda yürüyenlere... Evet işte bunlara, "Kendilerinden önceki toplumlara, ilişkin bilgiler gelmedi mi? Aynı yolda yürüyen, aynı işleri yapan toplumların haberi bunlara ulaşmadı mı? "Nuh'un kavmi"nin haberi. Hani tufana yakalanan, sulara gömülen, denizin derinliklerini boylayan, korkunç yok ediliş dalgalarına kapılan "Nuh kavminin haberi" onlara ulaşmadı mı? Azgın, şiddetli, soğuk ve gürültüyle beraber gelen rüzgâr tarafından yok edilen "Ad kavminin", yüksek frekanslı bir sese yakalanan "Sebud kavminin", zorba ve diktatör iktidarları yok edildiği halde, Hz. İbrahim'in kurtarıldığı "İbrahim kavminin", sarsıntıya uğrayan ve karanlıkta boğulan `Medyen halkının", Lut kavminin kasabalarından oluşan ve çok az bir kesimi hariç Allah'ın kökünü kazıdığı (yurtları altüst edilenlerin) haberi gelmedi mi onlara? "Peygamberinin kendilerine apaçık mucizeler getirmelerine rağmen" bu mucizeleri yalanlayan ve günahları yüzünden Allah tarafından cezalandırılan bu insanların haberleri kendilerine ulaşmadı mı?

"Allah'ın onlara zulmetmesi sözkonusu değildi, fakat onlar kendi kendilerine zulmettiler."

Doğru yoldan sapmış olan bir kişiyi güç ve kuvvet şımartır ve o gücü veren Allah'ı hatırlamaz. Nimetler onu kör eder, artık nimetin sahibini göremez. Geçmiş milletlerin ibretlik ve öğüt alınması gereken hali, ancak asla gecikmeyen, durdurulmayan ve insanlardan hiçbirini kayırmayan Allah'ın yasalarını kavramak için sağduyularını, gönüllerini açanlara yarar verir. Yüce Allah'ın kuvvet ve nimet ile sınadığı insanların çoğunun gözlerini ve basiretlerini bir perde kapatır. Bu nedenle kendilerinden önceki güçlülerin akıbetlerini göremezler. Eski azgınların ve zorbaların acı sonlarının ne olduğunu anlayamazlar. İşte bu sırada Allah'ın hükmü onlar hakkında gerçekleşir. Allah'ın onlara ilişkin yasası yürürlüğe girer. Tam bu esnada yüce Allah güçlü iktidar ve üstünlük sahibi biri gibi onları kıskıvrak yakalayıverir. Onlar, tam bu nimetler içinde yüzerken, bu kuvvetlerinden yararlanırken, beklenmedik anda basılırlar... Birden yüce Allah, onları her taraftan kuşatıverir..

İşte bu, her yerde ve her zaman güç, nimet ve bolluk ile beraber olduğunu gördüğümüz gaflet, basiretsizlik ve cehalettir. Bundan sadece Allah'ın samimi kulları paçalarını kurtarabilirler.

Münafıkların ve kâfirlerin karşısında gerçek iman sahipleri yeralır. Mü'minlerin yapıları, karakterleri onlarınkinden farklı, yaşayışları, ahlâkları onlarınkinden ayrı, sonları da onlarınkinden başkadır.

71- Erkek-kadın bütün mü'minler birbirlerinin dostu, dayanağıdırlar. Bunlar iyiliği emrederek kötülükten sakındırırlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah'a ve peygamberine itaat ederler. Allah işte onlara rahmet edecektir. Hiç şüphesiz Allah, güçlü iradelidir ve her yaptığı yerindedir.

72- Allah, erkek-kadın bütün müminleri altlarından nehirler akan ve içlerinde sürekli kalacakları cennetlere, Adn cennetlerinde konforlu konutlara yerleştireceğine söz vermiştir. Allah'ın hoşnutluğu ise, bunlar- , dan daha büyük bir ödüldür. İşte büyük kurtuluş, büyük başarı budur.

Madem ki, münafık olan kadınlar ve erkekler hep aynıdır, birbirinden farklı değildir; karakterleri aynı ve yapıları aynı ise, mü'min olan kadınların ve erkeklerin de hep aynı olması, birbirinden farklı olmaması gerekir. Yapıları, özellikleri bir de olsa, münafık kadınlar ve münafık erkekler birbirlerinin dostu olacak düzeye yükselemezler. Zira dostluk, cesaret, yüreklilik ve yardımlaşma ister. Birtakım yükümlülükler getirir. Münafıklar arasında dahi olsa, münafıklığın yapısı, karakteri bunu kabul etmez, kaldırmaz. Aslında münafıklar tek başına kalan güçsüz, basit insanlardır. Yoksa dayanışma içine giren kenetlenmiş, güçlü bir cemaat/topluluk, kitle değillerdir... Evet yapıları, karakterleri, ahlâkları ve yaşantıları benzerlik arzetse de durumları budur. Kur'an-ı Kerim'deki bu ifade üslubu, bu gerçeği her iki tarafı da tasvir ederken ihmal etmiyor.

"Erkek-kadın bütün münafıklar hep birdirler."

"Erkek-kadın bütün mü'minler birbirlerinin dostu, dayanağıdırlar."

Mü'minin yapısı, aynen mü'min ümmet;n yapısı gibidir; birlik yapısı, dayanışma yapısı, yardımlaşma yapısı. Fakat bu dayanışma, iyiliği gerçekleştirme ve kötülüğü bertaraf etme alanında görülen bir dayanışmadır.

"İyiliği emrederek kötülükten sakındırırlar."

İyiliği gerçekleştirme ve kötülüğü bertaraf etme dostluğu, dayanışmayı ve yardımlaşmayı gerektirir... İşte bu noktada mü'min ümmet tek bir yumruk olur. Arasına ayrılık etkenleri sızmaz. Mü'min cemaatte ayrılığın olduğu her yerde mutlaka yapısına, inanç sistemine yabancı bir unsur karışmış demektir. İşte bu yabancı unsur, bu cemaatin içine ayrılık tohumları sokar. Orada karışıklıktan önceki yapıyı, her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan yüce Allah'ın belirlemiş olduğu temel yapıyı bozan bir hastalık vardır!

"Birbirlerinin dostu dayanağıdırlar."

Mü'minler bu dostluk ile iyiliği emretmeye, kötülüğü yasaklamaya, Allah'ın sözünü, dinini yüceltmeye, islâm ümmetinin yeryüzünde gerçekleştirmesi gereken hedefe doğru yönelirler.

"Namazı kılarlar."

Bu, onları Allah'a bağlayan bağdır.

"Zekâtı verirler."

Bu da müslüman toplumu birbirine bağlayan, dostluğun ve dayanışmanın hem maddi, hem de manevi şeklini gerçekleştiren bir görevdir.

"Allah'a ve peygamberine itaat ederler."

Allah'ın emri ve peygamberinin emri dışında onların bir isteği, bir arzusu olmaz. Allah'ın ve peygamberinin şeriatından başka onların bir anayasası, bir ilkesi olmaz. Allah'ın ve peygamberinin dini dışında onların bir yolu, bir programı olmaz. Allah ve peygamberi hüküm verdiğinde artık onlar için seçme hakkı kalmaz. Böylece onların programları birleşir, hedefleri bire indirgenmiş olur, yolları birleşir. Dosdoğru hedefe ulaştırıcı olan yegane yol, önlerinde çatallaşmaz, ayrı ayrı yollar ortaya çıkmaz.

"Allah işte onlara rahmet edecektir."

Rahmet sadece ahirette olmaz. Önce bu dünyada gerçekleşir. Allah'ın rahmeti, iyiliği emreden, kötülüğü yasaklayan, namaz kılan ve zekât veren tüm fertleri kapsamına aldığı gibi, böyle iyi fertlerden oluşan cemaati, topluluğu da kuşatır. Kalbin huzura kavuşturulmasında, kalplerin Allah'a bağlanmasında fitnelerden ve belalardan korunmada ve kollamada Allah'ın rahmeti... Topluluğun, toplumun düzelmesinde, yardımlaşmasında ve dayanışmasında Allah'ın rahmeti... Teker teker her ferdin hayatta huzura kavuşmasında, Allah'ın rızası ile huzura kavuşmasında Allah'ın rahmetinin kuşkusuz etkisi büyüktür.

Mü'minlerin iyiliği emretme, kötülüğü yasaklama, namaz kılma ve zekât verme şeklinde sıralanan bu dört sıfatı (özelliği), münafıkların kötülüğü emretme, iyiliği yasaklama, Allah'ı unutma ve ellerini sıkı tutup cimrilik etme şeklinde sıralanan dört özelliğinin karşılığıdır. Yüce Allah'ın mü'minlere rahmet etmesi münafıklara ve kâfirlere lanet etmesinin karşılığıdır... İşte yüce Allah'ın mü'minlere zaferi vadetmesi onları yeryüzüne hakim kılması, onları insanlık için güzel, ideal bir yönetime kavuşturması hep bu sıfatlara, özelliklere bağlıdır.

"Hiç şüphesiz Allah güçlü iradelidir ve her yaptığı yerindedir."

Bu yükümlülükleri yerine getirerek birbirlerinin dostu, yardımcısı olmaları için mü'min olan topluluğu galip kılmaya gücü yeter. Yeryüzünde iyiliği yaygınlaştırmaları, kullar arasında Allah'ın sözünün, dininin bekçiliğini yapmaları için mü'minlere zafer ve üstünlük vermesi anlamında da hikmet sahibidir.

Madem ki, cehennem azabı münafıkları ve kâfirleri beklemekte, Allah'ın laneti onları gözetmekte, Allah'ın onları unutması da kendilerine güçsüzlük ve mahrumiyet ile damgalamaktadır; öyleyse, cennet nimetleri de mü'minleri beklemektedir:

"Allah erkek-kadın bütün mü'minleri altlarından nehirler akan ve içlerinde sürekli kalacakları cennetlere, Adn cennetlerinde konforlu konutlara yerleştireceğine söz vermiştir.

Orada rahat etmeleri için... Onlara bundan daha büyüğü ve değerlisi vardır:

"Allah'ın hoşnutluğu ise bunlardan daha büyük bir ödüldür."

Cennet, içindeki bütün nimetlerine rağmen, bu onurlandıran, şereflendiren hoşnutluğun o güzelim atmosferinde sönük kalır ve gözlerde küçülür.

"Allah'ın hoşnutluğu ise bunlardan daha büyük bir ödüldür."

Allah ile bağ kurma anı, O'nun yüceliğini görmenin, müşahede etmenin anıdır. Yeryüzünün ağırlıklarından, yüklerinden kısa vadeli isteklerinden ve bu bedensel arzuların kafesinden kurtuluş anıdır... Bu anda insan kalbinin derinliklerinde gözlerle görülmesi mümkün olmayan ışık kaynağından bir ışık yayılır. Bu an, Allah'ın ruhundan bir kor parçasıyla ruhların her tarafının aydınlandığı bir andır. Çok nadir insanlarda görülen ve bir göz kırpması kadar kısa bir anda gelip geçen bu zaman dilimlerinin herbirinin yanında bütün dünya nimetleri ve bütün umutlar sönükleşip değersizleşir. Peki bu ruhları çepeçevre kuşatan onlar tarafından sürekli biçimde algılanan Allah rızası hakkında ne diyebiliriz ki!

"İşte büyük kurtuluş, büyük başarı budur."

OLAYLARIN REALİST ÇÖZÜMÜ

Gerçek mü'minlerin sıfatları ile iman iddiasında olan münafıkların sıfatları açıklandıktan sonra, yüce Allah peygamberinden, kâfirlerle ve münafıklarla savaşmasını istiyor. Kur'an-ı Kerim, bu münafıkların küfür sözü söylediklerini ve islâmdan sonra küfre saptıklarını ve Allah'ın emellerini kursaklarında bıraktığı bir işe kalkıştıklarını, eylemlerinin de şu anda içine düştükleri küfrün dürtüleriyle yönlendirildiğini belirtiyor. Aslında gönderilişi iyilik ve bereketten başka bir şey olmayan Allah'ın resulüne neden karşı koyduklarına hayret ediyor. Kâfirlikte ve münafıklıkta dirètmemeleri için onları tehdit ediyor:

73- Ey peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla savaş, onlara karşı sert ol, onların varacakları yer cehennemdir, orası ne kötü bir varılacak yerdir.

74- Onlar söylemediler diye Allah adına yemin ederler, ama o küfür sözünü söylediler. Müslüman olduktan sonra kâfir oldular. Yapamadıkları bir işe yeltendiler. Bu yolla öç almaya kalkışmalarının tek sebebi Allah'ın lütfu ile Allah'ın ve Peygamber'in kendilerini zengin etmiş olmalarıdır. Eğer tevbe ederlerse kendileri için iyi olur, Eğer sırt çevirirlerse, Allah onları hem dünyada, hem de ahirette acıklı bir azaba uğratır. Dünyada onlara ne bir dost ve ne de bir yardım edici bulunur.

Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- münafıklara karşı o kadar çok yumuşak davranmış, o kadar çok hatalarını bağışlamış ve o kàdar çok suçlarını görmezlikten gelmiştir ki, bunun haddi hesabı yoktur. İşte şimdi yumuşak huyluluğu son raddeye gelmiş ve hoşgörü zamanını doldurmuştu. Şimdi yüce Rabbi olan Allah, ona yeni bir strateji izlemesini emrediyordu. Artık Allah onları bu ayette kâfirlerin arasına katıyor. Hem kâfirlere, hem de münafıklara karşı sert, katı, acımasız ve amansız bir cihad örneği vermesini, acımamasını ve fırsat vermemesini emrediyordu.

Hiç kuşkusuz yumuşaklığın da, sertliğin de kendine göre yeri vardır. Yumuşaklığın zamanı dolunca sertlik başlamalıdır. Pasif direniş olan sabrın dönemi kapanınca kesin ve ayırıcı tavır ortaya konmalıdır. Hareketin kendisine göre şartları ve bu yöntemin kendine göre aşamaları vardır. Bazı durumlarda yumuşaklık sıkıntı getirir ve bazen de hoşgörü zararlı olur.

Münafıklara karşı yapılacak olan cihaddaki hoşgörü sertliğini anlama konusunda değişik yorumlar vardır. Hz. Ali'den (kerremellahu vechehu) gelen bir rivayette, onlara karşı kılıçla savaşılır deniyor. İbn-i Cerir (Allah O'na rahmet eylesin) de bu görüşü tercih etmiştir. İbn-i Abbas'tan -Allah ondan razı olsun- gelen rivayete göre ise, onlarla yapılacak cihad, karşılıklı ilişkilerle, davranışlarla ve onların içyüzlerini ortaya koyup kamuoyunu uyarmak alanlarında gerçekleştirilecektir. Ayrıca Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- münafıklarla savaşmamıştır. İlerde de göreceğimiz gibi uygulamada bu şekilde gerçekleşecektir.

"Onlar söylemediler diye Allah adına yemin ederler, ama o küfür sözünü söylediler. Müslüman olduktan sonra kâfir oldular. Başaramayacakları bir işe giriştiler."

Ayeti kerime, ana hatları ile münafıkların genel tavırlarını ortaya koyuyor. Peygamber'e -salât ve selâm üzerine olsun- ve müslümanlara karşı defalarca yapmak isteyip yapamadıkları kötülüklere işaret ediyor. Ayrıca ayetin iniş sebebini belli bir olaya bağlayan birtakım rivayetler de vardır:

Katade der ki; Bu ayet Abdullah İbn-i Ubey hakkında inmiştir... Ensar'dan ve Cüheyn kabilesinden iki adam aralarında dövüştüler. Cüheyn'li Ensar'dan olana karşı üstün geldi. Bu sırada Abdullah İbn-i Ubey "Ey Ensar! Siz kardeşinize yardım etmez misiniz?" dedi. Sonra; "Vallahi, Muhammed ile bizim durumumuz şu atasözünde vurgulanan olaya benziyor:

"Besle köpeğini, yesin seni!" (Besle kargayı, oysun gözünü gibi) ve "Medine'ye döndüğümüzde güçlü olan zayıf olanı dışarı atacaktır" diye ilave etti.

Müslümanlardan biri hemen bu olayın haberini Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- iletti. Peygamber ona adam gönderdi ve durumu soruşturdu. Abdullah İbn-i Ubey böyle bir şey söylemediğine dair yemin etti. Yüce Allah da onun hakkında bu ayeti indirdi."

İmam Ebu Ca'fer İbn-i Cerir rivayet zinciriyle İbn-i Abbas'ın şöyle dediğini aktarır:

Bir ara Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bir ağacın altına otururken şöyle buyurdu:

"Size bir adam gelecek ve şeytanın gözüyle size bakacaktır, geldiği zaman onunla konuşmayınız"...

Çok geçmeden mavi gözlü bir adam geldi. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- O'nu çağırdı ve şöyle dedi: "Sen ve arkadaşların neden benimle alay ediyorsunuz?"

Adam gitti, arkadaşlarını getirdi. Hiçbir şey söylemediklerine dair Allah'a yemin ettiler. Nihayet salıverildiler. Yüce Allah onlar hakkında şu ayeti indirdi:

"Bir şey söylemediler diye Allah adına yemin ederler."

Urve b. Zübeyr ve başkaları özetle şu anlama gelen bir rivayette bulunurlar:

Bu ayet Cilas b. Suveyd b. Samit hakkında inmiştir. Cilas'ın Ümeyr b. Said adında bir üvey çocuğu vardı. Cilas; eğer Muhammed'e gelen vahiy gerçek ise, biz şu üzerinde bulunduğumuz eşeklerden daha aşağılığız" dedi. Umeyr döndü O'na şöyle dedi: Ey Cilas! Allah'a yemin ederim ki, sen insanlar içinde en çok sevdiğim kişisin. Bana göre gözünü budaktan sakınmayan bir adamsın. Kendisine hiçbir kötülük dokunmasını istemediğim adamlardan birisin. Şimdi öyle bir söz söyledin ki, onu açıklasan kendimi rezil etmiş olurum. Eğer gizleyecek olursam kendimi helak etmiş olurum. Ama bu iki şıktan ikincisini tercih etmek bana diğerinden daha kolay geliyor.

Sonra kalktı. Peygamber'e geldi. Olayı anlattı. Cilas böyle bir şey söylediğini inkâr etti. Ve böyle bir şey söylemediğine dair Allah adına yemin etti. Bunun üzerine Allah bu ayetleri indirdi. Adam bundan sonra geldi. "Ben öyle bir şey söylemiştim" Allah benim tevbe etmemi istiyor. Ben tevbe ediyorum. Ve yaptığım işten pişmanlık duyuyorum"... dedi. Böyle demesi kabul edildi.

Fakat bu rivayetlerde ayeti kerimede geçen "başaramayacakları bir işe giriştiler" ifadesiyle bağdaşmıyor. Ayetin bu bölümünün, Peygamberimizin salât ve selâm üzerine olsun- Tebük'ten dönerken suikaste uğraması ile ilgili olduğuna dair pekçok rivayetler vardır. Bunlara göre Peygamberimiz savaştan döndüğü sırada münafıklardan bir grup O'nu pusuya düşürmek istemiştir. Ayetin bu bölümü de bu olayı kasdetmiştir. Şimdi bu rivayetlerden bir tanesini buraya aktaralım:

İmamı Ahmed -Allah O'na rahmet eylesin- der ki;

Yezid'den, Velid b. Abdullah b. Cemiy'den, Ebu Tufeyl'den gelen rivayette deniyor ki;

Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Tebük savaşından dönerken bir adamın şu sözleri ilan etmesini istedi: "Allah'ın Resulü -salât ve selâm üzerine olsun- dağın yüksek yolunu (Metinde geçen Akabe: Yüksek ve dar yol demektir.) tuttu. Kimse o yola girmesin!"

Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bir ara bu patikada yürüyordu. Önünde Huzeyfe, arkasında Ammar vardı. Tam bu sırada maskeli bir grup, süvari olarak geldi. Ammar'a yetiştiler. Ammar Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- bineğini sürüyordu. Artık Ammar -Allah ondan razı olsun onlara döndü ve onların bineklerinin yüzlerine vurmaya başladı. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bu arada Uzeyfe'ye: "Daha hadi, daha hadi," diyerek bu şekilde aşağıya kadar indiler. Sonra Ammar da döndü geldi. Peygamberimiz: "Ey Ammar, onları tamdın mı?" diye sordu. Ammar:

"Bineklerin hepsini tanıdım. Ancak adamlar maskeliydi."

"Ne yapmak istediklerini anladın mı? diye sorduğunda Ammar:

"Allah ve peygamberi daha iyi bilir" dedi.

Peygamber buyurdu ki:

"Peygamberin bineğini ürkütmeyi ve bu yüksek yerde O'nu bineğinden düşürmeyi istiyorlardı."

Bu olaydan sonra Ammar Peygamber'in -salât ve selâm üzerine olsun- ashabından birine: Allah aşkına söyle, Akabe ashabı (Peygamberimizi geçitte kıstırmak isteyenler) kaç kişiydi:

Adam:

"Ondört kişiydiler" dedi.

Ammar

Eğer sende onlardan biri isen, onbeş kişi olurlar, dedi. Ammar der ki:

Peygamber bunlardan üç kişinin adını söyledi. Ve onları hesaba çektiğinde onlar:

"Biz Resulullah'ın böyle bir ilan yaptığını duymadık" dediler. Biz onların ne yapmak istediklerini de bilmiyorduk.

Ammar der ki:

Geriye kalan oniki kişinin hem bu dünya hayatında, hem de şahitlerin konuşacağı ahiret gününde Allah'a ve Resulüne karşı savaş açtıklarına şahitlik ederim.

İşte bu olay, onların niyetlerini ortaya koyuyor. Ayet bu olayı kasdetse de, kasdetmese de bu insanların niyetleri ortadadır. Bu insanların içlerinde buna benzer bir hainliğin bulunması, gerçekten hayret edilecek bir şeydir. İşte bu nedenle ayeti kerime onların hallerine hayret etmektedir.

"Bu yolla öç almaya kalkışmalarının tek sebebi Allah'ın lütfu ile Allah'ın ve peygamberinin kendilerini zengin etmiş olmalarıdır."

İslâm onlara hiçbir kötülük yapmamıştır. İslâm onlardan öç almak şöyle dursun, islâmdan sonra bu din sayesinde refaha kavuşmuşlardır. Herhalde bunun öcünü. almak istiyorlardı.

Şimdi bu hayret ifadesinden ve iç yüzlerini ortaya koymasından sonra kesin hüküm bildiriliyor.

Bütün bunlardan sonra tevbe kapısı ardına kadar açık tutulmaktadır. Kim kendine iyilik yapmak isterse, hemen bu açık kapıdan girsin. Kim de sapık yola girmek isterse onun da sonu açıktır. Hem dünyada, hem de ahirette can yakıcı bir azap: Bu yeryüzünde dostsuz ve yardımcısız kalmak... Artık dileyen kendi tercihini yapsın. Bundan sonra sorumlusu sadece kendisidir.

"Eğer tevbe ederlerse, kendileri için iyi olur. Eğer sırt çevirirlerse, Allah onları hem dünyada, hem de ahirette acıklı bir azaba uğratır. Dünyada onlara ne bir dost ve ne de bir yardım edici bulunur."

KALPLERİNE NİFAK YERLEŞTİRİLENLER

75- Onlardan bazıları "Eğer Allah bize lütfundan bol mal verirse, sadaka verenlerden ve iyi amel işleyenlerden alacağımıza yemin ederiz" diye Allah'a kesin söz verirler.

76- Fakat Allah onlara lütfundan bol mal verince, cimrice davranarak sırt çevirdiler, sözlerinden döndüler.

77- Allah'a verdikleri sözden caydıkları ve yalan söyledikler gerekçesiyle Allah, karşısına çıkacakları güne kadar kalplerine münafıklığı yerleştirdi.

Münafıklardan bazıları Allah'a söz vererek "Eğer Allah bize nimet verir ve rızkımızı bollaştırırsa, biz de bol bol Allah yolunda harcar ve iyi işler yaparız" dediler. Fakat onlar ancak fakirlik ve zorlukta, sıkıntıda kaldıkları, umut ve arzu içinde yaşadıkları sırada bu antlaşmaya, bu sözleşmeye yanaşırlar. Yüce Allah onların dileklerini kabul eder ve kendi lütfundan onlara bol rızık verdiğinde sözlerini unuturlar, vaadlerini inkâr ederler. Cimrilik ve kıskançlık yakalarına yapışır, ellerini hiç açmayacak şekilde sıkarlar. Daha önce verdikleri söze bağlılık göstermekten yüz çevirir. İşte onların hem Allah'a, yalan söylemeleri, hem de sözlerine bağlılık göstermemeleri, "nifak"ın onların kalbine yerleşmesine, bu nifak üzerine ölmelerine ve bu nifak ile Allah'ın huzuruna çıkmalarına neden olmuştur.

Allah'ın koruduğu kimseler dışında insanın nefsi zayıftır, cimridir. İnsanın nefsi ancak iman ile onarıldığınıda bu cimrilikten kurtulabilir, arınabilir. Yeryüzünün esiri olmaktan yakasını kurtarabilir, kısa vadeli çıkar tutkularının sonucu alınan yararlı işlere karşı ihtirasının bağlarından kurtulabilir. Çünkü insan ancak bu durumda geleceğin daha büyük mükafatını düşünebilir. Allah'ın rızasının, hoşnutluğunun daha büyük olduğunu hesaplayabilirler. Mü'min olan bir kalp iman ile huzura kavuşur. Allah yolunda harcamada bulunurken fakirleşmekten korkmaz. Çünkü o insanların tüm mallarının sonuçta tükeneceğine, fakat Allah'ın nimetlerinin tükenmeyeceğine kesin güvenmektedir. İşte bu güven ve huzur onu gönüllü olarak kendi isteğiyle ve arınmak amacıyla Allah yolunda mallarını harcamaya sevkedecektir. O bunu yaparken, kendi rızkından ve geçiminden emin bir şekilde hareket edecektir. Hatta servetini yitirip fakir düşse dahi, bu güveni sarsılmayacaktır. Çünkü onun Allah katında çok büyük bir mükafatı olduğuna güveni tamdır.

Ama kalp gerçek imandan yoksun olduğunda, doğuştan gelen cimriliği harekete geçerek yolunu kesecektir. İnsan Allah yolunda harcamaya veya sadaka vermeye yöneldiğinde harekete geçecektir. Fakirlik korkusu, gözlerinin önünde canlanacaktır. Böylece o Allah yolunda harcamadan geri duracaktır. Bundan böyle o cimriliğinin ve korkusunun mahpusu olacak, güven ve rahata kavuşamayacaktır.

Allah'a söz verdiği halde, bu sözüne bağlılık göstermeyen ve ahdine vefa göstermeyerek Allah'a yalan söyleyen bir insanın kalbi nifaktan kurtulamaz!

"Münafığın alameti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde yerine getirmez ve bir şey emanet edildiğinde hainlik yapar" (!)

Sözünde durmamanın ve Allah'a yalan söylemenin kaçınılmaz sonucu her zaman kalplerde bir nifak oluşturur, işte bu ayetin burada sözünü ettiği münafık insanların durumu da budur!

"Allah'a verdikleri sözden caydıkları ve yalan söyledikleri gerekçesi ile Allah, karşısına çıkacakları güne kadar kalplerine münafıklığı yerleştirir."

Devamı.. Tevbe Suresi-3

Hiç yorum yok: