Tevbe Suresi
ALLAH KALPLERDE OLANI BİLİR
78- Allah'ın onların sırlarını ve fısıltılarını bildiği, O'nun "gayb "leri çok iyi bildiğini halâ öğrenemediler mi?"
Onlar iman ettiklerini iddia ettikleri halde yüce Allah'ın her gizli sırrı bildiğini, kendi aralarındaki tüm konuşmalardan haberdar olduğunu, insanlardan gizli olarak kendi aralarındaki gizli fısıldaşmalarını gördüğünü bilmiyorlar mı? Yüce Allah'ın her türlü gizli kapalı "gayb" bildiğini, gönüllerdeki niyetlerin gerçek mahiyetinden haberi olduğunu bilmiyorlar mı? Halbuki Allah'ın bunları bildiğini bilmelerinin sonucu olarak hiçbir niyetlerini, Allah'tan gizlememeleri gerekirdi. Allah'a verdikleri sözden caymamaları ve verilmiş olan taahhütte yalancılık yapmamaları gerekirdi.
Bu üç ayetin iniş sebebiyle ilgili birtakım rivayetler vardır. Biz bunlardan İbn-i Cerir ve İbn-i Ebu Hatemin Mua'n hadisinden aldıkları rivayet ile Ebu Umame el Bahili'nin Salebe İbn-i Hatıp el-Ensari'den aldığı rivayeti burada vereceğiz. Bu rivayete göre Salebe, Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun"Allah'a dua et ki, bana bir servet versin" demiştir. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-:
"Yazıklar olsun sana ey Salebe! Şükrünü eda ettiğin az bir mal güç yetiremeyeceğin kadar çok maldan hayırlıdır" buyurmuştur.
Salebe Allah'ın peygamberi gibi olmaya razı değil misin? Allah'a yemin ederim ki: "Eğer ben dağların altın ve gümüş olmasını dileseydim, olurlardı'" buyurdu.
Salebe şöyle dedi:
"Seni gerçek bir peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, eğer sen benim için dua etsen ve Allah da bana bir servet verecek olsa, şüphesiz bir hak sahibine hakkını veririm."
Bunun üzerine Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyurdu:
"Allah'ım Salebe'ye bir servet ver."
Rivayete göre Salebe kendisine bir koyun aldı ve bu koyunu böcekler gibi çoğalmaya başladı. Artık Medine ona dar gelmeye başladı. Medine'den ayrılarak yakındaki bir vadiye yerleşti. Bu sırada öğlen ve ikindi namazlarını cemaatle birlikte kılıyor, diğerlerinde cemaate gelemiyordu. Sonra sürüleri daha da çoğaldı. Salebe bir daha uzağa çekildi. Artık beş vakit namaza gelemiyordu. Sadece Cuma namazlarına gelebiliyordu. Malları çoğalmaya devam ediyordu, neticede Cuma'yı da terketti. Şimdi Cuma günleri kervanların yolunu bekliyor, onlardan haber almaya çalışıyordu.
Bir ara Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-:
"Salebe ne yapıyor acaba? diye sordu. Ashab:
"Ey Allah'ın Rasulü, bir koyun satın almıştı. Sonra mallarına Medine dar gelmeye başladı"... diyerek durumu anlattılar.
Rasulullah buyurdu ki:
"Yazık oldu Salebe'ye! Yazık oldu Salebe'ye! Yazık oldu Salebe'ye!
Yüce Allah onların mallarından sadaka al... ayetini indirdi. Sonra zekâtı nereye verileceğini belirten ayetler indi. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- müslümanlardan iki kişiyi zekât gelirlerini toplamak üzere görevlendirdi. Bu adamlardan biri Cüheyne kabilesinden, diğeri Süleym kabilesindendi. Peygamber onlara müslümanlardan zekât gelirlerini nasıl toplayacaklarını belirten bir de yazılı belge verdi. Ve onlara şöyle dedi:
"Salebe'ye ve beni Süleym kabilesinden falan adama uğrayın ve onların zekât gelirlerini alın."
Görevliler Salebe'ye gittiler ve ondan zekât gelirlerini istediler. Peygamber'in -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerine vermiş olduğu mektubu ona okudular. Salebe:
"Bu cizyeden başka bir şey değildir. Bu istediğiniz zekât cizyenin kardeşinden başka bir şey değildir. Ben bunun ne olduğunu anlayamadım? Gidiniz, işlerinizi bitirdikten sonra tekrar bana geliniz."
Süleym kabilesinden olan adam ise, bu görevlilerin geleceğini duymuştu. Develerinin en güzellerini tesbit etti ve onları zekât için ayırdı ve Allah Resulü'nün görevlilerini onlarla karşıladı. Görevlileri onun bu hareketini gördüklerinde:
"Sana bu kadarı zorunlu değildir. Ve biz senden bunu almak istemiyoruz" dediler. Adam:
"Yok, alın. Ben bunu kendi gönül rızamla veriyorum, ben bunları onun için ayırmıştım" dedi.
Görevliler de onun bu mallarını aldılar, başkalarına da uğrayıp zekât gelirlerini topladılar. Tekrar Salebe'ye döndüklerinde:
"Şu mektubunuzu gösterin bana" dedi. Mektubu okudu ve:
"Bu cizyeden başka bir şey değildir. Bu istediğiniz zekât, cizyenin kardeşinden başka bir şey değildir. Gidiniz, ben biraz düşüneyim" dedi.
Görevliler de gittiler. Resulullah'ın yanına vardıklarında Peygamber onları görüp daha onlarla konuşmadan "yazıklar olsun Salebe'ye" dedi ve Süleym kabilesinden olan adama bereket için dua etti. Görevliler Salebe'nin yaptıklarını ve Süleym kabilesinden olan adamın yaptıklarını ona haber verdiler. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi:
"Onlardan bazıları da "Eğer Allah bize lütfundan bol mal verirse, sadaka verenlerden olacağımıza yemin ederiz" diye Allah'a kesin söz verirler."
Bu sırada Peygamber'in yanında Salebe'nin yakınlarından biri bulunuyordu. Olup bitenleri duydu. Çıktı, O'nun yanına gitti ve O'na "Yazıklar olsun Salebe! Allah senin hakkında şöyle şöyle ayet indirdi" dedi. Salebe kalktı. Peygamber'in yanına geldi. Ve zekât mallarını kabul etmesini diledi. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-:
"Allah senin zekât gelirlerini almamı yasakladı" buyurunca Salebe, başına toprak saçmaya başladı. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- O'na: "Bu senin kendi yaptığındır, daha önce sana emrettiğim halde sen bana itaat etmemiştin" buyurdu.
Peygamber O'nun zekâtını almayı reddedince, tekrar evine döndü. Resulallah vefat edinceye kadar ondan zekâtı kabul etmedi. Sonra Ebubekir halife seçildiğinde O'na gitti ve:
"Sen peygamberin katındaki derecemi ve Ensar arasındaki yerimi biliyorsun, zekât mallarımı kabul et" dedi. Ebubekir O'na:
"Peygamberimiz senin zekâtını kabul etmedi, ben de kabul edemem" karşılığını verdi. Ebubekir vefat edinceye kadar onun zekâtını almadı. Hz. Ömer halife seçildiğinde yine geldi ve "Ey mü'minlerin başkanı, benim zekât mallarımı kabul et" dedi. Hz. Ömer -Allah ondan razı olsun-:
Peygamberimiz ve Hz. Ebubekir onu kabul etmediği halde, ben mi onu kabul edeceğim? karşılığını verdi. Hz. Ömer vefat edinceye kadar onun zekâmı almadı. Hz. Osman halife seçildiğinde ona da geldi ve:
"Zekât mallarımı kabul et" diye teklif etti. Hz. Osman -Allah ondan razı olsun- Peygamber, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer O'nu kabul etmemişken, ben mi onu kabul edeceğim? karşılığını verip zekâtını kabul etmedi. Ve böylece Salebe Hz. Osman'ın halifeliği döneminde öldü gitti.
İsterse bu olay ayetlerin indiği zamanda gerçekleşmiş olsun, isterse ayetlerle ilgili başka olaylar sözkonusu olsun, ayetlerin anlamı geneldir. Genel bir durumu tasvir etmektedir. Tam, kesin bir inanca kavuşmayan ve imanın tam anlamıyla içlerine sirayet etmediği gönüllerin her zaman görülebilecek bir tipini çizmektedir. Eğer ayetlerin inişini bu olaya bağlayan rivayet doğru ise, o zaman peygamberi Salebe'nin zekât gelirlerini ve tevbe edişini kabul etmekten alıkoyan neden, O'nun sözünde durmamak ve Allah adına yalan söylemek gibi sıfatları insanın kalbinde kıyamete kadar bir nifak doğuracak sıfatlar olarak görmesidir. İşte bu nedenle Peygamber onun dış görünüşüne aldanmamış, şeriatın istediği şekilde ona dış görünüşüyle muamele etmemiştir. Kuşkusuz bu şekilde bildiği bir duruma göre onunla muamele etmiştir. Çünkü bunu her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah, ona bildirmiştir. Peygamberin bu uygulaması onun için bir uslandırma amacı güdüyordu. Bu nedenle zekâtı kabul edilmiyordu. Bununla beraber o, mürted sayılmıyor ve riddet cezasına çarptırılmıyordu. Müslüman olarak da kabul edilip zekât alınmıyordu. Fakat bu demek değildir ki, hukuki açıdan zekât münafıklardan alınmaz. İslâm hukuku kesin bir bilginin olmadığı durumlarda insanların dış görünüşlerini esas alır. Ve onlara bu şekilde muamele yapar. Peygamberin bu uygulaması ise özel bir uygulamadır. Başka olaylar ona kıyas edilemez.
Şu kadar var ki, bu olayın rivayeti ilk müslümanların payları belirlenmiş olan zekâta bakış açılarını ortaya koymaktadır. Onlar bunu kendileri için bir nimet olarak kabul etmişlerdir. Kim bu nimeti vermekten veya bu nimetin kendisinden kabul edilmesinden mahrum edilirse, artık o hüsrana uğramıştır. Zekâtı reddedildiğinden dolayı, acınması gereken bir adam durumundadır. Onlar yüce Allah'ın şu sözünde gizli ve gerçek anlamı çok iyi biliyorlardı.
"Mallarının bir bölümünü sadaka olarak al. Ve bu yolla onları temizle. " (Tevbe 103)
Bu onlar için bir ganimet idi. Yoksa üstlerine aldıkları bir borç olarak görmüyorlardı. İşte Allah'ın rızasını elde etmek amacıyla yerine getirilen bir görev ile kanunun zorunlu kıldığı ve vermeyenlerin cezalandırıldığı bir vergi arasındaki fark da budur!
DİRAYET DERİNLİĞİ
Şimdi ise Kur'an-ı Kerim münafıkların başka bir düşüncesine değinmektedir. Onların zekâta bakış açısı gerçek mü'minlerin zekâta bakış açılarına aykırıdır. Onlar zekâtı olması gerektiği şekilde anlamıyorlar. Yapılarının bozuk ve içlerinin karışık olmalarından kaynaklanan kaş göz hareketlerine başvurmalarının nedeni ortaya konmaktadır.
79- Sadaka konusunda gerek cömertçe veren gönüllülere dil uzatanlar ve gerekse ancak güçlerinin yettiğini verebilenlerle alay edenler var ya,
Allah onları maskaraya çevirmiştir, onları acıklı bir azap beklemektedir.
Bu ayetin nüzul sebebine ilişkin rivayet edilen kıssa münafıkların Allah yolunda harcamada bulunmaya ve bunun insanın gönlü üzerindeki etkilerine ve yanlış bakış açılarını tasvir etmektedir.
İbn-i Cerir, Yahya İbn-i Ebi Kesir ve Said kanalıyla Katade ve İbn-i Ebi Hatim'den, Hakem İbn-i Eban kanalıyla İkrime'den değişik kelimelerle şu olayı rivayet etmektedir.
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Tebük savaşının hazırlığı konusunda müslümanları mali desteğe teşvik ediyordu. Abdurrahman İbn-i Avf 4000 dirhem getirdi ve:
"Ey Allah'ın elçisi benim sekizbin dirhemim vardı. Yarısını getirdim. Yarısını da bıraktım, dedi.
Peygamberimiz: "Allah evde bıraktığını da getirip verdiğini de kabul eylesin" buyurdu. "Ebu Akil de bir Sa hurma getirdi ve:
"Ey Allah'ın Rasulü iki Sa hurma kazandım bir tanesini Rabbime ödünç verdim, bir Sa'ını da çoluk çocuğuma bıraktım" dedi.
Münafıklar Ebu Akil'in bu hareketiyle dalga geçtiler ve:
İbn-i Avf'ın verdiği gösterişten başka bir şey değildir. Allah ve Rasulü şu adamın bir Sa'ından müstağni değil midir? dediler.
Başka rivayetlerde belirtildiğine göre onlar bütün gecesini 2 sa ücret almak için çalışarak geçiren ve bunları aldığında da bir tanesini alıp Peygamber'e getiren Ebu Akil için:
"O ancak kendisinden söz edilmesini istemiştir" demişlerdir.
İşte onlar bu şekilde içten gelen arzularıyla gönül rızası ve vicdanlarının huzuruyla herkes kendi gücü ve imkânlarıyla cihad eylemine katılma arzusu içinde hareket eden, mali destek almaya çalışan mü'minler hakkında bu tür dedikodular yapıyorlardı. Çünkü onlar mü'min gönüllerin bu kadar istekli oluşlarını anlayamıyorlardı. Kendi arzularıyla yardımda bulunmadıkça huzura kavuşmayan vicdanların duyarlılığını kavramıyorlardı. Zorluklara, fedakârlıklara ve imanın gereklerine katılmak için gerekli olan kişisel arzu ve isteklerle kanat çırpan duyguları anlayamıyorlardı. İşte bu nedenle, fazlasıyla yardımda bulunana o ancak gösteriş için veriyor. Az verene ise, o kendinden söz ettirmek istiyor diyorlardı. Böylece çok yardımda bulunanı çok verdiğinden dolayı horluyorlardı. İyilik yapan her iki taraf da onların eleştirilerinden ve kınamalarından kurtulamıyordu. Halbuki onların kendileri yerlerinde oturuyor, geri duruyor, ellerini sıkı sıkıya kapatıyor, içlerini cimrilikle dolduruyorlardı. Ancak gösteriş için harcamada bulunuyorlardı. Ve bu basit ve değersiz etkenden başka gönüllerini yardıma, nifaka sevkedecek başka neden bulamıyorlardı.
İşte bu nedenle onlara kesin, açık bir cevap veriliyordu.
"Allah onları maskaraya çevirmiştir. Onları acıklı bir azap beklemektedir."
Ne korkunç bir maskaralık, ne korkunç bir akıbet! Yüce kudret sahibi ve yaratıcı olan Allah nerede şu fani, zayıf, küçük, basit insan topluluğu nerede? Yüce Allah onları maskaraya çeviriyor? O'nun azabı mı bunları bekliyor? Bu gerçekten korkunç, dehşet verici ve ürkütücü bir olaydır.
80- Onlar için ister af dile, ister dileme, onlar adına yetmiş kere (istediğin kadar çok) af dilesen de Allah onları kesinlikle affetmez. Sebebine gelince, onlar Allah'ı ve peygamberini tanımadılar, Allah yoldan çıkmışlar güruhunu doğru yola iletmez.
Gönülden ekonomik destekte bulunan mü'minleri bu şekilde eleştiren ve onlara dil uzatan o münafıkların akıbetleri artık kesinleşmiştir. Bunun değiştirilmesi sözkonusu değildir.
"Allah onları kesinlikle affetmez."
Bağışlanma dilemek onlara fayda vermeyecektir. Artık bağışlanmanın dilenmesi ile dilenmemesi arasında fark yoktur.
Öyle anlaşılıyor ki, Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- günahkârlar için bağışlanma diliyordu. Allah'ın onları bağışlaması ümidiyle bunu yapıyordu. Şu münafık grubu gelince bunların akıbetleri belli olduğunu ve bundan herhangi bir değişiklik olmayacağını bildirmiştir.
"Çünkü onlar, Allah'ı ve Peygamber'i tanımadılar."
"Ve Allah, yoldan çıkmışlar güruhunu doğru yola iletmez."
Onlar doğru yoldan sapmışlardır. Artık dönüş yapmaları da beklenemez. Kalpleri de bozulmuştur. Artık kalplerinin düzelmeleri de mümkün değildir.
"Onlar adına yetmiş (istediğin kadar çok) af dilesen de Allah onları kesinlikle affetmez."
Burada kullanılan `yetmiş' sayısı belirlenmiş bir sayı değil, çokluğu ifade etmek için kullanılmıştır. Genel anlamı şudur:
Artık onlar için affedilme beklenemez. Çünkü onlara tevbe kapısı kapanmıştır. İnsanın kalbi, bozukluğun belli bir dozajını aştıktan sonra artık düzelmez. Sapıklıkta belli bir noktaya geldiğinde artık ondan sonra hidayete ulaşması beklenemez. Kalplerin halini en iyi bilen Allah'tır.
Şimdi Kur'an-ı Kerim bir daha sözü Tebük savaşında Resulallah ile beraber hareket etmeyip, geri kalan münafıklara getirmektedir:
RAHATLIĞI TERCİH EDENLER
81- Sefere katılmayanlar Allah'ın Rasulüne ters düşerek geride kaldıklarına sevindiler. Allah yolunda malları ve canları ile cihad etmeyi istemediler, "Sıcakta sefere çıkmayın" dediler. Onlara "Cehennem ateşi bundan daha sıcaktır" deyiniz. Keşke bunu kavrayabilselerdi.
82- Yaptıklarının karşılığı olarak bundan böyle az gülüp çok ağlasınlar.
83- Eğer Allah sana onlardan bir grubun yanına dönmeyi nasip eder de onlar senden sefere çıkmak üzere izin isterlerse de ki; hiçbir zaman benimle beraber düşmanla savaşmayacaksınız. Çünkü siz ilk keresinde geride kalmaktan hoşlandınız. O halde şimdi de (kadın çocuk, yaşlı ve hasta gibi) savaşma gücünden yoksun kimseler ile birlikte evlerinizde oturunuz.
84- Onlardan biri ölünce asla namazı kılma ve sakın mezarı başında dikilme. Çünkü onlar Allah'ı ve Peygamber'i tanımadılar ve yoldân çıkmış olarak öldüler.
85- Onların malları ve evlatları sakın seni imrendirmesin. Allah bunlar aracılığı ile onların dünya hayatında azaba uğramasını ve canlarını kâfir olarak vermelerini ister.
Onlar yeryüzünün ağırlığı, rahat yaşama ihtirasının ağırlığı ve Allah yolunda cimriliğin ağırlığı tarafından yakalanan kimselerdir. Zayıf iradeleri, yılgınlıktan kaynaklanan gevşeklikten ve kalplerinin imandan yoksul olmaları nedeniyle geri kalmış, evlerinde oturmuş kimselerdir. Bu geri bırakılanlar "Allah'ın Rasulüne ters düşmek pahasına güven ve rahat içinde kalmalarına sevindiler. Mücahidleri sıcaklıkla ve zorluklarla başbaşa bıraktılar. Onlar sandılar ki, güven içinde olmak insanların peşinde koşması gereken bir amaçtır. Burada kullanılan "geri bırakılanlar" ifadesi onların ihmal edilen bir eşya veya değersizliğinden dolayı terkedilen bir meta olduğu imajını vermektedir. "Allah yolunda malları ve canları ile cihad etmeyi istemediler" ve "Bu sıcakta savaşa çıkmayın dediler." Bu söz, hiçbir şeye yaramayan gevşek ve yılmış insanların sözüdür. Bunlar mert, yiğit erkeklerin sözü değildir.
Bu insanlar irade zayıflığı, gayretsizliği ve dirençsizliğin en tipik örnekleridir. Onlar çoğu zaman yorgunluklardan korkarlar. Yorulmaktan kaçınırlar. Basit rahatı, onurlu yorgunluğa tercih ederler. Zillet içindeki bir güveni onurlu bir tehlikeye üstün tutarlar. Davaların yükümlülüklerini bilen, ciddi bir şekilde yürüyen safların arkasında yığılıp kalırlar. Dökülürler, fakat bu saf bağlanmış dava erleri engellerle ve dikenlerle dolu yollarına her şeye rağmen devam ederler. Çünkü onlar kendi fıtratlarıyla kavrarlar ki, zorluklarla, engellerle, dikenlerle, mücadele etmek insan fıtratının gereğidir. Bu yiğitliğe yakışmayan oturmaktan, savaştan geri durmaktan ve donuk rahattan daha güzel ve daha tatlıdır.
Ayeti kerime onların bu yaklaşımlarını, gerçeğe ışık tutan ve hafife alan cümlelerle reddetmiştir:
"Bu sıcakta sefere çıkmayın dediler. Onlara "cehennem ateşi bundan daha sıcaktır" deyiniz. Keşke bunu kavrayabilselerdi."
Eğer onlar dünyanın sıcaklığından korkuyor ve gölgelerde sere serpe rahatlamayı tercih ediyorlarsa, peki bundan daha çok sıcak ve daha uzun süre devam edecek olan cehennem sıcaklığı karşısında ne yapacaklardır? Bu gerçekten acı bir hafife almadır. Fakat bununla beraber gerçeği de ifade etmektedir. Ya dünyanın sıcaklığında kısa bir sürede Allah yolunda cihad edeceksin ya da Allah'dan başka hiç kimsenin süresini bilmediği cehennemin ateşine atılacaksın:
"Yaptıklarının karşılığı olarak bundan sonra az gülüp çok ağlasınlar." Burada sözkonusu edilen gülüş, dünya hayatındaki ve onun sayılı günlerindeki gülüştür. Upuzun ahiret günlerinde ise onlar ağlayıp duracaklardır. Allah katındaki bir gün, dünyadaki bin seneye bedeldir.
"Yaptıklarının karşılığı olarak."
Bu işlenen suça göre bir cezadır. Eksiksiz ve adil bir cezadır.
Az zamanda rahatı yorgunluğa tercih eden, ilk seferinde kervandan geri kalan bu insanlar, evet işte bu insanlar mücadele edemezler. Cihad etmeleri beklenemez. Onlara karşı toleranslı ve iyi niyetli olmak doğru olmaz. Kendi arzuları ile katılmadıkları, geri kaldıkları cihadın onurunu kazanmalarına izin vermek yerinde olmaz:
"Eğer Allah sana onlardan bir grubun yanına dönmeyi nasip eder de onlar senden savaşa çıkmak üzere izin isterlerse de ki; "Hiçbir zaman benimle birlikte savaşa çıkmayacak, benimle beraber düşmanla savaşmayacaksınız. Çünkü siz ilk keresinde geride kalmaktan hoşlandınız. O halde şimdi de (kadın, çocuk, yaşlı ve hasta gibi) savaşma gücünden yoksun kimseler ile birlikte evlerinizde oturunuz."
Hiç kuşkusuz davalar, sağlam, dürüst, oturaklı, yürekli uzun zaman mücadeleye dayanan, karakterli insanlara büyük ihtiyaç duyarlar. Zayıf karakterli, rahat düşkünü insanların içinde yer aldığı ordular ise fazla dayanamazlar. Çünkü bu tür insanlar sıkıntıya, dara düştüklerinde hemen cayıverirler. Yılgınlık, sarsıntı ve güçsüzlüğün ordunun içinde yayılmasına neden olurlar. Zaaflarına yenilen ve savaştan geri duranların ordudan ihraç edilip uzaklaştırılması zorunludur. Ancak bu şekilde ordu çöküntüden ve parçalanmadan korunabilir. Zor zamanlarda ordudan geri kalan tehlike geçtikten sonra orduya dönmek isteyen insanlara karşı toleranslı davranmak ise, ordunun sıhhatli yapısına karşı büyük bir cinayet olduğu kadar, uğrunda onca büyük mücadeleler verilen davaya karşı da affedilmez bir cinayettir...
"De ki: Hiçbir zaman benimle birlikte savaşa çıkmayacak, benimle beraber düşmanla savaşmayacaksınız."
Niçin?
"Çünkü siz ilk keresinde geride kalmaktan hoşlandınız..."
Artık siz Allah yolunda savaşa çıkmanın şerefine, bu askeri birliklere katılma şerefini, hakkınızı kaybettiniz. Çünkü cihad ağır bir yük, ağır bir görevdir. Ehli olmayan bu yükü yüklenemez. Bu konuda ne toleranslı davranış ne de yumuşak davranış sözkonusu edilemez.
"O halde şimdi de (kadın, çocuk, yaşlı ve hasta gibi) savaşma gücünden yoksun kimseler ile birlikte evlerinizde oturunuz.
Savaşa katılmayıp evlerinde oturan benzerlerinizle birlikte...
İşte yüce Allah'ın sevgili peygamberine, gösterdiği yol budur. Bu aynı zamanda bu davanın ve bu dava adamlarının hiç değişmeyecek olan her zamanki yoludur. Öyleyse nerede ve ne zaman olursa olsun, dava adamları bu yolu bilmelidirler, tanımalıdırlar.
Yüce Allah Peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun- zor zamanda savaştan geri duranları bir daha orduya almamayı emrettiği gibi, onları onurlandıracak, şereflendirecek en ufak bir harekete dahi yanaşmamasını da emrediyor.
"Onlardan biri ölünce sakın namazını kılma ve sakın mezarı başında dikilme (durma)".
"Çünkü onlar, Allah'ı ve peygamberini tanımadılar ve yoldan çıkmış olarak öldüler."
Tefsir bilginleri bu ayeti açıklayan birtakım özel olaylar aktarırlar. Şu kadar var ki, ayetin anlamı bu özel olaylardan çok daha kapsamlıdır. Bu ayet inanç sistemi uğrunda mücadele eden cemaatin düzeninde köklü bir değer ölçüsünü ortaya koymaktadır. Bu değer ölçüsüne göre, rahatını ve keyfini zorlu olan mücadeleye tercih eden insan, kim olursa olsun herhangi bir şekilde onurlandırılamaz, şereflendirilemez. Ona asla bu imkân tanınmamalıdır. Bireylerin saflardaki yeri belirlenirken asla töleranslı davranılmamalıdır. Bu değerlendirmenin ölçüsü sabır, direnme, kuvvet, ısrar ve yumuşamayan, gevşemeyen kararlılıktır.
Ayeti kerime bu yasağı nedenini de yerinde belirtiyor:
"Çünkü onlar Allah'ı ve peygamberini tanımadılar ve yoldan çıkmış olarak öldüler."
Burada gösterilen neden özel bir nedendir. Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- münafıkların namazını kılmamasını ve onların mezarı başında durmamasını emretmektedir. Fakat, daha önce de belirttiğimiz gibi, burada ifade edilen kural bu özel sebepten daha geniş kapsamlıdır. Cenaze namazını kılmak ve mezarın başında durmak, onurlandırmayı ifade eder. Müslüman cemaatin cihad sırasında orduya katılmayan, insanlara böyle bir onurlandırma yakıştırmaktan kaçınması gerekir ki, insanların değerleri, Allah yolunda harcadıkları çaba, bu çabayı sürdürmedeki sabır, tüm gücünü ortaya koymak suretiyle direnme ile ölçülebilsin. Zorluk anında canlarını ve mallarını geri çekip zorluk geçtikten sonra onurlandırılmış bir şekilde tekrar orduya dönüş yapanlar böylece dışlanmış olsun.
Buradaki onurlandırma onların toplumun nazarında elde ettikleri onurlandırılma değildir. Vicdan dünyasında elde ettikleri içe yönelik onurlandırma hiç değildir.
"Onların malları ve evlatları sakın seni imrendirmesin. Allah bunlar aracılığı ile onların dünya hayatında azaba uğramalarını ve canlarını kâfir olarak vermelerini ister."
Ayetin genel anlamı, diğer ayetlerin seyri içinde anlaşılmıştı. Burada aktarılmasının nedeni ise, daha farklıdır. Burada amaç onların mallarının ve çocuklarının bir değeri olmadığını ortaya koymaktır. Zira bunlara imrenmek bilinç altında da olsa, onlara bir değer verdiğimizi ifade eder. Halbuki onlar değer verilmeyi hak etmemişlerdir. Ne dış görünüş açısından ne de bilinç olarak... Burada ifade edilmek istenen, onların ve sahip olduklarının basitliği ve değersizliğidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder