BESMELE

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيمِ

10 Temmuz 2009 Cuma

UZMANLAŞMIŞ İNATÇI MÜNAFİK

Tevbe Suresi

UZMANLAŞMIŞ İNATÇI MÜNAFİK

101- Gerek çevrenizdeki Bedeviler içinde ve gerekse Medine halkı arasında ikiyüzlülükte uzmanlaşmış kaşarlanmış münafıklar vardır. Sen onları bilmezsin, ancak biz biliriz. Onları iki kez azaba çarptıracağız, sonra da büyük azaba uğratılacaklardır.

Bu surede gerek Medineli ve gerekse Bedevi Arap kökenli münafıklardan daha önceki ayetlerde genel anlamda sözedilmiş, onların kimlikleri açığa vurul muştu. Fakat bu ayette özel bir münafık gruptan sözediliyor. Bunlar ustalaşmış, uzmanlaşmış, kaşarlanmış, inatçı ve iflâh olmaz münafıklardır. Öyle ki bütün ön sezisine ve bu konudaki deneyimliliğine rağmen, Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bunların durumunu farkedemiyor. Ama acaba durumun sonu ne oluyor?

Yüce Allah, gerek Medineliler arasında, gerekse şehrin çevresinde yaşayan bedeviler arasında böyle bir grubun bulunduğunu haber veriyor. Arkasından bu gizli, aldatıcı ve kaşarlanmış şebekenin tuzaklarını, komploları karşısında Peygamberimize ve yanındaki mü'minlere güvence veriyor. Aynı zamanda iki yüzlülüğü sanat haline getirmiş bu usta münafıklara da şu tehdidi yöneltiyor: Onların yakasını kesinlikle bırakacak değildir. Kendilerini hem dünyada, hem de ahirette katmerli azaba çarptıracaktır. Okuyoruz:

"Sen onları bilmezsin, ama biz biliriz. Onları iki kez azaba çarptıracağız, sonra da büyük azaba uğratılacaklardır."

Acaba dünyada görecekleri bu "iki azap" ne anlama geliyor? Bu ifadenin ilk akla gelen yorumu şudur: Bunlar bin yandan müslüman toplum içinde sürekli endişe içinde yaşıyorlar, acaba hangi gün durumları ortaya çıkacak diye hep kuşku içindedirler, dünyada çektikleri iki azabın biri budur. Öbür dünya azabı ile ise ölürken yüzyüze geleceklerdir. O sırada melekler ruhlarını sorguya çekerken bir yandan da yüzlerine ve sırtlarına darbeler indireceklerdir. Bu deyimin bir başka yorumu da şöyle olabilir: Bu münafıklar, müslümanların her zaferi, düşmanlarını her yenişi karşısında hayal kırıklığına düşerler, yüreklerine hayıflanma duygusu çöker. Bu anlar için bir azaptır. Bunun yanısıra münafıklıklarının açığa çıkacağı kuşkusu ve sert sindirme önlemlerine hedef olacağı korkusu da sürekli biçimde pençesinde kıvrandıkları bir başka azaptır. Hiç kuşkusuz, sözleri ile ne kasdettiğini en iyi bilen, yüce Allah'ın kendisidir.

Karşıt iki düzey arasında iki düzey daha yer alıyor. Bunlar her iki tarafa da eğilimlidirler. İşte arada yer alan iki düzeyden biri şu şekilde anlatılmaktadır.

TEVBE EDENLER

102- Savaşa katılmayanların bir bölümü de suçlarını itiraf ettiler ve iyiliği kötülüğe eklediler. Belki Allah onların tevbesini kabul eder. Hiç kuşkusuz Allah affedicidir, merhametlidir.

103- Mallarının bir bölümünü sadaka olarak al ve bu yolla onları temizle, günahlardan arındır. Onlara dua et, çünkü senin duan onlara gönül huzuru sağlar. Allah her şeyi işitir ve bilir.

104- Onlar Allah'ın kullarının tevbelerini kabul ettiğini ve sadakaları aldığını, zaten tevbelerin kabul edicisi ve merhamet edici olduğunu bilmiyorlar mı?

105- Onlara de ki: "İstediğiniz gibi davranınız, yaptığınız işleri hem Allah, hem Peygamber, hem de mü'minler göreceklerdir. Sonra görünür-görünmez her şeyi bilen Allah'ın huzuruna çıkarılacaksınız da, O size neler yaptığınızı haber verecektir.

Açıkça görüldüğü gibi yüce Allah'ın Peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun- bu gruba karşı belli bir uygulamada bulunmasını emretmesi, bu grupta yeralanların Peygamberimiz tarafından teker teker bilindiğinin kanıtıdır.

Bu ayetlerin, Peygamberimizin çıktığı Tebük seferine katılmayan, Medine'de kalmayı tercih eden belli ve özel niteliklere sahip bir grup hakkında indiği rivayet edilir. Bunlar işledikleri günahın ağırlığını hissetmiş, suçlarını itiraf etmiş, tevbelerinin kabul olunmasını dilemişlerdi. Geride kalan onlardı. Hiç kuşkusuz bu, çirkin bir davranıştır. Pişmanlık duyan, tevbe eden de onlardı. Bu da iyi bir davranıştı.

Ebu Cafer b. Cerir et-Taberi şöyle der:

Bana Huseyn b. Ferec'den anlatıldı. O da Ebu Muaz'dan dinlemiş, ona da Ubeyd b. Selman anlatmış, o da Dahhak'ın bu ayet hakkında şöyle dediğini işitmiş: "Savaşa katılmayanların bir bölümü de suçlarını itiraf ettiler ve iyiliği kötülüğe eklediler."

Bu ayet Ebu Lübabe ve arkadaşları hakkında inmiştir. Tebük seferine çıkarken Peygamberimize katılmamışlardı. Peygamberimiz seferden dönüp Medine'ye yakın bir yere geldiğinde, bunlar sefere çıkmadıklarına pişman olmuşlar ve "Biz gölgeliklerde, yemekler ve karılar arasında olacağız, Allah'ın peygamberi de cihadla, cihaddan dönüşle meşgul olacak? Allah'a andolsun ki, kendimizi direklere bağlayacağız ve peygamber gelip bizi mazur görüp serbest bırakıncaya kadar kendimizi çözmeyeceğiz" demişler, sonra da kendilerini bağlamışlardı. Ancak üç tanesi kendilerini direklere bağlamamışlardı. Peygamberimiz seferden dönmüş, mescide uğramıştı. Bunu, her sefer dönüşü yapardı. O sırada bunları görmüştü. Kim olduklarını sormuş, "Ebu Lübabe ve arkadaşlarıdır, seninle birlikte sefere katılmadılar ey Allah'ın peygamberi. Bu yüzden gördüğün gibi kendilerini bağlamışlar ve sen onları serbest bırakmadıkça kendilerini çözmemeyi Allah'a va'd etmişler" demişlerdi. Bunun üzerine Peygamberimiz salât ve selâm üzerine olsun- "Onları serbest bırakma emri olmadıkça çözmeyeceğim, Allah onları mazur saymadıkça özürlerini kabul etmeyeceğim. Çünkü onlar, müslümanların çıktığı sefere katılmaktan kaçındılar" demişti. Bunun üzerine yüce Allah, "Savaşa katılmayanların bir bölümü de suçlarını itiraf ettiler ve iyiliği kötülüğe eklediler. Belki Allah onların tevbesini kabul eder" ayetini indirdi. "Belki" sözü, yüce Allah için kesinlik ifade eder. Nitekim Allah'ın peygamberi onları serbest bırakmış, özürlerini kabul etmişti.

Bunların dışında daha birçok rivayet vardır. Bu rivayetlerden birinde, bu ayetin sadece Ebu Lübabe hakkında indiği anlatılır: "Ebu Lübabe Beni Kureyze olayına, yani onların kılıçtan geçirecekleri savaşa katılmadığı için, onun hakkında inmiştir." Fakat bu rivayet uzak bir ihtimaldir. Bu ayetlerle Beni Kureyze olayı birbirinden uzaktır. Aynı şekilde bu ayetlerin Bedeviler hakkında indiği de rivayet edilir... İbn-i Cerir bütün bu rivayetleri şu şekilde değerlendirir: Bu görüşler arasında doğruya en yakın olanı, "Bu ayet peygamberle birlikte sefere çıkmayan, cihadda onun yanında yeralmayan, Bizans'a karşı sefere çıkarken, yani Tebük'e doğru yolalırken ona katılmayan, böylece son derece kötü bir davranış sergileyen kimseler hakkında inmiştir. Bunlar bir gruptular. Biri de Ebu Lübabe idi" diyen görüştür.

Bu sözler arasında doğruya en yakın olanı budur" dememizin nedeni, yüce Allah'ın: "Savaşa katılmayanların bir bölümü de suçlarını itiraf ettiler" buyurmasıdır. Bununla, yüce Allah suçlarını itiraf edenlerin bir grup olduğunu haber vermiştir. Suçunu itiraf eden ve kendini Beni Kureyza kalesinin direğine bağlayan Ebu Lübabe'den başkası değildi.

Bu böyle olduğuna göre ve yüce Allah, "Savaşa katılmayanların bir bölümü de suçlarını itiraf ettiler" sözüyle suçlarını itiraf edenlerin bir grup olduğunu bildirdiğine göre, bu şekilde nitelendirilenlerin birden fazla oldukları açığa kavuşuyor. Zaten bu sıfatın bir gruba ait olması da gayet açıktır. Zaten, diğer yazarların ve tarihçilerin anlattıkları ve tefsircilerin üzerinde birleştikleri nokta, onu yapanların Tebük seferinden geri kalan gruptan başkası olmadığıdır. Bununla da, bizim görüşümüz doğrulanmıştır. "Bunlardan biri de Ebu Lübabe idi" deyişimizin nedeni de, tefsircilerin bu konuda görüş birliği içinde olmalarıdır.

Yüce Allah savaştan geri kalan, sonra da suçunu itiraf eden ve tevbe eden bu grubun niteliğini hatırlatırken, ardından şu değerlendirme yeralıyor:

"Belki Allah onların tevbesini kabul eder. Hiç kuşkusuz Allah affedicidir, merhametlidir."

İbn-i Cerir'in de dediği gibi, "Belki" sözü; yüce Allah için kesinlik ifade eder. Bu istek, isteklere karşılık verme gücüne sahip olan yüce Allah'dan gelmektedir. Suçunu bu şekilde itiraf etmek, işlenen suçun ağırlığının bilincinde olmak, kalbin diriliğine ve duyarlılığına kanıt oluşturmaktadır. Bu yüzden tevbenin kabul olunması umulur. Bağışlayan ve merhamet eden yüce Allah'ın bağışlaması ümit edilir. Nitekim yüce Allah, tevbelerini kabul etmiş, onları bağışlamıştı.

Sonra yüce Allah Peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyurmuştu:

"Mallarının bir bölümünü sadaka olarak al ve bu yolla onları temizle, günahlardan arındır. Onlara dua et, çünkü senin duan onlara gönül huzuru sağlar. Allah her şeyi işitir ve bilir."

Bu gönüllerde pişmanlık ve tevbe duygularını uyandıran bu duyarlılık, yatıştırılmalıydı. Huzur verici bir şefkati ve ümit kapılarının açılmasını haketmişlerdi. Ama bir hareketi yöneten, bir ümmeti eğiten ve bir sosyal düzeni inşa eden Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- onların hakkında yüce Allah'dan bir emir gelmedikçe ihtiyatlı davranmayı tercih etmişti.

İbn-i Cerir diyor ki, bana Muhammed b. Sa'd anlattı, ona da amcası anlatmış, ona da babası, kendi babasından Abdullah b. Abbas'ın şöyle dediğini anlatmış:

"Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Ebu Lübabe ve arkadaşlarını serbest bıraktığı zaman, Ebu Lübabe ve arkadaşları gidip mallarını Peygamberimize getirdiler ve "Malımızın bir bölümünü al ve Allah yolunda dağıt, bize dua et" dediler. "Bizim için bağışlanma dile, bizi temizle" diyorlardı. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Bana emredilmediği sürece mallarınızdan hiçbir şey almayacağım" dedi. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: "Mallarının bir bölümünü sadaka olarak al ve bu yolla onları temizle, günahlardan arındır. Onlara dua et, çünkü senin duan onlara gönül huzuru sağlar." Yüce Allah, "İşledikleri günahlardan dolayı onlar için bağışlanma dile" buyuruyor. Bu ayet inince Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- mallarının bir kısmını aldı ve onlar için sadaka olarak dağıttı."

İşte yüce Allah, iyi hallerini ve tevbelerinin gerçekliğini bildiğinden, onlara bu şekilde iyilikte bulunmuş, peygamberine mallarından bir kısmını alıp onlar adına sadaka olarak dağıtmasını, onlara dua etmesini emretmişti. Ayette geçen "salât" kelimesi, "dua" anlamındadır. Onlardan sadaka alınması, yeniden müslüman cemaatin gerçek üyeleri olduklarını hissetsinler diyedir. Artık cemaat içindeki görevlerini yerine getiriyor, sorumluluklarını üstleniyorlar. Cemaatten ayrı düşmemişler ve kopmamışlar. Dolayısıyla bu sadakaları vermeleri onlar için temizlik ve günahlardan arınmadır. Hz. Peygamber'in onlara dua etmesi de, yeniden güven kazanma ve iç huzurudur.

"Allah her şeyi işitir ve bilir."

Duaları işitir, kalplerde gizli olan duyguları bilir. İşittiğine ve bildiğine göre hükmeder. Bu, her şeyi işiten ve bilen yüce Allah'ın hükmetmesidir. Kulları hakkında karar veren sadece O'dur. Tevbelerini kabul eden, sadakalarını alan O'dur. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- sadece Rabbinin emrini uygular. Bu konuda kendi başına herhangi bir karar verme yetkisine sahip değildir. Aşağıdaki ayette yüce Allah bu gerçeği vurgulamak için şöyle buyuruyor:

"Onlar Allah'ın kullarının tevbelerini kabul ettiğini ve sadakaları aldığını, zaten tevbelerin kabul edicisi ve merhamet edici olduğunu bilmiyorlar mı?"

Bu soru, bir gerçeği vurgulama amacına yöneliktir ve şu anlamı ifade etmektedir. Bilsinler ki, tevbeleri kabul eden, sadakaları alan yüce Allah'dır. Kullarını bağışlayan, onlara merhamet eden yüce Allah'dır. Bu konuda onun dışında hiç kimsenin yapabileceği bir şey yoktur. İbn-i Cerir'in de dediği gibi, "Şayet Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- savaştan geri kalanları, kendilerini bağladıkları direklerden çözmemişse, yüce Allah onları serbest bırakıp izin vermedikçe sadakalarını kabul etmemişse; konunun kendisini ilgilendirdiğini ve sadece yüce Allah'ın yetkisinde olduğunu bildiği içindir. Bu konuda Hz. Muhammed'in hiçbir yetkisi yoktur. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- terketmek, serbest bırakmak ve sadakaları almak gibi şeyleri Allah'ın emri ile yapar.

Sonunda söz, savaştan geri kalan ama tevbe edenlerden açılıyor:

"Onlara de ki: "İstediğiniz gibi davranınız, yaptığınız işleri hem Allah, hem Peygamber ve hem de mü'minler göreceklerdir. Sonra görünür-görünmez her şeyi bilen Allah'ın huzuruna çıkarılacaksınız da, O size neler yaptığınızı haber verecektir."

Çünkü islâm sistemi, inanç ve inancı doğrulayan hareket sistemdir. Dolayısıyla onların tevbelerinin doğruluk ölçüsü Allah, peygamber ve mü'minler tarafından görülecek şekilde ortaya koydukları davranışlardır. Ahirette ise; görünür-görünmez her şeyi bilen, uzuvların yaptıklarından ve göğüslerin gizlediklerinden haberdar olan yüce Allah'ın huzurunda toplanacaklardır.

Son aşama pişmanlık duymak ve tevbe etmek değildir. Pişmanlık ve tevbeden sonra sergilenen davranış biçimi önemlidir. Bu psikolojik duyguları doğrulayan ya da yalanlayan, kökleştiren ya da bu duyguları uyandıktan sonra yok eden, bu davranışlardır.

İslâm pratik hayatın sistemidir. Pratik harekete dönüşmedikçe, duygu ve niyetler yeterli değildir. Hiç kuşkusuz iyi niyet önemli bir başlangıçtır. Ama tek başına iyi niyet, hüküm ve karşılık verme için ölçü olamaz. İyi niyet hareketle birlikte değerlendirilir ve hareketin değerini de iyi niyet belirler. "Ameller niyetlere göredir" hadisinin anlamı budur... Ameller... Niyetler yeterli değildir!.

TEVBE EDİP DE İŞLERİ ALI.AH'A KALANLAR

106- Savaşa katılmayanların bir başka bölümü daha var ki, onların işleri doğrudan doğruya Allah'ın iradesine kalmıştır. O, onları ya azaba çarptırır ya da tevbelerini kabul eder. Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir.

Bunlar Tebük seferinden geri kalanların son kısmıdır. Ve bunlar münafıkların, özürlülerin, hata yaptıklarının farkına varıp tevbe edenlerin dışındaki bir gruptur. Bu grubun durumu, bu ayetin inişine kadar kesinlik kazanmamıştı.

Durumları Allah'a bırakılmıştı. Ne kendileri, ne de diğer insanlar durumun ne olacağını bilmiyorlardı... Bu ayetin, haklarında verilecek karar sonraya bırakılmış, yani tevbeleri konusunda haklarındaki hüküm ertelenmiş üç kişi hakkında indiği rivayet edilir. Bunlar, Mürare b. Rebi, Ka'b b. Malik ve Hilal b. Ümeyye idi. Tembellikten ve yakıcı sıcağın etkisiyle dinlenmenin çekiciliğine kapılmaktan dolayı gevşek davranmış ve Tebük seferine katılmamışlardı. Sonra Peygamberimizle -salât ve selâm üzerine olsun- onlar arasında bir diyalog olmuştu. Gelecek derste bu konu ayrıntılı biçimde açıklanacaktır.

İbn-i Cerir, doğrudan doğruya İbn-i Abbas'dan şöyle rivayet eder: "Mallarının bir bölümünü sadaka olarak al ve bu yolla onları temizle, günahlardan arındır." ayeti indiği zaman, Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Ebu Lübabe ve arkadaşlarının mallarının bir bölümünü aldı. Ebu Lübabe'ye katılmayan, mazur olduklarını kanıtlamayan, herhangi bir şey söylemeyen, dolayısıyla mazur sayılmayan üç kişi kaldı. Yeryüzü bunca genişliğine rağmen onlara dar gelmişti. Bunlar haklarında yüce Allah'ın "Savaşa katılmayanların bir başka bölümü daha var ki, onların işleri doğrudan doğruya Allah'ın irâdesine kalmıştı. O, onları ya azaba çarptırır, ya da tevbelerini kabul eder. Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir." dediği kimselerdir. Bunun üzerine bazıları, "Mahvoldular, çünkü mazur sayılmadılar" demeye başladı. Bazıları da, `Belki Allah onları affeder" dediler. Böylece durumları yüce Allah'ın iradesine bırakıldı. Sonra şu ayet indi: "Allah peygamberin ve zor anda onun peşinde giden muhacirler ile ensarın tevbelerini kabul etmiştir." Yani onunla birlikte Şam seferine çıkanların... "O sırada onlardan bir grubun kalpleri kaymanın eşiğine gelmişti. Arkasından O, tevbelerini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı son derece şefkatli ve merhametlidir."

Sonra yüce Allah şöyle buyurdu: "Hükümleri ertelenen o üç kişinin de tevbesini kabul etti." Yani durumları yüce Allah'ın iradesine bırakılanların tevbeleri kabul edildi, onlar da bağışlananların kapsamına alındı. Yüce Allah şöyle buyurdu: "Sonunda yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar geldi. Can sıkıntısından patlayacak gibi oldular." "Hiç kuşkusuz Allah tevbelerin kabul edicisidir, merhametlidir."

İbn-i Cerir bunu İkrime'den, Mücahitten, Dahhak'tan, Katade'den ve İbn-i İshak'dan da rivayet etmiştir. Bu rivayetin doğru olma ihtimali daha baskındır. Hiç kuşkusuz en doğrusunu Allah bilir.

Madem ki, bu üç kişinin durumu yüce Allah'ın iradesine bırakılmış ve haklarında bir karar verilmemişti, biz de inşaallah yerinde ele almak üzere yapacağımız açıklamayı erteliyoruz.

MÜNAFIKLAR VE DİRAR MESCİDİ

107- Savaşa katılmayanların bir başka grubu da islâma zarar vermek, kâfirliği pekiştirmek, mü'minler arasında ayrılık tohumu ekmek, daha önce Allah'a ve Peygamber'e karşı savaşmış birine gözetleme yeri hazırlamak amacı ile bir mescid yaptılar. Onlar, "iyilikten başka bir amacımız yoktu" diye yemin edeceklerdir. Oysa Allah şahittir ki, onlar yalan söylüyorlar.

108- Orada asta namaza durma. İlk gününden itibaren Allah korkusu temeli üzerine kurulan mescid, içinde namaz kılmana daha lâyık bir yerdir. Orada günahlardan arınmayı özleyen kimseler vardır. Allah günahlardan arınanları sever.

109- Yapısını Allah korkusu ve hoşnutluğu temeli üzerine kuran mı hayırlıdır, yoksa yapısını kaymak üzere olan bir yarın kendi üzerinde kurup da o yarla birlikte cehenneme kayan kimse mi hayırlıdır? Allah zalimler güruhunu doğru yola iletmez.

110- Yaptıkları o yapı kalpleri paralanana kadar, yüreklerinde bir kuşku kaynağı olmaya devam edecektir. Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir.

Zarar amaçlı mescid (mescidi dırar) olayı, Tebük seferi sırasında yaşanmış bir olaydır. Bunun için bu mescidi yapan münafıklar, diğer münafıklardan ayrı tutulmuş ve o günkü müslüman toplumdaki genel gruplar sunulduktan sonra bağımsız bir bölümde onlardan söz edilmiştir.

İbn-i Kesir tefsirinde .şöyle der: "Bu ayetlerin indiriliş sebebi şudur: Pëygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Medine'ye gelmeden önce, Hazreç kabilesinden Rahip Ebu Amr denen bir adam vardı. Cahiliye döneminde hristiyan olmuş, ehl-i Kitab'a ait bilgiler okumuştu. Cahiliye döneminde tek başına ibadet ederdi. Hazreç kabilesinde büyük bir saygınlığa sahipti. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Medine'ye hicret ettiği, müslümanların etrafında toplandığı, artık islâmın sesi yükselmeye başladığı ve yüce Allah Bedir günü onlara zafer bahşettiği zaman, mel'un Ebu Amr salyalarını dökerek düşmanlığını açığa vurdu. Sonra da kaçıp Mekke kâfirlerinin, Kureyş müşriklerinin yanına gitti. Onlar Peygamberimize karşı savaşmaya teşvik etti. Kendilerine katılan diğer Arap kabileleriyle birlikte Uhud savaşı yılı harekete geçtiler. O sene müslümanlara olan oldu. Allah onları imtihandan geçirdi ve sonuçta Allah'dan korkanlar kazandı. İşte bu fasık herif, iki saf arasında bazı çukurlar kazmıştı. Bu çukurlardan birine Peygamberimiz de düşmüştü. O gün yaralanmış, yüzü yarılmıştı. Sağ alt dişlerinden biri kırılmıştı. O gün Peygamberimizin başı da yarılmıştı. Savaş başlamadan önce Ebu Amr, kavmi olan Ensar'a doğru seslenmiş, onları kendisine yardım etmeye, kendisine uymaya çağırmıştı. Onun sesini tanıdıkları zaman şöyle karşılık vermişlerdi: "Allah seni kör etmiş ey fasık, ey Allah'ın düşmanı "Onu kovalayıp sövmüşlerdi. O da, "Allah'a and olsun ki,. kavmim benden sonra bozulmuş" diyerek geri dönmüştü.

Kaçmadan önce Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- onu Allah'ın dinine çağırmış, ona Kur'an okumuştu. Müslüman olmak istememiş, inatlaşmıştı. Bunun üzerine Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Uzak ve kovulmuş olan ölsün" diye beddua etmişti. İşte bu beddua tutmuştu. Şöyle ki, bu adam Uhud savaşı sonrasında Peygamberimizin gitgide güçlendiğini ve üstünlük sağladığını görmüştü. Bunun üzerine Bizans İmparatoru Heraklius'un yanına gitmiş ve Hz. Peygamber'e karşı ondan yardım istemişti. İmparator ona yardım sözü vermiş, iyilikte bulunmuş ve yanında tutmuştu. Bunun üzerine Ensar arasındaki bir grup münafık ve kararsızlıklara bir mektup yollayarak; yakında bir orduyla gelip Hz. Peygamberle savaşacağını, onu yenip geldiği yere göndereceğini va'detmişti. Bunun için kendisine bir sığınak hazırlamalarını, böylece göndereceği mesajları orada almalarını istemişti. Bu, aynı zamanda geldiğinde kendisi için de bir karargâh olacaktı. Bunun üzerine Kuba mescidinin yakınında bir mescid inşa etmeye başladılar. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Tebük seferine çıkmadan önce, binayı tamamladılar. Peygamber'den yanlarına gelmesini, mescidlerinde namaz kılmasını istediler. Amaçları, peygamberin namazını mescidlerinin meşruluğuna kanıt olarak kullanmaktı. Ayrıca bu mescidi, sırf karanlık gecelerde zayıf ve sakatların namaz kılmaları için inşa ettiklerini söylediler. Fakat yüce Allah, peygamberini orada namaz kılmaktan korudu. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Şu anda sefere çıkmak üzereyiz, dönüşte inşaallah" dedi. Peygamberimiz Tebük seferinden Medine'ye dönerken, iki veya üç günlük yolu kalmışken, Cebrail -selâm üzerine olsun- indi ve bu zarar amaçlı mescid hakkında (Mescid-i Dirar) haber verdi. Bunu kuranların daha ilk günden takva esası üzerine kurulan kendi mescidlerindeki -Kuba mescidi- mü'min cemaat arasında ayrılık çıkarmayı amaçladıklarını, niyetlerinin küfür olduğunu bildirdi. Bunun üzerine Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Medine'ye varmadan önce müslümanların gidip o mescidi yıkmalarını emretti. (İbn-i Kesir bunu, İbn-i Abbas'dan, Said b. Cübeyr'den, Mücahit'ten, Urve b. Zübeyr'den ve Katade'den de rivayet etmiştir.)

İşte Peygamberimizin bu dirar mescidine (zarar amaçlı) gidip namaz kılmaması, ilk mescidde, yani ilk günden beri takva temeli üzerine kurulan Kuba mescidinde namaz kılması emredilmiştir. Bu mescidde arınmak isteyen kimseler yer almaktadır.

"Allah günahlardan arınanları sever."

Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- döneminde islâm ve müslümanlara bir komplo merkezi olarak kurulan bu mescid, -Mescid-i Dirar- sırf müslümânlara zarar verme, Allah'ı inkâr etme, gizliden gizliye müslüman topluma komplolar düzenleyenlerin toplantılarını kamufle etme ve din perdesi altında bu dine darbeler indiren, din düşmanlarının yardımlaşmalarını örtbas etme amacına yöneliktir.

Bu mescid, bu dinin düşmanlarının başvurduğu iğrenç planlara uygun olarak değişik görünümler altında ortaya çıkmaktadır. Görünürde islâmdan yana, gizliden gizliye de islâmı ortadan kaldırma ya da kötüleme yahut karıştırma veya basitleştirme amacına yönelik bir hareket olarak belirir. Kimi zaman, arkasına gizlenip bu dine darbeler indirmek için din maskesine bürünen rejimlerin kılığında ortaya çıkar bu mescid. Bu mescid, bazen islâmın boğazlandığını, yok edildiğini görüp de bu yüzden üzülenleri uyutmak için çeşitli örgütler, kurumlar, islâmdan söz eden kitap ve araştırmalar kılığında ortaya çıkar. Böylece islâmın ortadan kaldırıldığına üzülen insanlar bu teşkilâtlar ve kitaplar aracılığı ile, "İslâm ayaktadır, onun için korkacak bir şey yok, üzülmeniz yersizdir" telkinleriyle uyutulurlar. Bu zarar amaçlı mescid, değişik görünümler altında ortaya çıkmış, çıkmaya devam edecektir de.

Zarar amaçlı mescidler (Mescid-i Dirarlar) birçok görünümler altında belirebilecekleri için, bunları ortaya çıkarmak üzerlerindeki yanıltıcı maskeleri indirmek, gerçek mahiyetlerini ve gizli amellerini insanlara açıklamak kaçınılmazdır. Aşağıdaki net ve güçlü açıklama, Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun; döneminde Dirar mescidinin ne şekilde ortaya çıkarıldığına bizim için bir örnek oluşturmaktadır.

"Savaşa katılmayanların bir başka grubu da islâma zarar vermek, kâfirliği pekiştirmek, mü'minler arasında ayrılık tohumu ekmek, daha önce Allah'a ve Peygamber'e karşı savaşmış birine gözetleme yeri hazırlamak amacı ile bir mescid yaptılar. Onlar, "iyilikten başka bir amacımız yoktu" diye yemin edeceklerdir. Oysa Allah şahittir ki, onlar yalan söylüyorlar."

"Orada asla namaza durma. İlk gününden itibaren Allah korkusu temeli üzerine kurulan mescid, içinde namaz kılmana daha lâyık bir yerdir. Orada günahlardan arınmayı özleyen kimseler vardır. Allah günahlardan arınanları sever."

"Yapısını Allah korkusu ve hoşnutluğu temeli üzerine kuran mı hayırlıdır, yoksa yapısını kaymak üzere olan bir yarın kenarı üzerinde kurup da o yarla birlikte cehenneme kayan kimse mi hayırlıdır? Allah zalimler güruhunu doğru yola iletmez."

"Yaptıkları o yapı, kalpleri paralanana kadar, yüreklerinde bir kuşku kaynağı olmaya devam edecektir. Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir."

"Kur'an'ın eşsiz ifade tarzı burada hareket dolu bir tablo çiziyor. Bu tablo, zarar amaçlı mescid ile, hedeflenen amaca yönelik olarak takva mescidinin yanında inşa edilen tüm mescidi dirarların akıbetini açıklıyor. Perde arkasında iğrenç niyetleri gizleyen yanıltıcı her girişimin sonucunu ortaya koyuyor. Aynı şekilde günahlardan arınmak için çabalayanlara, kendilerine yönelik komplolara karşı güvence veriyor. Komplocular, istedikleri kadar iyilik sever pozlarına bürünsünler, onlara hiçbir zarar veremeyeceklerdir:

"Yapısını Allah korkusu ve hoşnutluğu temeli üzerine kuran mı hayırlıdır, yoksa yapısını koymak üzere olan bir yarın kenarı üzerinde kurup da o yarla birlikte cehenneme koyan kimse mi bayırlıdır? Allah zalimler grubunu doğru yola iletmez."

Bir an durup, köklü, sağlam ve güvenli takva binasına bir göz atalım. Sonra öbür tarafa bakıp, zarar binasını kurmak için alelacele başlatılan hareketi gözleyelim. Bu bina, kaymak üzere olan bir yarın kenarı üzerinde kurulmuştur... Kaymaya yüz tutmuş bir uçurumun kenarında yıkılmaya müsait kaygan bir zemin üzerinde kurulmuştur. Bir an bakıyoruz ki, bu bina sarsılıyor, kayıyor, yıkılıyor... Çöküyor... Darmadağın oluyor... Uçuruma yuvarlanıp gidiyor... Uçurum bu binayı tutuyor birden... Korkunç bir şey!.. Bu uçurum cehennem ateşidir... "Allah zalimler güruhunu doğru yola iletmez."

Bu dine komplo düzenlemek için bu binayı kuran müşrik-kâfirleri Allah doğru yola iletmez.

Dehşet verici bir sahnedir bu. Hareket dolu, etkileyici bir sahne. Bu sahneyi birkaç kelime tasvir edip canlandırıyor... Amaç, komplocu, kâfirlik ve münafıklık davaları karşısında, hak davasının bağlılarının kendilerinden ve davalarının akıbetinden emin olmalarını sağlamaktır. Komplo ve zarar verme temelleri üzerine yapılarını yükseltenler karşısında, takva temeline dayalı olarak yapılarını kuranlara güvence vermektedir.

Kur'an'ın eşsiz ifadesinin canlandırdığı son sahne, dirar mescidinin kötü kurucularının kişiliklerinin üzerindeki etkilerine ilişkindir. Bu etkiler, bütün dirar mescidlerinin kurucuları için geçerlidir.

"Yaptıkları o yapı, kalpleri paralanana kadar, yüreklerinde bir kuşku kaynağı olmaya devam edecektir. Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir."

Kuşkusuz yar yıkılıp gitmiş, üzerinde kurulan zarar amaçlı yapıyı da sürükleyip götürmüştü. Cehennem ateşine yuvarlanmıştı. Ne kötü bir sonuç... Ama bu yapının etkileri, kurucularının gönüllerinde birikim olarak kaldı. Kuşku, kararsızlık, sıkıntı ve şaşkınlık olarak kaldı. Bu durum kesintisiz devam edecek ve bu gönüller huzur yüzü görmeyecek, güven duygusu nedir bilmeyecek, kesinlikle istikrar huzur yüzü görmeyecek, güven duygusu nedir bilmeyecek, kesinlikle istikrar bulmayacaktır. En sonunda içlerindeki bu utanç, gönüllerini paralayacak, yok edip gidecektir.

Yıkılmaya yüz tutmuş yapının oluşturduğu tablo, kuşkunun, sıkıntının, huzursuzluğun tablosudur. Biri maddi, diğeri duygusal bir tablodur. Bu iki tablo, Kur'an'ın eşsiz ifade tarzının canlandırdığı olağanüstü bir sanat paletinde canlandırılıyorlar. Her iki tabloyu insanlığın pratik hayatında sürekli ve defalarca gözlemlemek mümkündür. Çünkü komplocu ve düzenbaz kimseler, sarsılmış bir inanca, kararsız bir vicdana sahip kimselerdir. Huzur ve güvene kavuşmaları mümkün değildir. Gözledikleri şeylerin açığa çıkmasından tedirgindirler. Güven ve huzur yüzü görmeden sürekli kuşku içinde yaşarlar.

İşte harikulâde sanat fırçası ile psikolojik bir gerçeği böylesine ahenkli bir biçimde, bu denli bir ifade ve tasvir kolaylığı ile çizen Kur'an'ın erişilmez ifade tarzı...

Bütün bunların gerisinde; Kur'an'ın ifade yönteminde, Mescid-i Dirar ve kurucularını ortaya çıkarmada, toplumu iman düzeylerine göre açık bir şekilde sınıflandırmada, islâmi hareketin yolunu belirlemede ve her yönüyle hareket imkânı bulacağı ortamın özelliğini ortaya koymada gözettiği hikmet yatmaktadır.

Kuşkusuz Kur'an-ı Kerim, müslüman topluma önderlik etme, onu yönlendirme, uyarma ve onu büyük görevine hazırlama işlevini görüyordu. Bu Kur'an, dehşet verici hareket ortamında okunmadıkça anlaşılmaz. Böyle bir ortamda, böylesine görkemli bir hareket içinde, onunla birlikte yol alanlardan başkası anlayamaz Kur'an'ı...

MÜSLÜMANLAR VE DİĞER TOPLUMLAR '

Müslüman toplum ile diğer topluluklar arasındaki ilişkileri düzenleyen nihai hükümlerin geri kalanını içeren surenin bu son bölümü ya da son dersi; müslüman ile' Rabbi arasındaki ilişkileri belirlemek, müslümanın benimsediğini ilan ettiği islâmını tabiatını açığa kavuşturmak, bu dinin bir müslümana yüklediği sorumlulukları ve islâmın birçok alandaki stratejisini açıklamakla başlıyor:

1) İslâma girmek, alışveriş yapan iki taraf arasında gerçekleşen bir satış sözleşmesidir. Bu sözleşmede yüce Allah alıcı, mü'min de satıcıdır. Allah'la yapılan bu alışverişten sonra, bir mü'min canını ve malını; Allah için, onun sözünün yücelmesi, bütünüyle onun dininin egemen olması uğrunda, Allah yolunda cihad için harcamaktan kaçınamaz. Çünkü mü'min, bu alışveriş sözleşmesinde, canını ve malını belirlenmiş ve bilinen bir ücret karşılığında Allah'a satmıştır. Bu ücret, cennettir. Aslında bu paha biçilmez bir ücrettir. Ama yüce Allah lütfediyor, mü'minlere iyilikte bulunuyor:

"Allah mü'minlerin mallarını ve canlarını karşılığında kendilerine cenneti vermek üzere satın aldı. Onlar Allah yolunda savaşırlar, bu yolda kimi zaman öldürürler ve kimi zaman da öldürülürler. Bu Allah'ın üzerine borç aldığı ve hem Tevrat'ta, hem İncil'de, hem de Kur'an'da yer verdiği bir sözdür. Allah'dan daha çok sözünde duran kim olabilir ki? O halde yaptığınız bu alışverişe sevininiz. İşte büyük kurtuluş, büyük başarı budur. (Tevbe Suresi 111)

2) Bu satışı yapanlar, bu alışveriş sözleşmesini gerçekleştirenler ayırıcı nitelikleri bulunan seçkin bir kitledir. Bu niteliklerden bazısı duygu ve bilinç alanında, yüce Allah ile direkt ilişkiye giren kendi ruhlarına özgüdür. Bu sorumluluklar, yeryüzünde Allah'ın dinini egemen kılmak için bilinç planındaki inancı davranışlara yansıtmak, iyiliği emredip kötülüğü yasaklamak, hem kendi şahıslarını, hem de başkalarını yüce Allah'ın belirlediği kurallara uydurmaktır:

"Allah ile bu alışverişi yapanlar, tevbe edenler, sırf Allah'a kulluk edenler, hem hamd edenler, Allah yolunda geziye çıkanlar, rükua varanlar, secde edenler, iyiliği emrederek kötülükten sakındıranlar Allah'ın koyduğu sınırları gözetenlerdi. Mü'minleri müjdele. (Tevbe Suresi 112)

3) Surenin akışı içinde peşpeşe gelen ayetler, bu satışı yapan, bu alışveriş sözleşmesini gerçekleştiren mü'minlerle, bu konuda onlara katılmayanlar arasındaki -yakın akraba da olsalar- tüm ilişkileri kesiyor. Gidiş yolları ayrılmıştır artık, sonuçlar da farklı olacaktır. Çünkü bu sözleşmeyi gerçekleştirenler cennet ehlidirler. Böyle bir satış sözleşmesi gerçekleştirmeyenler de cehennem ehlidirler. Ne dünyada, ne de ahirette cennet ehli ile cehennem ehlinin beraberliği ve aynı nitelikleri paylaşmaları mümkün değildir. O halde, kan ve soy yakınlığı insanlar arası ilişkilere kaynaklık edemez. Kan ve soy yakınlığı, cennet ehli ile cehennem ehlini birbirine bağlayamaz.

"Akraba bile olsalar cehennemlik oldukları belli olduktan sonra puta tapanlar için Allah'dan af dilemek, ne Peygamber'e ve ne de mü'minlere yakışmaz.

İbrahim'in, babası için af dilemesi ona bu yolda söz verdiği içindi. Fakat babasının bir Allah düşmanı olduğunu kesinlikle anlayınca, onunla ilişkisini kesti. İbrahim gerçekten çok duygulu ve yumuşak kalpli idi. (Tevbe suresi 113-114)

4) Mü'min dostluğunu, kendisiyle bu alışveriş sözleşmesini gerçekleştirdiği Allah'a özgü kılmalıdır. Bütün ilişkiler ve bütün bağlar, bu biricik dostluk esasına dayanır. Yüce Allah'dan gelen ve mü'minlere yönelik olan bu açıklama her türlü kuşkuyu gideriyor, onları her türlü sapıklıktan koruyor. Dolayısıyla Allah'ın dostluğu ve yardımı sayesinde başkasının desteğine ve koruyuculuğuna ihtiyaç duymazlar. Çünkü var olan her şeyin sahibi Allah'dır ve bunlar üzerinde sadece onun etkinliği sözkonusudur:

"Allah bir toplumu doğru yola ilettikten sonra, nelerden sakınacaklarını açıkça belirtmedikçe kendilerini sapıklığa düşürmez. Hiç kuşkusuz, Allah her şeyi bilir."

"Göklerin ve yerin egemenliği Allah'ın tekelindedir. Can veren de O'dur. Sizin Allah'dan başka bir dostunuz, dayanağınız ve yardım edeniniz yoktur. (Tevbe Suresi 111-116)

5) Bu alışverişin mahiyeti bu olduğuna göre, Allah yolunda savaşmakta tereddüt geçirmek ve geri kalmak büyük bir suçtur. Fakat yüce Allah niyetlerinde doğruluk olanları, tereddüt ve geride kalmanın ardından kararlılık gösterenleri bağışlıyor, kendisinden bir rahmet ve lütuf olarak tevbelerini kabul ediyor:

"Allah, peygamberin ve o zor anda onun peşinden giden Muhacirler ile Ensar'ın tevbelerini kabul etti. O sırada, onlardan bir grubun kalpleri kaymanın eşiğine gelmişti. Arkasından O, onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı son derece şefkatli ve merhametlidir."

"Allah hükümleri ertelenen o üç kişinin de tevbelerini kabul etti. Sonunda yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar geldi, can sıkıntısından patlayacak gibi oldular, Allah'dan kaçmanın, yine O'na sığınmaktan başka bir çıkar yolu olmadığını anladılar. Bunun üzerine Allah onların tevbelerini kabul etti ki, tevbe etsinler. Hiç kuşkusuz Allah tevbelerin kabul edicisidir, merhametlidir. (Tevbe Suresi 117-118)

6) Medineliler'in ve çevrelerindeki taşralı Araplar'ın boyunlarındaki alışveriş sözleşmesinin getirdiği yükümlülükleri belirleyen açıklamanın yeralması bu yüzdendir. Çünkü peygambere yakın olanlar bunlardı. İslâmın temelini ve islâmi hareketin odak noktasını oluşturanlar bunlardı. Alışveriş sözleşmesinin her adımı ve hareketiyle satışın yükümlülükleri, ücreti ve karşılığı açıklanırken, onlardan geri kalanların, savaşa katılmayanların bu davranışı, bu yüzden kınanmaktadır:

"Gerek Medineliler'e ve gerekse çevrelerinde yaşayan Bedeviler'e savaşta peygamberden geri kalmak ve kendi canlarının kaygısını onun canının kaygısının önüne geçirmek yakışmaz. Çünkü Allah yolunda çekecekleri .her susuzluk, katlanacakları her yorgunluk, karşılaşacakları her açlık, kâfirleri öfkelendirecek her bir karış toprağa ayak basmaları, düşmanın zararına kazanacakları her tür başarı karşılığında, mutlaka hesaplarına bir iyi amel yazılır. Hiç şüphesiz Allah, iyi işler yapanları ödülsüz bırakmaz."

"Yaptıkları küçük-büyük bütün maddi harcamalar ve aştıkları her vadi, mutlaka hesaplarına yazılır ki, Allah işledikleri iyilikleri en güzel karşılıklarla ödüllendirsin." (Tevbe Suresi 120-121)

7) Cihada hazırlıklı olma amacına yönelik bu derin etkili teşvikin yanında, genel seferberlik yükümlülüğünün boyutları da açıklanıyor. Artık islâm ülkesinin sınırları genişlemiş, müslümanların sayısı artmıştır. Savaşmak ve dinin özünü kavramak amacıyla bir kısım müslümanlar sefere çıkabilir, bir kısmı da toplumun ihtiyaç duyduğu yiyecek maddelerini arttırmak ve ülkeyi kalkındırmak amacıyla çalışmak üzere geride kalabilir, sefere katılmayabilir. Zaten her iki çaba da aynı amaca yöneliktir ve aynı noktada buluşmaktadır:

"Mü'minlerin topyekün sefere çıkmaları gerekmez. Bunun yerine her kabileden bir grup dinin özünü öğrenmek ve kötülüklerden kaçınırlar umudu ile soydaşlarını uyarmak için sefere çıkmalıdır. (Tevbe Suresi 122)

8) Bundan sonra gelen ayette de cihad hareketinin yolu belirlenmektedir. Bu belirleme, Arap Yarımadası tümden islâmın ana merkezi ve hareket noktası olmasından sonrası içindir kuşkusuz. Artık cihadın stratejisi, fitnenin kökü kurutulana ve egemenlik bütünüyle Allah'ın dininin olana kadar bütün müşriklerle savaşmak, kendi elleriyle ve aşağılanmış olarak cizye verene kadar topyekün Kitap ehliyle savaşmak şeklinde belirlenmiştir:

"Ey mü'minler, en yakınınızdaki kâfirler ile savaşınız, bunlar sizde sertlik bulsunlar ve biliniz ki, Allah kendisinden korkanlar ile beraberdir. (Tevbe Suresi 123)

9) Allah ile mü'minler arasında gerçekleşen alışveriş sözleşmesinin özünü, gereklerini, yükümlülüklerini ve stratejisini iyice vurgulama amacına yönelik bu ayrıntılı açıklamanın ardından, ayetlerin akışı, imanın kalbe yönelik işaretlerini ve pratik yükümlülük ve ödevlerini içeren bu Kur'an karşısında münafıkların ve mü'minlerin .tavırlarını tasvir eden iki safhalı bir sahneyi canlandırıyor. Burada direktif ve ayetlerin doğru yola iletemediği, uyarı ve sınamaların ders vermediği münafıkları tehdit ediyor, azarlıyor:

"Her yeni sure indirilişinde kimi münafıklar, "Bu sure hanginizin imanını arttırdı" diye sorarlar. Gerçek şu ki, o sure mü'minlerin imanını arttırmıştır, onlar bu yüzden sevinç duyarlar."

"Fakat kalplerinde hastalık olanlara gelince, bu sure pisliklerine pislik ekler de onlar kâfir olarak ölürler."

"Onlar her yıl bir iki kez sınavdan geçirildiklerini görmüyorlar mı? Buna rağmen ne tevbe ediyorlar ve ne de olup bitenlerden ders àlıyorlar."

"Yeni bir sure indirilince birbirlerine, "Acaba sizi bir gören var mı?" diye sorarlar, sonra sıvışırlar. Anlayışsız, duyarsız bir güruh oldukları gerekçesi ile, Allah onların kalplerini gerçeklerden .uzaklaştırmıştır. (Tevbe Suresi 124-127)

10) Şu anda ele aldığımız bu ders ve bununla birlikte de Tevbe suresi, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- karakterini, mü'minlere olan düşkünlüğünü, onlara karşı beslediği şefkati ve acıma duygusunu, bunun yanında sadece Allah'a dayanmasını ve doğru yola gelmeyen inatçılara aldırış etmeyişini tasvir eden iki ayetle noktalanıyor:

"Size kendinizden öyle bir peygamber geldi ki, sıkıntıya düşmeniz ağrına gider, size son derece düşkün mü'minlere karşı şefkatli ve merhametlidir." "Eğer sana sırt çevirirlerse de ki:

"Allah bana yeter, O'ndan başka ilah yoktur, ben sırf O'na dayandım, O, yüce Arş'ın sahibidir. (Tevbe Suresi, 128-129)

Surenin bu son bölümünün içerdiği konulara ilişkin verdiğimiz bu toplu özetleme sonucu sanırım, cihad üzerinde inanç esasına dayalı tam ayrılığın üzerinde ve yeryüzünde bu dini yaymanın üzerinde bu denli durmuş olmanın nedeni anlaşılmış olur. Allah'ın koyduğu ilkeleri geçerli kılmak ve onları korumak, yani Allah'ın kullar üzerindeki egemenliğini ilan etmek, gaspçı ve haksız diğer tüm egemenlikleri kovmak için cennet karşılığı can ve malı, öldürmek ve savaşmak suretiyle Allah'a satmış olmanın gereği budur.

Aynı şekilde bu gerçeğe ilişkin olarak yapmış olduğumuz bu genel değerlendirme aracılığıyla günümüzde Allah'ın ayetlerini ve O'nun şeriatını yorumlayanların içine düştüğü tutarsızlığın ve ruhsal ezikliğin boyutlarının da iyice belirginleşmiş olacağını umuyorum. Bu adamlar, islâmın cihad hareketini, "İslam toprağını" savunma amacına yönelik bölgesel bir savunma hareketi gibi gösterme çabası içindedirler. Bunlara göre, Allah'ın sözleri, `islâm toprağına' komşu olan bu kâfirlerden gelen sürekli bir engellemeyle karşılaşmaksızın duyurulduğu ve bu komşular saldırıdan söz etmediği sürece, cihad için bir gerekçe sözkonusu değildir. Oysa esas saldırganlık onların hem kendilerini, hem de başkalarını Allah'dan başka sahte tanrılara kul yapmaları suretiyle Allah'ın ilahlığına saldırmalarında somutlaşmaktadır. İşte bu saldırganlıkları, müslümanların güçleri yettiği, sürece onlara cihad açmalarını gerektirmektedir.

Ayetlerini ayrıntılı biçimde karşılayabilmemiz için, ele almak üzere olduğumuz bu son dersin giriş kısmında bu kadar açıklama yeterlidir.

111- Allah mü'minlerin mallarını ve canlarını karşılığında kendilerine cenneti vermek üzere satın aldı. Onlar Allah yolunda savaşırlar, bu yolda kimi zaman öldürürler ve kimi zaman da öldürülürler. Bu Allah'ın üzerine borç aldığı ve hem Tevrat'ta, hem İncil'de, hem de Kur'an'da yer verdiği bir sözdür. Allah'dan daha çok sözünde duran kim olabilir ki? O halde yaptığınız bu alışverişe sevininiz. İşte büyük kurtuluş, büyük başarı budur.

112- "Allah ile bu alışverişi yapanlar, tevbe edenler, sırf Allah'a kulluk edenler, hamd edenler, Allah yolunda geziye çıkanlar, rükua varanlar, secde edenler, iyiyi emrederek kötülükten sakındıranlar, Allah'ın koyduğu sınırları gözetenlerdir. Mü'minleri müjdele!

MALLAR VE CANLARA KARŞILIK CENNET

Gerek Kur'an'ı ezberlerken, gerek okurken, gerekse çeyrek yüzyıllık bir süre boyunca inceleme yaparken defalarca okuduğum, sayısız kereler dinlediğim bu ayetle bu tefsiri yazarken karşılaştığım zaman, bunca yıldır ve sayamayacağım kadar okuduğum bu ayetten daha önce kavrayamadığım şeyleri kavradığımı farkettim.

Hiç kuşku yok ki, bu dehşet verici bir ayettir... Mü'mini Allah'a bağlayan ilişkinin ve mü'minlerin hayatları boyunca -müslüman olmak suretiyle yaptıkları alışveriş sözleşmesinin özünü ortaya çıkarmaktadır. Kim bu alışverişi gerçekleştirir ve bu sözleşmeye bağlı kalırsa, o gerçek mümindir, mü'min sıfatını haketmiştir, onun şahsında imanın gerçeği somutlaşmaktadır. Yoksa iman iddiası, doğrulanmaya ve araştırılmaya muhtaç bir söylentiden öteye geçmez.

Bu sözleşmenin ya da yüce Allah'ın kendisinden bir nimet, bir lutuf ve hoşgörü sonucu isimlendirdiği gibi, bu alışveriş sözleşmesinin özü şudur: Yüce Allah, mü'minlerin gerek canlarından, gerekse mallarından herhangi bir şeyi Allah yolunda sarfetmeksizin alıkoyma hakları yoktur. Canlarını ve mallarını Allah yolunda sarfetme ya da etmeme serbestisine sahip değildirler. Kesinlikle böyle bir seçenekleri yok... Bu, kesinleşmiş bir satış sözleşmesidir. Alıcı sözleşmede geçen şartlara uygun olarak belirlenen ilkeler uyarınca dilediği gibi uygulamada bulunabilir. Satıcı ise, bundan sonra, sağa sola kıvırmadan, seçme hakkına sahip olmadan, tartışma ve mücadeleye girmeden çizilen yolu izlemekten başka bir şey yapamaz. Ancak itaat edebilir. Belirlenen şartları uygular ve tereddütsüz teslimiyet gösterebilir. Bu satışın karşılığı olan ücret, cennettir. Bunu elde etmenin yolu, cihad ve savaştır. Sonuç, zafer ya da şehitliktir.

"Allah mü'minlerin mallarını ve canlarını karşılığında kendilerine cenneti vermek üzere satın aldı. Onlar Allah yolunda savaşırlar, bu yolda kimi zaman öldürürler ve kimi zaman da öldürülürler."

Kim bu şartlarda canını ve malını satarsa, kim satış sözleşmesini imzalarsa, kim ücretten memnun olup sözleşmedeki şartları yerine getirirse, o mümindir. Dolayısıyla mü'minler, yüce Allah'ın kendilerinden canlarım ve mallarını satın aldığı ve bu satışı gerçekleştiren kimselerdir. Aslında bu alışverişte bir ücretin belirlenmiş olması, yüce Allah'ın mü'minlere yönelik rahmetidir. Yoksa onlara canlarını ve mallarını bağışlayan yüce Allah'dır. Canların ve malların sahibi O'dur. Ne var ki, yüce Allah insana lütfetmiş, onu irade sahibi kılmıştır. Ona lütfetmiş, antlaşmaları ve sözleşmeleriyle bağlamıştır. Bu antlaşma ve sözleşmelerine bağlılığını, yüce insanlık değerinin ölçüsü, bu konuda belirecek herhangi bir eksikliği de, hayvanlık düzeyine -hem de en kötü hayvanın- yuvarlanışın göstergesi kılmıştır.

"Allah katındaki canlıların en kötüsü kâfirlerdir. Onlar artık inanmazlar. Kendileriyle antlaşma yaptığın her defasında antlaşmalarını bozarlar. Onlar Allah'dan korkmazlar."

Nitekim yüce Allah, hesaplaşma ve dünyada yapılanların hakettiği karşılığı görmesi olayını da, bu antlaşmalara bağlılık veya bağlılıkta eksiklik gösterme çerçevesi içinde değerlendirecektir.

Hiç kuşku yok ki, bu müthiş bir alışveriş sözleşmesidir. Bu sözleşmenin şartları -gücü yeten- her mü'minin boynunun borcudur. İmanı geçersiz olmadığı sürece, bu sözleşme de geçersiz olmaz. Bu kelimeleri yazarken duyduğum ürpertinin, yaşadığım korkunun sebebi budur işte:

"Allah mü'minlerin mallarını ve canlarını karşılığında kendilerine cenneti vermek üzere satın aldı. Onlar Allah yolunda savaşırlar bu yolda kimi zaman öldürürler ve kimi zaman da öldürülürler."

Yardım et Allah'ım... Çünkü bu sözleşme dehşet verici bir sözleşmedir... Yeryüzünün doğusunda ve batısında kendilerini "müslüman" sanan şu insanlar, yerlerinde oturmuş, Allah'ın ilahlığını yeryüzüne egemen kılmak ve Rabblığın yetkilerini ve özelliklerini gaspeden tağutları kulların hayatından defetmek için cihad etmiyorlar... Öldürmüyorlar... Öldürülmüyorlar... Bırakın öldürmeyi ve savaşmayı, herhangi bir cihad hareketine dahi başvurmuyorlar.

Bu sözler -Peygamberimizin döneminde- onları ilk defa duyanların gönüllerine yol buluyor ve derhal bu mü'min gönüllerde hayatın realitesinin bir parçası haline geliyordu. Onlar bu sözleri sadece zihinsel olarak kavranacak ya da bilinç planında tutulacak anlamlar olarak algılamıyorlardı. Onlar bu sözleri doğrudan doğruya uygulamak üzere algılıyorlardı. Gözle görülen bir harekete dönüştürmek için algılıyorlardı, hayal edilecek bir tablo olarak değil. Abdullah b. Revaha da, ikinci Akabe biatında bu şekilde algılamıştı. Muhammed b. Ka'b el-Kurezi ve başkaları şöyle rivayet ettiler: Abdullah b. Revaha -Allah ondan razı olsun- Akabe biatının gerçekleştiği gece Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- "Rabbin ve kendin için dilediğin şartları koş" dedi. Peygamberimiz, "Rabbim için ona kulluk etmenizi ve hiçbir şeyi ona ortak koşmamanızı, kendim için de canlarınızı ve mallarınızı koruduğunuz şeylerden beni de korumanızı şart koşuyorum" buyurdu... Abdullah, "Peki bunu yaparsak kazancımız ne olacak?" dedi. Peygamberimiz, "Cennet..." dedi. Orada bulunanlar, "Kârlı bir alışveriş, ne bozarız, ne de karşı tarafın bozmasına razı oluruz" dediler.

Evet. Aynen böyle... "Kârlı bir alışveriş, ne bozarız, ne de karşı tarafın bozmasına razı oluruz." Bu biatı, iki taraf arasında olmuş bitmiş bir alışveriş sözleşmesi olarak algılamışlardı. Artık bitmiştir alışveriş. Ve sözleşme imzalanmıştır. Geriye dönüş sözkonusu değildir. "Ne bozarız, ne de karşı tarafın bozmasına razı oluruz." Alışveriş bittikten sonra, pişmanlık olmaz ve tercih hakkı olmaz. Cennet ise, hemen o an alınan bir karşılıktır, ileride verilmek üzere va'dedilen bir karşılık değildir. Bu sözü Allah vermiyor mu? Alıcı O değil midir? Bu karşılığı vereceğini vadeden O değil midir? Hem de O öteden beri gönderdiği tüm kitaplarında bunu va'd etmemiş midir?

"Bu Allah'ın üzerine borç aldığı ve hem Tevrat'ta, hem İncil'de hem de Kur'an'da yer verdiği bir sözdür."

"Allah'dan daha çok sözünde duran kim olabilir ki?"

Evet! Allah'dan daha çok sözünde duran kimdir?

Kuşkusuz Allah yolunda cihad, her mü'minin boynunun borcu olan bir sözleşmedir. Yeryüzüne peygamberler gönderildiğinden, Allah'ın dini insanlara duyurulduğundan beri gelmiş geçmiş her mü'minin boynunun borcudur cihad. Bu her zaman için yürürlükte olan bir kanundur. Bu kanun uygulanmadan hayatta denge sağlanamaz. Bu,kanunu terketmekle hayat kesinlikle düzelmez:

"Eğer Allah bazı insanların şerrini diğerleri aracılığı ile savmasaydı, yeryüzünü kargaşa kaplardı."

"Eğer Allah bazı insanları diğerleri aracılığıyla savmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çok anılan camiler yakılıp giderdi."

Hak kendi yolunda hareket etmek zorundadır. Batıl ise, hakkın yoluna dikilmek zorundadır. Daha doğrusu batıl, hakkın yolunu kesmek zorundadır. Allah'ın dininin, insanlığı kulların kulluğundan kurtarıp onları tek ve ortaksız Allah'a kul yapmak için harekete geçmesi kaçınılmazdır. Tağutun da hakkın yoluna dikilmesi, daha doğrusu, yolunu kesmesi kaçınılmazdır. Allah'ın dini, tüm `yeryüzünde', bütün insanlığı `özgür kılmak için harekete geçmelidir. Hakkın kendi yolunu izlemesi ve batıla hareket imkânı vermemek için, bir an bile yolunu izlemekten vazgeçmemesi kesinlikle zorunludur. Yeryüzünde küfür oldukça... Batıl yaşadıkça yeryüzünde... `İnsanın' saygınlığını ayaklar altına alan, Allah'dan başkasına yönelik kulluk olayı yeryüzünde var oldukça Allah yolunda cihada geçerlidir ve her mü'minin boynunun borcu olan biat, her mü'minin imzaladığı alışveriş sözleşmesi ve verilen söze bağlılığı bunu yerine getirmeyi gerektirmektedir. Aksi takdirde imanın varlığı sözkonusu olamaz. "Kim savaşmadan, savaşmayı arzulamadan. ölürse, bir tür münafıklık üzerine ölür.

"O halde yaptığınız bu alışverişe sevininiz. İşte büyük kurtuluş, büyük başarı budur."

Canlarınızı ve mallarınızı Allah'a özgü kıldığınızdan ve yüce Allah'ın va'dettiği gibi karşılığında ücret olarak cenneti aldığınızdan dolayı sevinin... Karşılığında cenneti almak üzere canını ve malını Allah'a teslim eden mü'min, ne kaybeder?.. Allah'a andolsun ki, hiçbir şey kaybetmez. Çünkü insan ölecek, mal da yok olup gidecektir. Sahibi bunları, ister Allah yolunda, ister başkasının yolunda harcasın, durum değişmeyecektir. O halde cennet kazançtır. İşin özünde ve ticarette karşılığı bulunmayan bir kazançtır. Çünkü cennete karşılık olarak verilen canlar ve mallar şu veya bu şekilde yok olacaklardır.

Allah için yaşayan, insanın yükseldiği bu yüce makam bir yana, zafer elde ettiğinde onun sözünü yüceltmek, dinini yeryüzüne egemen kılmak, onun kullarını Allah'dan başkasının aşağılayıcı kulluğundan kurtulmak için elde eder. Şehit düştüğünde O'nun yolunda ve O'nun dininin kendi yanında hayattan daha üstün olduğuna tanıklık etmek için şehit düşer. Her hareketinde, her adımında yeryüzünün kayıtlarından daha güçlü, toprağın ağırlığından daha yüce olduğunun bilincinde olur. Kendi dünyasında imanı sıkıntılardan üstün tutması, inancı hayata tercih etmiştir.

Kuşkusuz tek başına bu bile kazançtır. İnsanın insanlığının ön plana çıkması açısından büyük bir kazançtır bu. Nitekim insanın insanlığı, zorunlulukların kementinden kurtulduğu, iman sıkıntılara galip geldiği ve inanç hayata üstünlük sağladığı zamanlarda olduğu kadar hiçbir zaman bu kadar pekişmez, ön plana çıkmaz. Bir de, bütün bunlara cennet eklenince. İşte bu, sevinmeyi gerektiren bir alışveriştir. Hiçbir kuşkuya, hiçbir tartışmaya yer bırakmayan kesin bir başarıdır, kurtuluştur.

"O halde yaptığınız bu alışverişe sevininiz. İşte büyük kurtuluş büyük başarı budur."

Şimdi de bu ayette yer alan yüce Allah'ın şu sözü üzerinde kısacık duralım:

"Bu Allah'ın üzerine borç aldığı ve hem Tevrat'ta, hem İncil'de, hem de Kur'an'da yer verdiği bir sözdür."

Yüce Allah'ın kendi yolunda cihad edenlere verdiği söz, Kur'an'da sık sık vurgulanan, defalarca yinelenen, herkesce bilinen meşhur bir sözdür. Bu söz, Allah yolunda cihad unsurunun bu ilahi sistemin özündeki köklülüğü ve gerekliliği konusunda herhangi bir kuşkuya imkân bırakmamaktadır. Çünkü cihad, insanlığın realitesine uygun düşen bir yöntemdir. Bu yöntem, belli bir zamana ve belli bir bölgeye de özgü değildir. Cahiliye, kendisine teoriyle karşılık verilecek bir teori olarak belirmediğine, daha çok harekete dönük organik bir toplumun şahsında somutlaştığına, kendi varlığını maddi güce başvurarak koruduğuna, aynı şekilde Allah'ın dinine ve Allah'ın dinine dayalı olarak kurulmuş her islâmi topluluğa karşı bu maddi gücü kullandığına, insanları yüce Allah'ın kullar üzerindeki tek ve ortaksız ilahlığını duyurmaya ve tüm "yeryüzünde", bütün "insanlığı" kula kulluktan kurtulmaya ilişkin islâmın evrensel bildirisine kulak vermekten alıkoyduğuna, aynı şekilde insanları kulların dışında tek başına Allah'a kul olmak suretiyle tağuta kul olmaktan kurtulmuş özgür islâm toplumunun organik yapısına katılmaktan alıkoyduğuna göre; islâmın, bütün "insanlığın" özgürlüğüne ilişkin evrensel bildirisini gerçekleştirmek için tüm "yeryüzünde" harekete geçip; cahiliye toplumlarını koruyan, islâmi diriliş hareketini yeryüzünden silen, islâmın özgürlük bildirisini susturmaya çalışan ve kulların kula kulluk boyunduruğu altında kalmalarını sağlayabilmek rolünü kesintisiz olarak yerine getiren maddi güçlerle çarpışması kaçınılmazdır.

Yüce Allah'ın Tevrat ve İncil'de kendi yolunda cihad edenlere verdiği söz, hakkında biraz açıklamada bulunmayı gerektirmektedir.

Bugün yahudi ve hristiyanların elinde bulunan Tevrat ve İncil için, bunlar yüce Allah'ın peygamberleri Hz. Musa ve Hz. İsa'ya -selâm üzerine olsun- indirdiği kitaplardır demek mümkün değildir. Hatta yahudi ve hristiyanlar da, bu iki kitabın esas nüshalarının var olmadığını ve bugün ellerinde bulunan kitapların uzun bir dönemden sonra yazıldıklarını, bu iki kitabın temel içeriklerinin büyük bir kısmının kaybolduğunu, elde bulunanların esas nüshadan hatırda kalan az bir kısım olduğunu, bunun da çok az olduğunu, çoğu kısımlarının ekleme olduğunu tartışmasız kabul ederler.

Buna rağmen eski ahid kitaplarında cihada ve yahudilerin ilahları olan Allah'a, dinlerine ve ibadetlerine yardım etmeleri için putperest düşmanlarıyla savaşmaya teşvik edildiklerine ilişkin işaretler yer almaktadır. Her ne kadar bu kitaplar üzerinde yapılan tahrifatlar onların yüce Allah'a ve onun yolunda cihad etmeye ilişkin düşüncelerini karmaşık hale getirmişse de, yine de bu işaretlere rastlamak mümkündür.

Bugün hristiyanların elinde bulunan dört İncil'de ise, cihad sözü geçmediği gibi, cihada ilişkin bir işaret de yer almamaktadır. Fakat hristiyanlığın özüne ilişkin olarak yaygınlık kazanan tüm kavramları değiştirmemiz bir zorunluluktur. Çünkü bu kavramlar -bizzat hristiyan araştırmacıların tanıklığı ile- bundan önce de korunmuş ve hiçbir şekilde yanlışlığın karışmadığı kitabında yeraldığı gibi, yüce Allah'ın tanıklığı ile hiçbir dayanakları bulunmayan bu farklı İncil'lerden kaynaklanmaktadırlar.

Yüce Allah korunmuş Kitab'ında -Kur'an'da- şöyle buyurmaktadır: Allah yolunda savaşan, bu uğurda öldüren ve öldürülenlere cenneti vereceğine ilişkin sözü Tevrat'ta İncil'de ve Kur'an'da yeralan bir sözdür. Dolayısıyla bu söz, bundan sonra kimseye söyleyecek bir şey bırakmayan ve gerçeği ifade eden bir sözdür.

Kuşkusuz cihad, her mü'minin boynunun borcu olan bir biattır, bir sözleşmedir. Bu sözleşme yeryüzüne peygamberler gönderildiğinden, insanlara Allah'ın dini duyurulduğundan beri geçerlidir...

Ne var ki, Allah yolunda cihad sadece bir savaş coşkunluğundan ibaret değildir. Duygu ve düşüncelerde, ahlâk ve davranışlarda somutlaşan iman esası üzerine kurulmuş bir zirvedir. Dolayısıyla yüce Allah'ın kendileriyle bu sözleşmeyi gerçekleştirdiği ve imanın özünü temsil eden mü'minler kendilerinde imanın temel nitelikleri somutlaşan kimselerdir.

TEVBE EDENLER, KULLUK EDENLER, HAMDEDENLER, RÜKU VE SECDE EDENLER

"Allah ile alışveriş yapanlar, tevbe edenler, sırf Allah'a kulluk edenler, hamd edenler, Allah yolunda geziye çıkanlar, rükua varanlar, secde edenler iyiyi emrederek kötülükten sakındıranlar, Allah'ın koyduğu sınırları gözetenlerdir."

Geçmişte yaptıkları kötülüklerden dolayı, "Tevbe edenler"; bağışlanma dileyerek Allah'a dönenlerdir. Tevbe, geçmiş şeylerden dolayı pişmanlık duymaktır, geri kalanlar için de Allah'a yönelmektir. Günahlardan uzak durmak ve iyi işler yapmak, tevbenin fiilen gerçekleştiğinin ifadesi olduğu gibi günahları terketmek de bunun ifadesidir. Buna göre tevbe; temizliktir, arınmadır, Allah'a yöneliştir, davranışları Allah'ın direktifleri doğrultusunda düzeltmektir.

"Sırf Allah'a kulluk edenler." Onun ilahlığını kabul etmenin somut ifadesi olarak kullukla, ibadetle sadece yüce Allah'a yönelen kimselerdir. Bu sıfat 'onların kişiliklerinde yer etmiştir. Bireysel ibadetler bu sıfatın tercümanı niteliğindedir. Nitekim her davranışta, her sözde, her itaatte ve her tabi oluşta sadece Allah'a yönelmek de bu sıfatın tercümanıdır. Bu da yüce Allah'ın ilahlığını ve Rabblığını onaylamanın pratik ve realist ifadesidir.

"Hamd edenler" gönülleri, nimetleri veren yüce Allah'ın nimetine karşı şükran duygusu ile dolup taşanlardır, dilleri bollukta ve yoklukta Allah'ı hamd edenlerdir. Bollukta nimetin dış görünüşünden dolayı teşekkür ederler. Yoklukta da yüce Allah'ın imtihan etmesi suretiyle O'nun kendilerine yönelik rahmetinin bilincinde olurlar. Allah'a hamd etmek, sadece bolluk zamanında nimetlere karşı hamd etmekten ibaret değildir. Aynı şekilde mü'min gönül, yüce Allah'ın kullarına merhamet ettiğinin, onlara adil davrandığının, mü'minleri kendisinin bildiği bir iyilik amacı ile imtihan ettiğinin, kullar bunun farkında olmasalar bile durumun bundan ibaret olduğunun bilincinde olduğu zaman, yoklukta da Allah'a hamd etme olayı gerçekleşir.

"Allah yolunda geziye çıkanlar." Bunlar hakkında değişik rivayetler yer almıştı. Bu rivayetlerin bazısına göre bunlar Muhacirler'dir. Bazısına göre mücahidlerdir. Kimi rivayetler de bunların ilim elde etmek için geziye çıkanlar olduğunu ifade etmektedir. Bunlardan maksat oruç tutanlardı diyenler de olmuştur. Biz bunların yüce Allah'ın yarattıklarını ve onun evrene yerleştirdiği tabiat kanunlarını düşünen kimseler olduklarını kabul ediyoruz. Nitekim başka bir yerde de benzerleri hakkında şöyle denmektedir:

"Göklerin ve yeryüzünün yaradılışında, gece ile gündüzün birbirini kovalayışında derin düşünceliler için birçok ibret dersi vardır."

"Onlar ayakta, otururken ve yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yeryüzünün yaratılışı hakkında kafa yorarlar ve derler ki; "Ey Rabbimiz, sen bu evreni boşuna yaratmadın, sen (böyle bir anlamsızlıktan) münezzehsin, bizi cehennem azabından koru!"

Bu sıfat, tevbe, kulluk ve hamd etmeden sonra oluşan atmosfere son derece uygun düşmektedir. Çünkü tevbe, kulluk ve hamd ile birlikte insanı Allah'a döndürecek, yarattıklarındaki hikmetini ve bu yaradılışın dayanağı olan hakkın özünü kavratacak şekilde yüce Allah'ın mülkünü düşünmek de yer alır... Ne var ki, bu kavrama ile yetinmemek lâzım, ömrü sadece düşünmek ve Allah'ın yaratıcılığını itiraf etmekle geçirmemek lâzım. Yapılması gereken bundan sonra hayatı bu kavrama esasına dayandırmak ve doğrultuda geliştirmektir.

"Rükua varanlar, secde edenler". Namazı kılanlar. ve namazı kendilerinin ayrılmaz bir niteliği haline getirenlerdir. Öyle ki, rüku ve secde onların insanlar arasındaki ayırıcı özellikleri haline gelmiştir...

"İyiyi emrederek kötülükten sakındıranlar..."

Allah'ın şeriatı ile yönetilen müslüman bir toplum oluştuğu ve başkasına değil sadece Allah'a uyulduğu zaman, bu toplumun içinde iyiliği emretme, kötülüğü yasaklâma görevi yerine getirilir. Bu toplum içinde meydana gelen yanlışlıklar Allah'ın sisteminden ve şeriatından sapmalar ele alınır. Fakat yeryüzünde bir müslüman toplum varolmadığı zaman, yani, yeryüzünde hakimiyetin sadece Allah'a ait olduğu, sadece O'nun şeriatının egemen olduğu bir toplum varolmadığı zaman; iyiliği emretme görevi ilk etapta, en büyük iyiliği emretmeye yöneltilmelidir. Bu da yüce Allah'ın tek ve ortaksız ilahlığını gerçekleştirmektir. Aynı şekilde kötülükten sakındırma görevi de, daha baştan en büyük kötülüğü ortadan kaldırma amacına yöneltilmelidir. Bu kötülük, tağutun egemenliği ve bu egemenlik aracılığı ile insanları Allah'ın şeriatının dışında, O'ndan başkasına kul yapmalarıdır... Hz. Muhammed'e -Allah'ın salât ve selâmı üzerine olsun- inananlar, hicret edenler, ilk başta Allah'ın şeriatının egemen olduğu müslüman bir devlet kurmak ve bu şeriatla yönetilen bir müslüman toplum oluşturmak için cihad edenler, bu hedeflerini gerçekleştirdikten sonra ibadetlere ve günahlara ilişkin ayrıntı sayılan konularda iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma görevini üstlenmişlerdir. Bir müslüman, devlet ve müslüman bir toplum kurulmadan önce, kesinlikle bu tür ayrıntılara dalmamalıdır. Çünkü bu ayrıntılar ancak bir kökten kaynaklanabilir. En büyük iyilik ve en büyük kötülük sorunu çözülmeden önce, ayrıntı sayılan iyilikler ve kötülükler sorununa değinmemek gerekmektedir. Nitekim ilk defa müslüman toplum oluştuğu zaman sorun bu şekilde ele alınmıştı.

"Allah'ın sınırını gözetenler."

Allah'ın koyduğu kuralları hem. kendi şahıslarına, hem de insanlara uygulayanlar. Bu kuralları ortadan kaldıranlara ve çiğneyenlere karşı koyanlar... Ne var ki bu görev de, tıpkı "iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama" görevi gibi; sadece müslüman bir toplumda yerine getirilebilir. Müslüman toplum da sadece bütün alanlarda Allah'ın şeriatının egemen olduğu toplumdur. Müslüman toplum, ilahlıkta, Rabblıkta, egemenlikte ve yasamada Allah'ı bir ve ortaksız kabul eden ve Allah'ın izin vermediği her türlü yasada somutlaşan tağut'un yönetimini reddeden toplumdan başkası değildir. İşte bütün çabalar ilk başta böyle bir toplumu oluşturma amacı etrafında yoğunlaştırılmalıdır. Bu toplum oluştuğu zaman, Allah'ın koyduğu kuralları gözetenler, kendilerine bu toplum içinde yer bulabilirler. Tıpkı ilk defa müslüman toplum oluştuğu zaman olduğu gibi.

İşte yüce Allah'ın kendileriyle alışveriş sözleşmesi yaptığı mü'min toplum budur. Bunlar da bu toplumun nitelikleri ve ayırıcı özellikleridir. Kulu Allah'a döndüren, günah işlemekten alıkoyan ve onu iyi işler yapmaya yönelten tevbe... İnsanı Allah'a ulaştıran, yüce Allah'ı insanın mabudu, gayesi ve yöneliş mercii yapan kulluk. Yüce Allah'a eksiksiz teslim oluşun, onun rahmetine ve adaletine kesinlikle güvenmenin sonucu olarak bollukta da, yoklukta da Allah'ı hamd etme... Yaratılışın planında yeralan hikmet ve gerçeği gösteren evrende dile gelen Allah'ın ayetleriyle birlikte Allah'ın mülkünde geziye çıkma... Kişisel ıslahı aşıp kulların ve hayatın ıslahına yönelen, iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma... Allah'ın sınırlarını gözetleme... Bunları çiğnemeye ve geçersiz kılmaya yeltenenleri vazgeçirme... Bu sınırları saldırıdan ve ayaklar altına alınmaktan koruma...

İşte yüce Allah'ın cennet üzerine sözleştiği ve peygamberler gönderildiği, Allah'ın dini insanlara duyurulduğu günden beri yürürlükte olan Allah'ın kanunu doğrultusunda yol almaları için canlarını ve mallarını satın aldığı mü'min toplum budur. Bu kanun Allah'ın sözünü yüceltmek için savaşmak, Allah'a isyan eden, Allah'ın düşmanlarını öldürmek ya da hak ile batıl, islâm ile cahiliye, şeriat ve tağut, doğru yol ile sapıklık arasındaki kesintisiz savaşta şehit düşmektir.

Hayat oyun ve eğlence değildir. Hayvanlar gibi yemek ve çeşitli zevkler tatmak değildir hayat. Hayat onur kırıcı bir barış ortamında yaşamak demek değildir. Değersiz bir huzur, ucuz bir güvenlikten hoşnut olmak değildir hayat. Hayat, hak uğruna çarpışmak, iyilik yolunda cihad etmek, Allah'ın sözünün yücelmesi için üstünlük sağlamaktır, kötülüğe galip gelmektir. Ya da bu uğurda Allah yolunda şehit düşmektir... Sonra da cenneti, Allah'ın hoşnutluğunu elde etmektir.

Allah'a inananların çağırıldığı hayat budur işte... "Ey inananlar, sizi hayat bahşedecek ilkelere çağırdıkları zaman, Allah'a ve peygambere olumlu karşılık veriniz."

Kuşkusuz Allah doğru söylüyor. Doğru söylüyor, O'nun sevgili peygamberi...

İNANÇ VE SOY BAĞI

Yüce Allah'ın karşılığında cennet vermek üzere canlarını ve mallarını satın aldığı mü'minler, tek bir ümmettirler. Aralarındaki ilişkiyi ve tek bir toplum olarak varolmalarını sağlayan bağ, Allah inancıdır. Müslüman toplum ile diğer toplumlar arasındaki son ilişkileri düzenleyen bu sure, işaret ettiğimiz bu bağa (inanç bağına) dayanmayan ilişkiler konusunda son derece tavizsizdir.

Özellikle Mekke fethinden sonra, henüz islâmın tabiatına uyum sağlayamamış birçok grubun islâma girmesi ve bu grupların hayatında akrabalık ilişkilerinin derin köklere sahip olması nedeniyle ve müslüman toplumda büyük bir genişlemenin meydana gelmesi sonucu ortaya çıkan sarsıntılar nedeniyle bu bağın vurgulanması daha bir önem kazanmıştır. İşte aşağıdaki ayetler, bu alışverişi gerçekleştiren mü'minlerle, ahiretteki gidiş yolları ve varacakları sonuçlar birbirinden farklı olduktan sonra yakın akraba da olsalar, bu konuda onlara katılmayanların tüm ilişkilerini kesip atmaktadır.

113- Akraba bile olsalar, cehennemlik oldukları belli olduktan sonra puta tapanlar için Allah'dan af dilemek, ne peygambere ve ne de mü'minlere yakışmaz.

114- İbrahim'in babası için af dilemesi, ona bu yolda söz verdiği içindi. Fakat babasının bir Allah düşmanı olduğunu kesinlikle anlayınca, onunla ilişkisini kesti. İbrahim gerçekten çok duygulu ve yumuşak kalpli idi.

115- Allah bir toplumu doğru yola ilettikten sonra, nelerden sakınacaklarını açıkça belirtmedikçe kendilerini sapıklığa düşürmez. Hiç kuşkusuz Allah her şeyi bilir.

116- Göklerin ve yerin egemenliği Allah'ın tekelindedir. Can veren de öldüren de O'dur. Sizin Allah'dan başka bir dostunuz, dayanağınız ve yardım edeniniz yoktur.

Açıkça anlaşılıyor ki, bazı müslümanlar müşrik olan babaları için yüce Allah'dan bağışlanma dilemiş ve gidip Peygamberimizden -salât ve selâm üzerine olsun- onlar için Allah'dan af dilemesini istemişlerdi. Bunun üzerine inen bu ayetler, onların. müşrik babaları için bağışlanma isteyişlerinin kan yakınlığına olan ilgilerinden kaynaklandığını, yüce Allah'a olan bu bağ gözetilmediğini ortaya koymuştur. Bu yüzden peygamberin ve mü'minlerin böyle bir şeye yeltenmesi olacak iş değildir. Böyle yapmak kesinlikle onlara yakışmaz. Böyle bir şeye yeltenmek, onların karakterlerine ve tabiatlarına uymaz. Peki onların cehennem ehli olduklarını nasıl anlayacaklardır? En mantıklısı, onların şirk üzere ölmeleri ve iman etme ihtimallerinin kalmamasıdır.

İnanç, diğer tüm beşeri bağların, tüm insani ilişkilerin bağlandığı en büyük kulptur. İnanç bağı kesildiği zaman diğer tüm yakınlıklar kökünden kesilir. Bundan sonra soy bağı etrafında birleşmenin, evlilik nedeniyle kurulan yakınlıklar etrafında birleşmenin hiçbir değeri yoktur. Irk birliği, ülke birliği birleştirici bir unsur olamaz. Fakat Allah'a inanma, en köklü ve en büyük bağdır. Diğer tüm bağlar ondan kaynaklanır ve onda birleşir. Ya da iman olmaz o zaman da iki insanı birbirine bağlayan bir bağ olmaz.

İbrahim'in babası için af dilemesi ona bu yolda söz verdiği içindir. Fakat babasının bir Allah düşmanı olduğunu kesinlikle anlayınca onunla ilişkisini kesti. İbrahim gerçekten çok duygulu ve yumuşak kalpli idi.

O halde İbrahim'in babası için Allah'dan bağışlama dilemesi örnek alınamaz. Çünkü İbrahim'in babası için bağışlanma dilemesi, ona bu yolda daha önce verdiği bir sözden ötürüydü. İbrahim belki kendisini doğru yola iletir diye babası için Allah'dan bağışlama dileyeceğine söz vermişti. Bu sözü babasına şöyle seslenirken vermişti:

"Sana selâm olsun. Senin için Rabbimden bağışlama dileyeceğim. Çünkü O, bana karşı çok lütufkârdır. Sizi Allah'dan başka yalvarıp dua ettiklerinizle başbaşa bırakıp terkediyorum. Ve Rabbime yalvarıp dua ediyorum. Rabbime dua edişimde mahrum olmayacağımı u .narım."

Babası müşrik olarak ölünce ve İbrahim, babasının doğru yola gelmesi imkânsız bir Allah düşmanı olduğunu anlayınca, "Onunla ilişkisini kesti." Aralarındaki tüm bağları koparıp attı:

"İbrahim gerçekten çok duygulu ve yumuşak kalpli idi."

Allah'a çok yalvarırdı. Kendisine eziyet edenlere karşı son derece yumuşaktı. Nitekim babası kendisine eziyet etmişti. O ise, babasına çok yumuşak davranmıştı. Ama babasının bir Allah düşmanı olduğunu anlayınca onunla ilişkilerini kesmiş ve Allah'a ïbadete devam etmişti.

Bu iki ayet indiği zaman, müşrik babaları için bağışlanma dileyenlerin bu konuda, Allah'ın emrine karşı çıktıklarından dolayı sapıklığa düştüklerinden korktukları, bu yüzden aşağıdaki ayetin indiği ve bu konuda onları tatmin ettiği ve "hüküm olmadan sorumluluğun olmayacağına ve herhangi bir eylem için daha önce yapılmış bir açıklama olmaksızın suç unsurunun sözkonusu olmayacağına ilişkin islâmi kuralı vurguladığı hakkında bazı görüşler vardır:

"Allah bir toplumu doğru yola ilettikten sonra, nelerden sakınacaklarını açıkça belirtmedikçe kendilerini sapıklığa düşürmez. Hiç kuşkusuz Allah her şeyi bïlir."

Yüce Allah, sakınmalarını, korunmalarını ve işlememelerini belirttiği şeylerin dışında insanları hesaba çekmez. Aynı şekilde yüce Allah, bir toplumu doğru yola ilettikten sonra, sırf daha önce sakınmalarını açıkça belirtmediği bir eylemi gerçekleştirmelerinden dolayı onların doğru yolda oluşlarını geçersiz saymaz ve onları sapıklar sınıfına düşürmez. Bunun nedeni insanın her zaman yanılabilmesi ve yüce Allah'ın her şeyi bilmesi, her konuda açıklama ve eğitimin O'ndan gelmesidir.

Kuşkusuz yüce Allah, bu dini son derece kolay bir din kılmıştır. Bu dinin zor bir yanı yoktur. Yüce Allah, yasakladığı şeyleri anlaşılır bir şekilde açıklamıştır. İşlenmesini emrettiği şeyleri de açık seçik duyurmuştur insanlara. Hakkında herhangi bir açıklamada bulunmadığı şeyler de vardır. Fakat unutmuş olmaktan dolayı değil, bir hikmetten ve insanlar için kolaylık olmasından dolayı. Aynı şekilde yüce Allah, hakkında açıklamada bulunmadığı konularda soru sorulmasını da yasaklamıştır. Bu yasaklamanın amacı, sorulan sorunun insanlar için bir zorlukla sonuçlanmasını önlemektir kuşkusuz. Bu yüzden hakkında açıklama bulunmayan bir şeyi hiç kimse haram sayamaz, yasaklayamaz. Aynı şekilde yüce Allah'ın açıkça emretmediği bir şeyin de yapılmasını emredemez. Çünkü bu sahalar yüce Allah'ın kullara yönelik rahmetinin gerçekleştiği sahalardır.

Bu ayetlerin sonunda, can ve mallardan soyutlanmaya ilişkin çağrının ardından yeralan kan ve soy bağından soyutlanmaya ilişkin çağrının yapıldığı ortamda, biricik dost ve yardımcının yüce Allah olduğu, göklerin ve yerin mülkiyetinin O'na ait olduğu, ölüm ve hayatın O'nun kontrolünde O'nun mülkiyetinde olduğu vurgulanıyor:

"Göklerin ve yerin .egemenliği Allah'ın tekelindedir. Can veren de, öldüren de O'dur. Sizin Allah'dan başka bir dostunuz, dayanağınız ve yardım edeniniz yoktur."

Can ve mal, gökler ve yer, hayat ve ölüm, dostluk ve yardım, bütün bunlar Allah'ın tekelindedir, başkasının değil. Sadece Allah'a bağlanmakla insan, başkalarına ihtiyaç duymaktan kurtulur. Ancak o zaman kendine yeterli olabilir.

Akrabalık bağlarına ilişkin olarak yer alan bu ardışık vurgular, bu tavizsiz ve kesin ifadeler, o gün için bazı ruhlarda başgösteren sıkıntıyı ve toplumda yaygın olan bağlar ile yeni inanç bağı arasında bocalayışlarını göstermektedir Öyle ki, bu son bölümde böylesine kesin bir vurguya ihtiyaç duyulmuş. Nitekim bu sure de müslüman toplum ile çevresinde yeralan diğer toplumlar arasındaki ilişkiler hakkında kesin ve tavizsiz ifadeler içermektedir. Müşrik olarak ölmüş bulunanlar için bağışlanma dileme bile, böylesine sert bir tepkiyi gerektirmiştir. Amaç, gönülleri inanç bağının dışındaki tüm bağlardan arındırmaktı kuşkusuz.

İslâmi hareketin temeli, sırf inanç bağı etrafında toplanmadır. Bu, itikat ve düşüncenin temellerinden biridir. Aynı şekilde hareket ve atılımın temel ilkesinden biri de budur. İşte bu surenin kesin bir şekilde vurguladığı ve defalarca yinelediği ilke budur.

Devamı.. Tevbe Suresi-5

Hiç yorum yok: