Tevbe Suresi
ENSAR,MUHACİR VE ÜÇ KİŞİNİN TEVBELERİ
Alışveriş sözleşmesinin özü bu olduğuna göre, hangi sebepten dolayı olursa olsun, gücü yeten birinin cihaddan geri kalması son derece çirkin bir davranış ve büyük bir suçtur. Savaş konusunda başgösteren çekimserlik ve geride kalma eylemi ortadaydı; dolayısıyla bu eylemin ele alınması ve irdelenmesi kaçınılmazdı... Aşağıdaki ayetlerde, savaş konusunda samimi müslümanlar arasında başgösteren çekimserlik ve geride kalma eylemlerini aşan mü'minlere yönelik yüce Allah'ın rahmetinin ve lütfunun boyutları açıklanmakta ve yüce Allah'ın onlardan kaynaklanan büyük, küçük tüm yanılgıları affettiği ifade edilmektedir. Ayrıca savaştan geri kalan ve haklarında herhangi bir hüküm verilmeyen üç kişinin akıbetleri de açıklanmaktadır. Daha önce de değinildiği gibi, bunlara ilişkin olarak yüce Allah'dan gelecek bir açıklama bekleniyordu. Nitekim bir müddet sonra haklarında şu hüküm indi:
117- Allah, Peygamber'in ve o zor anda onun peşinden giden muhacirler ile Ensar'ın tevbelerini kabul etti. O sırada onlardan bir grubun kalpleri kaymanın eşiğine gelmişti. Arkasından O, onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı son derece şefkatli ve merhametlidir.
118- Allah, hükümleri ertelenen o üç kişinin de tevbelerini kabul etti. Sonunda yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar geldi, can sıkıntısından patlayacak gibi oldular, Allah'dan kaçmanın yine O'na sığınmaktan başka bir çıkar yolu olmadığını anladılar. Bunun üzerine Allah onların tevbelerini kabul etti ki, tevbe etsinler. Hiç kuşkusuz Allah, tevbelerin kabul edicisidir, merhametlidir.
Yüce Allah'ın Peygamberinin -salât ve selâm üzerine olsun- tevbesini kabul etmesi olayı, savaşta başgösteren olaylar bir bütün olarak ele alındığı zaman anlaşılabilir. Bu konunun, geçen ayetlerde yüce Allah'ın peygamberine açıkladığı olayla ilgili olduğu ortadadır: "Allah affetsin seni. Kimlerin doğru söyledikleri belli oluncaya ve kimlerin yalancı olduklarını belirleyinceye kadar onlara niçin izin verdin." Bu durum, birtakım kimselerin basit mazeretler ileri sürerek savaşa katılmama konusunda Peygamberimizden izin istemeleri, Peygamberimizin de izin vermesi üzerine gerçekleşmişti.
Kuşkusuz yüce Allah, Peygamberimizi -salât ve selâm üzerine olsun- bu içtihadından dolayı affediyor. Ama, özür bildirirken doğru söyleyenler ile yanıltıcı açıklamalar getiren yalancıların açığa çıkması için, bir süre beklemenin daha doğru olacağı uyarısında da bulunuyor.
Ele aldığımız bu ayette, işaret edilen yüce Allah'ın Muhacir ve Ensar'ın tevbesini kabul etmesine gelince, "O zor anda onun peşinden giden Muhacirler ile Ensar'ın tevbelerini kabul etti. O sırada onlardan bir grubun kalpleri kaymanın eşiğine gelmişti." İleride açıklayacağımız gibi bunlardan bazısı savaşa çıkma konusunda ağır davranmış, ama sonra kafileye katılmıştı.. Bunlar samimi mü'minlerdendiler. Bazısı da, Bizansla karşılaşmanın korkusuyla sarsılan münafıklara aldanmış, fakat yüce Allah kalplerini sağlamlaştırmış ve böylece tereddütlerini yenip yola devam etmişlerdi.
Yüce Allah'ın, "zor an" olarak nitelendirdiği o ortamı yeniden yaşamamış için, savaşta yaşanan bazı koşulları ve başgösteren tepkilerin ve bazı davranışların mahiyetini kavramamız için, bir zorunluluktur bu. (Bunları, İbn-i Hişam'ın siretinden, Makrizi'nin `İmta'el-Esma" adlı kitabından, İbn-i Kesir'in, "El Bidaye ven-Nihaye" adlı eserinden, yine İbn-i Kesir'in tefsirinden özetleyeceğiz.)
"Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Peygamber'in haram kıldığı şeyleri haram saymayan ve gerçek dini benimsemeyen yahudi ve hristiyanlar ile, size boyun eğip kendi elleri ile cizye verene dek savaşınız" ayeti inince Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- arkadaşlarına Bizans ile savaşmaya hazırlanmaları emrini verdi. (Bizans ile müslümanların karşı karşıya gelmeleri bu ayetlerin inişinden önce Mute savaşında gerçekleştiği düşünülebilir. Ancak Kur'an'ın en son inen kısmında yeralan bu emir, sürekli ve değişmez bir stratejiyi belirginleştirmektedir). Bu emir, müslümanların son derece zor anlar yaşadıkları bir döneme rastlamıştı. Dayanılmaz bir sıcaklık vardı. Kurak bir mevsim geçiriyorlardı. Meyvelerin olgunlaşmaya başladığı bir dönemdi bu. Halk, meyvelerinin başında ve gölgesinde durmayı istiyordu. O zaman içinde bulundukları durumun dışında bir şeyle karşılaşmayı istemiyorlardı. O zamana kadar Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- herhangi bir savaşa çıkacağı zaman bunu açıkça belirtmezdi. Tasarladığı hedefin dışında bir yöne gideceğini haber verirdi. Fakat Tebük seferinde böyle yapmadı. Çekilecek sıkıntıların ağırlığından ve zor bir ana denk gelmesinden, ayrıca karşı çıkılan düşmanın kalabalık oluşundan dolayı nereyi hedeflediğini müslümanlara açıkça söyledi. Müslümanların buna göre hazırlık yapmalarını istiyordu. Dolayısıyla müslümanlara savaş için gerekli araç ve gereçleri hazırlamalarını emretti ve Bizansla savaşmaya çıkılacağını haber verdi.
Bazı münafıklar Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- gelerek, Bizans kızlarının çekiciliğinin kendilerini baştan çıkaracağından korktuklarını, bu yüzden savaşa çıkmama konusunda izin istediklerini belirttiler. Peygamberimiz de izin verdi onlara. İşte bunun için, yüce Allah peygamberini azarladığı, fakat bu cihadından dolayı affettiği ayetini indirdi: "Allah affetsin seni. Kimlerin doğru söyledikleri belli oluncaya ve kimlerin yalancı olduklarını belirleyinceye kadar onlara niçin izin verdin?"
O sıralarda münafıkların bazısı bazısına, cihadı küçümsemek, gerçek etrafında kuşkular meydana getirmek ve Peygamber'e -salât ve selâm üzerine olsun olan bağlılığı sarsmak amacıyla şöyle diyordu: "Sıcakta savaşa çıkmayın". Bunun üzerine yüce Allah, onlar hakkında şu ayeti indirdi:
"Bu sıcakta sefere çıkmayın; dediler. Onlara, "cehennem ateşi bundan daha sıcaktır" de. Keşki bunu kavrayabilselerdi."
"Yaptıklarının karşılığı olarak bundan böyle az gülüp çok ağlasınlar."
Münafıklardan bir grubun Süveylim adlı yahudinin evinde toplandıkları ve Tebük savaşı konusunda müslümanları peygambere uymaktan vazgeçirmeye çalıştıkları haberi Peygamberimize ulaşınca, Peygamberimiz; Talha b. Ubeydullah'ı bazı arkadaşlarıyla birlikte Süveylim'in evini yakmak ve başlarına yıkmak üzere gönderdi. Talha söylenenleri yaptı. Dahhak b. Halife evin arka duvarından atlayıp ayağını kırdı. Arkadaşları da atlayıp canlarını kurtardılar. Daha sonra Dahhak bu yaptığından pişmanlık duyup tevbe etti.
Sonra Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- savaşa çıkma konusunda kararlı olduğunu gösterdi ve müslümanlara silah ve mühimmatlarını hazırlamalarını ve çabuk davranmalarını emretti. Zenginleri, binek hayvanı bulamayan mücahidlere binek hayvanı temin etmeye ve mali harcamada bulunmaya teşvik etti. Bazı zenginler, karşılığı Allah katında bulmak üzere, bineksiz mücahidlerin donatımın üstlendiler. Karşılığını Allah'dan bekleyerek malı harcamada bulunanların başında Hz. Osman -Allah ondan razı olsun- geliyordu. O gün büyük bir meblağ para harcamıştı. Hiç kimse onun kadar harcamada bulunmamıştı. İbn-i Hişam diyor ki: Güvendiğim bir adam, Hz. Osman'ın Tebük savaşı için, o zor zamanda hazırlanan ordu için, bin dinar harcadığını ve bunun üzerine Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- "Allah'ım Osman'dan razı ol. Çünkü ben ondan razıyım" dediğini anlattı. Abdullah b. Ahmed babasına ait hadis kitabında, Abdurrahman b. Habbab, Es-Sulemi'ye dayanarak şöyle rivayet eder: "Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun müslümanlara hitap etti ve onları zorluk (Tebük) ordusuna yardım etmeye teşvik etti. Bunun üzerine Osman b. Affan -Allah ondan razı olsun- kalktı ve, "Benden tam teçhizatlı yüz deve" dedi. Sonra Peygamberimiz üzerinde konuştuğu minberden bir basamak indi ve tekrar müslümanları yardıma çağırdı. Hz. Osman, "Benden tam teçhizatlı yüz deve daha" dedi. Bunun üzerine baktım ki, Peygamberimiz ellerini şu şekilde hareket ettirerek, (Bunu anlatırken Abdüssamet, hayret eden birisi gibi ellerini açtı)"
"Bundan sonra ne yaparsa yapsın, sorumluluk yoktur Osman'a" dedi.
Beyhaki, Ömer b. Merzuk kanalıyla Seken b. Muğire'den bu hadisi rivayet eder ve Hz. Osman'ın üç kere tam teçhizatlı yüz deve vermeyi taahhüt ettiğini kaydeder.
İbn-i Cerir, Yalıya b. Ebu Kesir ve Said kanalıyla Katade'den, İbn-i Ebu Hatem de Hakem b. Eban kanalıyla İkrime'den -farklı ifadelerle- şöyle rivayet ederler: "Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Tebük savaşı için müslümanları mali yardımda bulunmaya çağırdı. Abdurrahman b. Avf -Allah ondan razı olsun- dört bin dirhem getirdi ve "Ya Resulallah, bütün malım sekiz bin dirhemdir. Yarısını getirdim, yarısını da bıraktım" dedi. Peygamberimiz, "Allah getirdiğine de bıraktığına da bereket versin" dedi. Ebu Ukeyl de bir ölçek hurma getirdi ve "Ya Resulallah iki ölçek hurma geçti elime, bir ölçeğini Rabbime, birini de aileme veriyorum" dedi. Bunun üzerine münafıklar: `İbn-i Avf'ın verdiği riyadan başka bir şey değildir" diye hakkında dedikodu yaptılar ve "Allah ve peygamberi bu adamın bir ölçek hurmasına mı muhtaçtır?' dediler."
Başka rivayetlerde de münafıkların Ebu Ukeyl hakkında, (Ebu Ukeyl karşılığında iki ölçek hurma almak üzere bir yahudinin yanında çalışmış, aldığı iki ölçekten birini Peygamberimize getirmişti) "İnsanların kendisini övmesi için böyle yaptı" dedikleri anlatılır.
Sonra Ensar'dan ve başka müslümanlardan oluşan yedi kişilik bir grup ağlayarak Peygamberimizin yanına geldiler ve kendilerini savaş alanına götürecek binek hayvanı vermesini istediler. Bunlar fakir kimselerdi. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Sizi bindirecek hayvan bulamıyorum" dedi. Onlar da savaş hazarlığı için harcayacak bir şey bulamamanın üzüntüsünden gözyaşı dökerek geri döndüler.
İbn-i İshak diyor ki; Bana ulaşan haberlere göre, İbn-i Yamin b. Umeyr b. Ka'b en-Nadri savaşa gidememenin üzüntüsüyle ağlayan yedi kişi arasında yeralan Ebu Leyla Abdurrahman b. Ka'b ve Abdullah b. Mağfille karşılaşıp onların ağladıklarını görünce, "Niye ağlıyorsunuz?" dedi. Onlar da, "Resulullah'ın yanına geldik ve bizi taşıyacak bir binek hayvanı yoktu. Bizim de onunla birlikte sefere çıkacak gücümüz yok" dediler. Bunun üzerine İbn-i Yamin b. Umeyr b. Ka'b en Nadri kendisine ait su taşıma işinde kullanılan bir deveyi onlara verdi. Böylece onları yolcu etmiş oldu. Ayrıca onlara biraz hurma da verdi. Onlar da Peygamberimizle birlikte sefere çıktılar.
Yunus b. Bukeyr, İbn-i İshak'a dayanarak bu konuda şunları da anlatmaktadır: Savaşa çıkamayacaklarına ağlayan yedi kişiden biri olan Ulbe b. Zeyd ise, geceleyin kalktı ve Allah'ın dilediği kadar namaz kıldı. Sonra da ağlamaya başladı ve "Allah'ın cihadı sen emrettin, ona teşvik ettin. Sonra da bana cihad edebileceğim bir güç bahşetmedin. Peygamberine de beni savaşa götürecek bir şey vermedin. Ben yaşadığım sürece elime geçen malı, bedenimi ve eşyalarımı müslümanlara adıyorum" dedi. Sonra halkla birlikte sabahladı. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Bu gece kendini adayan nerde?" dedi. Kimseden ses çıkmadı. Sonra tekrar, "Kendini adayan nerde, kalksın" dedi. Ulbe kalkıp yanına gitti ve bu gece kendisini adadığını anlattı. Bunun üzerine Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Müjdeler olsun. Beni kontrolünde tutan Allah'a andolsun ki, sana kabul olunmuş bir zekâtın sevabı yazıldı" dedi.
Daha sonra Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- beraberindekilerle birlikte sefere çıktı. Müslümanların sayısı Medinedekiler'den ve çevredeki taşralı Arap kabilelerinden oluşan otuzbin kişiydi. Bu sırada herhangi bir kuşkudan ya da şüpheden kaynaklanmaksızın bazı müslümanlarda, ağır davranma emareleri başgösterdi. Bunlar arasında, Ka'b b. Malik, Mürare b. Rebi, Hilal b. Ümeyye (Bu üç kişinin öyküsü ileride ayrıntılı olarak anlatılacaktır.) Ebu Hayseme ve Umeyr b. Vehb el-Cumehi yer alıyordu. Peygamberimiz karargâhını, seniyetul veda (Veda tepesi) denilen yerde kurdu. Abdullah b. Übey de daha aşağılarda bir yerde kurdu karargâhını. İbn-i İshak diyor ki, bunların sayısı sanıldığı gibi az değildi... Ne var ki, başka rivayetler, fiilen ordudan geri kalanların sayısı yüzün altındaydı demektedirler. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- harekete geçince, Abdullah b. Ubey, münafık ve içlerinde islâma karşı bulunan kimselerden oluşan yandaşlarıyla birlikte ordudan ayrılıp Medine'de kaldı.
Sonra Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- yoluna devam etti. Bu arada zaman zaman bazı adamlar ordudan ayrılıp geride kalıyor, müslümanlar da, "Falan adam geride kaldı, ey Allah'ın peygamberi" diyordu. Peygamberimiz ise, "Bırakın onu, eğer onda bir iyilik varsa, Allah onu size kavuşturur, kendisinde bir iyilik yoksa, Allah sizi ondan kurtarmış olur" diyordu. Nihayet, "Ey Allah'ın peygamberi, Ebu Zer geride kaldı, devesi yavaşladı" dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz, "Bırakın onu, eğer onda bir iyilik varsa, Allah onu size kavuşturur, kendisinde bir iyilik yoksa, Allah sizi ondan kurtarmış olur" dedi. Ebu Zer devesini yürütmeye çalışıyordu. Yavaşladığını görünce, eşyalarını alıp sırtları ve Peygamberimizin izinde yol almaya başladı. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bir yerde konaklamıştı. O sırada müslümanlardan etrafına bakınan biri, "Ya Resulallah bir adam tek başına yol alıyor" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz, "Bu Ebu Zer olmasın?" dedi. Müslümanlar iyice bakınca, "Evet ey Allah'ın peygamberi. Allah'a andolsun ki, bu Ebu Zerin kendisidir" dediler. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Allah Ebu Zer'e rahmet etsin, yalnız yürür, yalnız ölür, yalnız dirilir" buyurdu.
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- birkaç gün yol aldıktan sonra, Ebu Hayseme sıcak bir günde ailesinin yanına geri döndü. İki karısının kendisine ait bahçenin içinde gölgeliklerinde oturduklarını, herbirinin gölgeliğine su serptiğini, kendisine soğuk su ve yemek hazırladığını gördü. Bahçeye girdiğinde gölgeliğin kapısında dikildi, iki karısına ve yaptıklarına baktı. Ardından, "Allah'ın peygamberi güneşin altında, rüzgâr ve sıcakla yol alırken, Ebu Hayseme serin gölgede kendisi için hazırlanmış yiyeceklerin yanında, güzel karıları ile birlikte oturacak! İnsaf değil bu!" dedi. Sonra, "Allah'a andolsun ki, Resulallahın ordusuna katılmadan hiçbirinizin gölgeliğine girmeyeceğim, çabuk bana yol azığı hazırlayın" dedi. Onlar da dediğini yaptılar. Sonra devesini getirip yolculuğa hazırlandı. Peygamberimizin ardından yetişmeye çalıştı. Peygamberimiz Tebük'e varmak üzereyken ona yetişti. Yolda, Peygamberimize yetişmeye çalışan Umeyr b. Vehb el-Umehiye rastlamış ve onunla birlikte yol almışlardı. Tebük_'e yaklaştıklàrında, Ebu Hayseme Umeyr b. Vehbe şöyle dedi: "Ben bir günah işledim, peygamberin yanına gidene kadar arkamda kalsan ne olur." Umeyr, bu teklifini kabul etti. Peygamberimiz Tebük'te konaklamak üzereyken, Ebu Hayseme ona yetişti. O sırada müslümanlar, "Yolda bir süvari yaklaşmaktadır" dediler. Peygamberimiz, "Ebu Hayseme olmasın?" dedi. Müslümanlar; `Allah'a andolsun ki, ya Resulallah, bu Ebu Hayseme'dir" dediler. Ebu Hayseme devesini yatırarak gelip Peygamber'e selam verince, Peygamberimiz, -salât ve selâm üzerine olsun- "Yazıklar olsun sana ey Ebu Hayseme" dedi. Sonra Ebu Hayseme Peygamberimize yaptığını anlattı. Bunun üzerine Peygamberimiz ona -Allah ondan razı olsun- "peki" dedi ve hayır duada bulundu.
İbn-i İshak diyor ki, aralarında Avf b. Amrin kardeşi Vedia b. Sabit, Beni Seleme kabilesinin müttefiki Eşca' kabilesinden Mahşen b. Humeyr (İbn-i Hişam bu adama Huhşa dendiğini kaydeder) de bulunan bir grup Tebük'e doğru yol alan Peygamberimizi göstererek birbirlerine şöyle diyorlardı: "Bizans şövalyeleri ile olacak savaşı -Bizanslıları kastediyorlar- Araplar'ın kendi aralarında yaptıkları savaşlara mı benzetiyorsunuz? Allah'a andolsun ki, yarın iplerle bağlandığınızı görür gibiyiz." Amaçları mü'minlerin güvenlerini sarsmak, içlerine korku salmaktı. Bunun üzerine Muhşen b. Humeyr, "Allah'a andolsun ki, herbirimize yüzer kırbaç vurulmasını isterdim. Korkarım ki, bu sözlerinizden dolayı hakkımızda bir ayet insin" dedi. Bana ulaşan haberlere göre Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Ammar b. Yasir'e şöyle demişti: "Onların yanına git. Kuşkusuz yanacaklar onlar. Neler söylediklerini sor. İnkâr edecek olurlarsa, şöyle şöyle dediniz de." Ammar yanlarına gidip, bu sözleri onlara iletti. Peygamberimizin yanına gelip özür dilediler. Vedia b. Sabit, Peygamberimizin devesinin yükünü sıkmak için karnına dolanan ipine yapışıyor, bir yandan da şöyle diyordu: "Ya Resulallah, biz sadece eğleniyor, şakalaşıyorduk." Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: "Eğer onlara soracak olursan, "Biz lafa daldık, aramızda eğleniyorduk" derler. De ki; Allah ile, Allah'ın ayetleri ile ve peygamberi ile mi alay ediyordunuz?" Muhşen b. Humeyr, "Ya Resulallah benim ve babamın adını değiştir" dedi. Bu ayette, affedildiğinden söz edilen Muhşen b. Humeyr idi. Bundan sonra Abdurrahman adını aldı. Yüce Allah'dan şehit olarak canını almasını ve kimsenin yerini bilmemesini diledi. Yemame günü öldürüldü ama, izine rastlanmadı.
İbn-i Luheya, Ebu Esved'den, o da Urve b. Zübeyr'den şöyle rivayet eder: Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- herhangi bir savaş yapmaksızın on küsur gün bekledikten sonra Tebük'ten hareket ederken, bir grup münafık ona suikast yapmayı tasarlıyordu. Onu yol üzerindeki bir uçurumdan atmayı düşünüyorlardı. Peygamberimiz bu durumdan haberdar edildi. Müslümanlara vadedilen yürümelerini emretti, kendisi de yamaca tırmandı. Onunla birlikte o grup da tırmanmaya başladı. Ama yüzlerini örtmüşlerdi. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Ammar b. Yasir ve Huzeyfe b. Yeman'a kendisiyle birlikte gelmelerini söyledi. Ammar devenin yularından tutmuş Huzeyfe de deveyi sürüyordu. Bu şekilde yol alırlarken, birden bir grup tarafından sarıldıklarını farkettiler. Peygamberimiz buna öfkelendi. Huzeyfe de Peygamberimizin öfkelendiğini gördü. Bunun üzerine onlara döndü, elinde de bir baston vardı. Bu bastonla bineklerinin yüzüne vuruyor, uzaklaştırmaya çalışıyordu. Huzeyfe'yi gördüklerinde onun gözlediği büyük planı farkettiğini sandılar. Bu yüzden derhal koşup ordunun arasına karıştılar. Sonra Huzeyfe, Peygamberimizin yanına geri döndü. Peygamberimiz yamacı çabucak geçmelerini emretti. Sonra da ordunun gelmesini beklediler. Peygamberimiz Huzeyfe'ye "o grubu tanıdın mı?" diye sordu. "Tanıyamadım, ancak gece karanlığında sadece bineklerini farkedebildim" dedi. Sonra Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Onların amaçlarının ne olduğunu biliyor musunuz?" dedi. Onlar da, "Hayır" dediler. Peygamberimiz de, o grubun yapmak istediğini ve grupta yeralanların isimlerini bildirdi. Bu arada bundan kimseye söz etmemelerini istedi. Onlar da, "Ya Resulallah, onların öldürülmesini emretmeyecek misiniz?" dediler. Peygamberimiz "Halkın, Muhammed arkadaşlarını öldürüyor demesini istemiyorum" dedi.
İbn-i Kesir, "el-Bidaye ven-Nihaye" adlı eserinde şöyle der: İbn-i İshak bu hikâyeyi anlatmış, bu arada Peygamberimizin o grupta yer alanların isimlerini sadece Huzeyfe b. Yeman'a söylediğini de aktarmıştır. Bu daha akla yakındır. En doğrusunu Allah bilir kuşkusuz.
Tebük seferi sırasında müslümanların karşılaştığı zorluklara gelince, çekilen zorluklardan örnekler içeren birçok rivayet vardır...
İbn-i Kesir tefsirinde şöyle der:
Mücahid ve birçok kişi: "Allah, peygamberin ve o zor anda onun peşinden giden muhacirler ile Ensar'ın tevbelerini kabul etti. O sırada onlardan bir grubun kalpleri kaymanın eşiğine gelmişti. Arkasından O, onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı son derece şefkatli ve merhametlidir" ayetinin Tebük seferi hakkında indiğini söylemişlerdir. Çünkü müslümanlar çok zor bir durumdayken, kurak bir sene geçiriyorlarken, ayrıca yiyecek ve su sıkıntısı çekiyorlarken çıkmışlardı bu sefere. Katade diyor ki, yakıcı bir sıcağın altında Şam bölgesinde yeralan Tebük'e yol aldılar. Yüce Allah'ın bildiği gibi, büyük bir çaba sarfediyorlardı. Büyük zorluklar çekiyorlardı. Öyle ki, iki kişi bir hurmayı aralarında bölüşüp yiyorlardı. Askerler bir hurmayı aralarında bölüşüp yiyorlardı. Askerler bir hurmayı aralarında dolaştırıyorlardı. Biri hurmayı emer, üzerine de su içerdi Sonra diğeri alır, aynı şekilde hurmayı emer üzerine su içerdi. Bunun üzerine Allah tevbelerini kabul etti ve onları çıktıkları bu seferden sağ salim döndürdü.
İbn-i Cerir, Abdullah İbn-i Abbas'a dayanak şöyle rivayet eder: Hz. Ömer'e -Allah ondan razı olsun- ayette geçen "zor an" hakkında sorulduğunda, "Peygamberimizle birlikte Tebük'e doğru yol alıyorduk. Bir yerde konaklamıştık. Dayanılmaz bir susuzluk çekiyorduk. Boğazımız kesilecek sanıyorduk. Öyle ki, bir adam su aramaya çıkıp döndüğünde, adeta boynunun kesileceğini sanıyordu. Bazıları devesini kesip işkembesini sıkıp suyunu içiyordu. Geri kalanını da karnının üzerine koyuyordu...
İbn-i Cerir aşağıdaki ayet hakkında şöyle der: "Allah peygamberin ve o zor anda onun peşinden giden Muhacirler ile Ensar'ın tevbelerini kabul etti." Burada kastedilen mal, binek, yiyecek ve su bakımından çekilen sıkıntıdır. "O sırada onlardan bir grubun kalpleri kaymanın eşiğine gelmişti." Yani haktan sapmak üzereydi. Peygamberin getirdiği din hakkında kuşkuya kapılmıştı. Seferlerinde ve savaşlarında çektikleri sıkıntı ve zorluklardan dolayı içlerini şüphe kaplamıştı. "Arkasından O, onların tevbelerini kabul etti." İbn-i Cerir diyor ki, sonra onlara Rabblerine sığınmayı, dönüp onun dini üzerinde kalıcı olmayı nasip etti. "Çünkü O, onlara karşı son derece şefkatli ve merhametlidir."
Sunduğumuz bu rivayetler, o gün çekilen zorluğun boyutlarını gereğince tasvir ediyor sanıyorum. O dönemde müslüman toplumun içinde yaşadığı atmosferi biraz olsun gözönünde canlandırıyor. Nitekim sunduğumuz bu rivayetler arasında, insanların iman düzeyleri de kendisini gösteriyor. Bir yandan kesin inançlı ve kararlı grup, öte yandan zorluğun baskısı altında sarsılan, bocalayan grup. Hiçbir şüphe sözkonusu olmaksızın geride kalan grup bir yanda, diğer yanda yumuşak tavırlı münafıklar, ahlâksız münafıklar ve komplocu münafıklar... Bütün bunlar ilk etapta o dönemde toplumun organik oluşumunu, ikinci olarak da o zor zamanda, hem de Bizans'a karşı çıkılan seferde çekilen sıkıntıları göstermektedir. Kuşkusuz bu sıkıntılar onları iyice arındırmıştı. Bu imtihan herkesin esas karakterini ortaya çıkarmıştı. Belki de yüce Allah, bu sıkıntıları arınmaları, karakterlerinin ortaya çıkması ve belirginleşmesi için çekmelerini sağlamıştı...
ZORLUKLAR VE SAVAŞTAN KAÇANLAR
İşte bazılarının geri dönmesine neden olan bu zorluklardı. Geriye dönenlerin çoğu da durumları az önce açıklanan münafıklardı. Bunlar arasında islâmdan kuşku duymayan ve münafık olmayan, sadece tembellikten ve Medine'nin gölgeliklerinde dinlenme arzusundan dolayı geride kalan mü'minler de yer alıyordu. Bunlar iki gruptu. Bu grup, iyi davranışlarına kötü davranışlar da katmışlardı. Ama daha sonra günahlarını itiraf etmişlerdi. Diğer grup da, "Azap etmek veya tevbelerini kabul etmek üzere Allah'ın iradesine bırakılanlardı." Bunlar, durumları zamana bırakılan yani haklarında bir karar vermeksizin kendi hallerinde bırakılan üç kişiydi. Onlar hakkında Allah'ın hükmü bekleniyordu. İşte burada, durumları Allah'ın hükmüne ve zaman geçmesine havale edildikten sonraki gelişmeler ela alınmaktadır.
Biz bu üç kişinin durumunu olanca çıplaklığıyla gözler önüne seren ayetin tefsiri açısından herhangi bir şey söylemeden, onları ve durumlarını olağanüstü güzellikte ve sanatsal bir tabloda canlandıran Kur'an ayetinin göz kamaştırıcı ifadesini sunmadan önce, onlardan birinin, Ka'b b. Malik'in -Allah ondan razı olsun- anlattıklarına kulak verelim: Ahmed, Buhari ve Müslim Zehri kanalıyla rivayet ettiler: Zehri diyor ki, bana Abdurrahman b. Abdullah b. Ka'b b. Malik anlattı: Abdullah b. Ka'b b. Malik, (Ka'b'ın gözleri görmez olduğu zamanlarda oğulları arasında ona yardımcı olur, yolda elinden tutardı) babasından şunları aktardı: Bir gün Ka'b'ın Peygamberimizin Tebük seferinden geri kalışını anlattığını işittim. Ka'b şöyle diyordu: Tebük seferinin dışında Peygamberimizin hiçbir savaşından geri kalmadım. Şu var ki, ben Bedir savaşına da katılmamıştım. Ama o zaman savaşa katılmayan hiç kimse azarlanmamıştı. Çünkü o zaman Peygamberimiz ve müslümanlar Kureyş kabilesine ait kervanı ele geçirmek için çıkmışlardı. Fakat yüce Allah, sürpriz bir şekilde onlarla düşmanlarını karşı karşıya getirdi.
İslâm üzerine and içtiğimiz Akabe gecesinde de Peygamberimizin yanındaydım. Bana göre Akabe biatı Bedir savaşından daha az sevimli değildir. Gerçi Bedir savaşı daha çok konuşulmakta ve daha çok bilinmektedir. Tebük seferinde Peygamberimizin hazırladığı orduya bile bile katılmadım. Bu seferden geri kaldığım sıralarda her zamankinden güçlü, her zamankinden daha rahattım. O zaman iki binek hazırlamıştım ki, başka hiçbir savaşta böylesini hazırlayamamıştım. O güne kadar Peygamberimiz bir sefere çıkmak istedi mi nereye gideceğini belirtmez, başka tarafa yönelirdi. Fakat bu seferde böyle yapmadı. Bu sefere Peygamberimiz yakıcı bir sıcaklıkta çıkıyordu. Yolculuk uzun ve öldürücüydü. Karşı çıkılan düşmanın sayısı da fazlaydı. Bu yüzden düşmanlarına karşı gerekli hazırlığı yapabilmeleri için müslümanlara durumu açıkça söyledi. Hangi tarafa gideceklerini haber verdi. Peygamberimizle birlikte sefere çıkan müslümanların sayısı da bir kitaba -sicil defterini kastediyor- sığmayacak kadar fazlaydı.
Ka'b -Allah ondan razı olsun- diyor ki, çok az kimse de gözden kaybolmak istiyordu. Allah tarafından vahiy gelmediği sürece Peygamberimizin farkında olmayacağını sanıyordu. Peygamberimiz sefere çıktığı sıralarda meyveler olgunlaşmış, gölgeler iyi ve çekici olmuştu. Ben de bunlara can atıyordum. Peygamberimiz -Allah ondan razı olsun- ve beraberindeki müslümanlar savaş hazırlıklarına başlamış, bense onlarla birlikte hazırlıklara başlamak istiyordum ama bir şey yapmadan geri dönüyordum. Kendi kendime de şöyle diyordum: "İstediğim zaman bu hazırlıkları yaparım" ben böyle oyalanıyorken, müslümanlar durmadan hazırlık yapıyorlardı. Bir gün Peygamberimiz ve beraberindeki müslümanlar yola çıkmak üzereyken bir daha hiçbir şey hazırlamamıştım. Ve ben çabuk davranıp savaşa yetişeceğimi sanıyordum. Kendimi bu şekilde avutuyordum. Arkadan gidip onlara yetişeceğimi düşünüyordum. Keşke yapsaymışım, sonra bunu da yapamadım. Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- sefere çıkmasından sonra halkın arasına çıktığımda son derece üzülüyordum. Çünkü, hakkında münafıklık söylentileri olan ya da Allah katında mazur sayılanlardan başka benim gibi birine rastlamıyordum. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Tebük'e varana kadar benden söz etmemişti. Tebük'te arkadaşları ile birlikte otururken "Ka'b b. Malik ne yaptı?" diye sormuştu. Beni Seleme kabilesinden bir adam, "Ya Resulallah, hurmalıkları ve kendini beğenmişliği onu bize katılmaktan alıkoydu" demiş. Bunun üzerine Muaz b. Cebel adama "Ne kadar kötü konuşuyorsun! Allah'a andolsun ki, ya Resulallah onun hakkında iyilikten başka bir şey bilmiyoruz" demişti. Bunun üzerine Peygamberimiz herhangi bir şey söylememişti.
Ka'b b. Malik diyor ki, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- Tebük'ten Medine'ye doğru yola çıktığı haberini duyunca, bir sıkıntıdır aldı beni ve çeşitli yalanlar uydurmaya, ertesi günün onun öfkesinden kurtulmak için söylenecek söz aramaya başladım. Bunun için de ailemde görüş sahibi herkesten yardım istedim. Peygamberimizin Medine'ye girmek üzere olduğunu duyunca, yalan yanlış düşünceler kafamdan silinip gitti ve kesinlikle ondan kurtulamayacağımı anladım. Ona doğrusunu söylemeye karar verdim. Artık Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Medine'ye girmişti. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bir seferden döndüğü zaman ilk önce mescide uğrar, iki rekât namaz kılar, sonra da müslümanlarla birlikte otururdu. Bu sefer de aynısını yapınca, geride kalanlar yanına gelip özürler ileri sürmeye, yemin etmeye başladılar. Bunlar seksen küsur kişiydi. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- dediklerini kabul etti, bağlılıklarını onayladı, onlar için Allah'dan bağışlanma diledi. Niyetlerini de Allah'a bıraktı. Nihayet ben geldim. Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- selâm verdiğim zaman gülümsedi, ama kızgın olduğu belliydi. "Gel" dedi. Gidip önünde oturdum. Bana, "Neden bizimle gelmedin, yoksa binek hayvanı mı satın almadın?" diye sordu. Ben, "Ey Allah'ın Peygamberi, eğer şu dünyada senden başka birinin yanında oturmuş olsaydım, bir özür ileri sürerek, öfkesinden kurtulurdum. Kendi kendime ölçtüm-biçtim, fakat Allah'a andolsun ki, bugün sana yalan söyleyecek olursam, benden hoşnut olacağını, buna karşılık yüce Allah'ın senin kızgınlığını üzerime çekeceğini anladım. Eğer sana doğruyu söyleyecek olursam, bunun böyle olduğunu bileceğini anladım. Ben bu konuda Allah'ın vereceği hükmü bekliyorum. Allah'a andolsun ki, herhangi bir mazeretim yoktu, senin çıktığın seferden geri kaldığım günkü gibi kendimi hiçbir zaman bu kadar güçlü ve rahat hissetmemiştim." Bunun üzerine Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "işte bu adam doğru söylüyor. Kalk ve Allah'ın senin hakkında vereceği hükmü bekle' dedi. Ben de kalktım. Beni Seleme kabilesinden bazı adamlar etrafımı sarıp beni azarladılar ve "Allah'a andolsun ki, bundan önce herhangi bir günah işlediğini duymadık. Geride kalan diğer adamlar gibi, Peygamberimize mazeret gösteremedin. Halbuki peygamberin senin için bağışlanma dilemesi günahının affolunması için yeterli idi" dediler. Ka'b diyor ki, beni o kadar teşvik ettiler ki, az kalsın Peygamberimizin yanına gidip bir yalan uyduracaktım. Sonra, "Benim gibi konuşan başka biri daha var mı?" dedim. "Evet senin gibi konuşan iki kişi daha var, onlara da sana söylenenin aynısı söylendi" dediler. "Kim bunlar?" dedim. "Murare b. Rebi ve Hilal b. Umeyye el Vakifi" dediler. Bana Bedir savaşına katılmış salih iki kişiden söz etmişlerdi. Onları kendime örnek aldım, böylece ve onları duyunca yoluma devam ettim.
Ka'b diyor ki, Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Tebük seferine çıkmayanlar arasında mü'minlerin üçümüzle konuşmasını yasakladı. Halk bizden uzaklaşmaya başladı -ya da- "bize yabancı gibi davranıyorlardı" Ben bile yeryüzünden sıkılmaya başlamıştım. Bu bildiğim yeryüzü değildi artık. Bu şekilde tam elli gece geçirdik. Diğer iki arkadaşımıza gelince, çaresiz kalıp evlerine çekilmişlerdi. Bense halk arasında güçlü kuvvetli biriydim. Halkın arasına çıkıyor, müslümanlarla birlikte namaz kılıyor, çarşılarda dolaşıyordum. Ama hiç kimse benimle konuşmuyordu. Namazdan sonra Peygamberimizin meclisinde oturur, ona selâm verirdim. Kendi kendime acaba selâmımı almak için dudakları kıpırdadı mı yoksa kıpırdamadı mı? derdim. Sonra ona yakın bir yerde namaz kılar, göz ucuyla onu süzerdim. Ben namaza durunca bana bakardı, ama ben kendisine bakınca bakışlarını kaçırırdı. Müslümanların boykot uygulaması gittikçe uzuyordu. O sırada amcamın oğlu ve herkesten çok sevdiğim Ebu Katade'nin bahçesine doğru yürüdüm ve selâm verdim. Fakat selamımı almadı. Ben "Ey Ebu Katade,. ben sana Allah'ın adıyla seslendim, Allah ve peygamberini sevdiğimi bilir misin?" dedim. Ama o sustu. Tekrar seslendim yine sustu. Bir daha seslendim, Allah ve peygamberi daha iyi bilir" dedi. Gözlerim doldu, geri döndüm, duvarı geçtim gittim.
Medine sokaklarında dolaştığım bir sırada, birden Medine'ye yiyecek satmak için gelen Suriye Nabatilerinden birinin "Kim bana Ka'b b. Malik'i gösterebilir?" dediğini işittim. Halk beni gösterdi kendisine. Yanıma geldi ve Gassan kralından bir mektup bıraktı. Ben okuma yazma biliyordum, açtım okudum. Şöyle diyordu mektupta:
"Arkadaşımın (Peygamberimizi kastediyor) seni üzdüğünü duyduk. Allah sana başını sokacak bir sığınak bırakmamış. Bize katıl seni koruyalım." Bu mektubu okurken "Bu da bir imtihandır" diyordum. Sonra mektubu büktüm ve ocağa atıp yaktım. Bize boykot uygulanan elli günden kırk gün geçince Peygamberimizden -salât ve selâm üzerine olsun- bir elçi geldi ve "Peygamber karından uzak durmanı emrediyor" dedi. "Karımı boşayayım mi yoksa ne yapayım?" dedim. "Hayır, ondan uzaklaşacaksın ve kesinlikle yaklaşmayacaksın" dedi. İki arkadaşıma da aynı mesajı göndermişti. Bunun üzerine karıma "Ailenin yanına git ve Allah bu konuda hükmünü belirtinceye kadar bekle" dedim. Hilal b. Ümeyye'nin karısı Peygamberimizin yanına gelmiş ve şöyle demişti: "Ya Resulallah, Hilal geçkin bir ihtiyardır. Ona hizmet etmemde bir sakınca görüyor musun?" Peygamberimiz, "Hayır ama kesinlikle sana yaklaşmayacaktır" demişti. Bunun üzerine Hilal'in karısı: "Allah'a andolsun ki, herhangi bir şey yapacak durumda değildir. Ve senin emrini duyduğundan bugüne kadar ağlayıp duruyor" demişti. Ailemden bazıları, "Gidip karının yanında kalmak için peygamberden izin istesen olmaz mı?" dediler. Böylece Hilal'in karısına, kocasına hizmet etmek üzere izin verdi, demişlerdi. Ben de, "Allah'a andolsun ki, bu konuda gidip peygamberden izin istemem. Üstelik izin istediğim zaman ne diyeceğimi bilmiyorum. Çünkü ben genç bir adamım" demiştim.
On gün daha geçmişti. Böylece müslümanların bizimle konuşmalarına ilişkin yasağın konulmasından bu yana elli gün tamamlanmıştı. Ellinci günün sabahı evlerimizden birinin damında sabah namazını kılmış ve yüce Allah'ın bize ilişkin olarak belirttiği durumda oturmuştum. İçim sıkılıyor ve yeryüzü bunca genişliğine rağmen bana dar geliyordu. O sırada sele tepesinden vargücüyle bağıran birinin sesini duydum: "Ey Ka'b b. Malik müjdeler olsun" diyordu. Hemen secdeye kapandım. Ve yeniden rahatlığa kavuştuğumu anladım. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- sabah namazını kılarken yüce Allah'ın bizim tevbelerimizi kabul ettiğini duyurmuştu. Bunun üzerine müslümanlar bize müjdeyi vermek için dağılmışlardı. Önce iki arkadaşıma müjde vermişlerdi. Bana da birisi atlı birisi de yaya olmak üzere iki kişi koşmuştu. Yaya olarak koşan adam dağın tepesine çıkmış oradan bağırmıştı. Kuşkusuz ses, attan hızlıydı. Banà müjdeyi veren adam gelince üzerimdeki elbiseyi çıkarıp ona giydirmiştim. Allah'a andolsun ki, o gün ondan başka bir şeyim yoktu. Verdiğim iki elbiseyi karşılığını ödeyerek tekrar giydim ve Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- yanına gittim. Müslümanlar grup grup beni karşılayıp tevbemin kabul olunmasından dolayı kutluyorlardı. "Allah tevbeni kutlu kılsın" diyorlardı. Sonrâ mescide girdim. Baktım Peygamberimiz mescidde oturmuş, bir grup da etrafında halka olmuştu. Talha b. Ubeyd kalktı. koşarak yanıma geldi, elimi sıkıp kutladı. Muhacirler'den başka hiç kimse kalkıp beni kutlamamıştı" Ka'b, Talha'nın bu davranışını hiç unutmamıştı.
Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- selâm verdiğimde yüzü Sevinçten parlayarak şöyle dedi: "Annenden doğduğun günden beri yaşadığın en hayırlı günü müjdelerim." "Bu müjde, senin katından mı yoksa Allah katından mı ya Resulallah?" dedim. "Aksine Allah katından..." dedi. Peygamberimiz sevindiği zaman yüzü bir ay parçası gibi aydınlık olurdu. Bunu bilirdik biz. Yanında oturduğum zaman "Ey Allah'ın Peygamberi tevbemin kabul olunmasına karşılık bütün malımı Allah ve peygamberine sadaka olarak vermeyi söz vermiştim" dedim.
"Malının bir kısmını yanında bırak, bu senin için daha iyidir" dedi. "Kendim için Hayber savaşında payıma düşen ganimeti bırakıyorum" dedim ve şunları ekledim: "Ey Allah'ın peygamberi, Allah beni doğru söylediğim için kurtardı. Yaşadığım sürece doğru söylemekten vazgeçmeyeceğime dair söz verdim." Allah'a andolsun ki, Peygamberimize bu sözü verdiğim günden bu yana asla yalan konuşmadım ve bundan sonra da yüce Allah'ın beni yalan konuşmaktan koruyacağını ümit ediyorum. Daha sonra yüce Allah şu ayetleri indirdi:
"Allah peygamberin ve o zor anda onun peşinden giden Muhacirler ile Ensar'ın tevbelerini kabul etti. O sırada onlardan bir grubun kalpleri kaymanın eşiğine gelmişti. Arkasından O, onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı son derece şefkatli ve merhametlidir."
"Allah hükümleri ertelenen o üç kişinin de tevbelerini kabul etti. Sonunda yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar geldi, can sıkıntısından patlayacak gibi oldular. Allah'dan kaçmanın yine O'na sığınmaktan başka bir çıkar yolu olmadığını anladılar. Bunun üzerine Allah onların tevbelerini kabul etti ki, tevbe etsinler. Hiç kuşkusuz Allah tevbelerin kabul edicisidir, merhametlidir."
"Ey mü'minler, Allah'dan korkunuz ve dosdoğrularla, gerçekten hiç ayrılmamış olanlarla beraber olunuz."
Ka'b diyor ki; "Allah'a andolsun ki, yüce Allah'ın, beni islâma iletmesinden sonra, bana o gün peygambere doğru söylememden daha büyük bir nimet vermemiştir. O gün yalan söylemiş olsaydım, ona yalan söyleyenler gibi helâk olacaktım. Çünkü yüce Allah ona yalan söyleyenler için söylenecek en kötü sözü söylemiştir."
"Savaştan döndüğünüzde kendilerini azarlamayasınız diye size Allah adına yemin edeceklerdir. Onları azarlamayınız, bir şey olmamış gibi davranınız. Çünkü onlar somut pisliktirler. İşledikleri kötülüklerin karşılığı olarak varacakları yer cehennemdir."
"Kendilerinden hoşnut olasınız diye size yemin ederler. Oysa siz onlardan hoşnut olsanız bile Allah yoldan çıkmışlar güruhundan kesinlikle hoşnut olmaz."
İşte bu üç kişiden birinin, Ka'b b. Malik'in dilinden Tebük seferine çıkmayan üç kişinin hikâyesi. Hikâyenin her bölümü bir ibret tablosu. Hikâyede islâm toplumunun sağlam ve sarsılmaz temelinden belirgin çizgiler ön plana çıkmaktadır. Hikâye islâm toplumunun yapısının sağlamlığını, toplumu oluşturan unsurların paklığını, toplumun anlamına, davetin yükümlülüklerine, emirlerin, değerine ve itaatin zorunluluğuna ilişkin düşüncenin netliğini gözler önüne sermektedir.
Şu Ka'b b. Malik ve iki arkadaşı o zor anda çıkılan setere katılmıyor, insan olmaktan kaynaklanan zaafa yenik düşüyor, gölge ve rahatlık çekici geliyor, bu ikisini yakıcı sıcaklığa, sıkıntılara, uzun yolculuğa, yorucu çabaya tercih ediyorlar. Ne var ki, Ka'b Peygamberimizin sefere çıkmasından sonra çok geçmeden yaptığının farkına varıyor. Çevresindeki her şey ona bu hatanın korkunçluğunu vurguluyordu... "Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- sefere çıkmasından sonra halkın arasına çıktığımda son derece üzülüyordum. Çünkü hakkında münafıklık söylentileri ya da Allah katında mazur sayılanlardan başka benim gibi birine rastlamıyordum." Yani hastalık ve zayıflıktan, bir de harcayacak bir şey bulamamaktan dolayı Allah katında cihada çıkmaktan mazur sayılanlar.
Zorluk, müslümanları peygamberin uzun ve sıkıntılı sefere çağırmasına koşmaktan alıkoyamadı. Sadece hakkında münafıklık söylentileri bulunan ve yüce Allah'ın mazur saydığı güçsüz kimseler bu çağrıya koşmamışlardı. Müslüman toplumun sağlam temeli ise, zorluktan daha güçlü bir ruha ve sıkıntılardan daha sağlam bir köke sahiptir.
Bu bir...
İkincisi de takvadır... Hata yapanı doğru söylemeye ve suçunu itiraf etmeye yönelten takva... Bundan sonra iş Allah'a kalmıştır: Ben, "Ey Allah'ın peygamberi, eğer şu dünyada senden başka birinin yanında oturmuş olsaydım, bir özür ileri sürerek öfkesinden kurtulurdum. Kendi kendime ölçtüm-biçtim. Fakat Allah'a andolsun ki, bugün sana yalan söyleyecek olursam, benden hoşnut olacağını, buna karşılık yüce Allah'ın senin kızgınlığını üzerime çekeceğini anladım. Eğer sana doğruyu söyleyecek olursam bunun böyle olduğunu bileceğini anladım. Ben bu konuda Allah'ın vereceği hükmü bekliyorum. Allah'a andolsun ki, hiçbir mazeretim yoktu, senin çıktığın seferden geri kaldığım günkü gibi kendimi hiçbir zaman bu kadar güçlü ve rahat hissetmemiştim" dedim.
Çünkü hata yapan mü'min vicdanında Allah'ı her zaman hazır bulur. Bunun yanında Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- hoşnutluğuna da can atıyor. O hoşnutluk, o günlerde insanı yükseltebiliyor, alçaltabiliyordu. Saygın bir konuma getirebildiği gibi, bakışların altında damgalanmış bir halde bırakabilirdi; müslümanı. Ya da tek bir insanın bile kendisine bakmasını önleyebiliyordu. Buna rağmen Allah'ın gözetimi daha güçlü, Allah korkusu daha derin ve Allah'a ümit bağlamak daha güvenilirdir.
"...Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Tebük seferine çıkmayanlar arasında mü'minlerin üçümüzle konuşmasını yasakladı. Halk bizden uzaklaşmaya başladı. Ya da "Bize yabancı gibi davranıyorlardı" demişti. Ben bile yeryüzünden sıkılmaya başlamıştım. Bu bildiğim yeryüzü değildi artık. Bu şekilde tam elli gece geçirdik. Diğer iki arkadaşıma gelince, çaresiz kalkıp evlerine çekilmişlerdi. Bense halk arasında güçlü kuvvetli biriydim. Halkın arasına çıkıyor, müslümanlarla birlikte namaz kılıyor, çarşılarda dolaşıyordum. Ama hiç kimse benimle konuşmuyordu. Namazdan sonra Peygamberimizin meclisinde oturur, ona selâm verirdim. Kendi kendime: "Acaba selâmımı almak için dudakları kıpırdadı mı yoksa kıpırdamadı mı?" derdim. Sonra ona yakın bir yerde namaz kılar göz ucuyla onu süzerdim. Ben namaza durunca bana bakardı, ama ben kendisine bakınca, bakışlarını kaçırırdı. Müslümanların boykot uygulaması gittikçe uzuyordu. O sırada amcamın oğlu ve herkesten çok sevdiğim Ebu Katade'nin bahçesine doğru yürüdüm ve selâm verdim. Fakat selâmımı almadı. Ben "Ey Ebu Katade, ben sana Allah'ın adıyla seslendim, Allah'ı ve peygamberini sevdiğimi bilir misin?" dedim. Ama o, sustu. Tekrar seslendim, yine sustu. Bir da,ha seslendim Allah ve peygamberi daha iyi bilir" dedi. Gözlerim doldu geri döndüm duvarı geçtim gittim..."
Mekke'nin fethinden sonra yaşanan kargaşaya ve ` zor anda' başgösteren karışıklığa rağmen, müslüman toplumda disiplin, kontrol böyle sağlanıyordu. Emirlere uyma bu şekilde gerçekleşiyordu... "Peygamberimiz mü'minlerin üçümüzle konuşmasını yasakladı." Artık hiçbiri konuşmak için ağzını açamaz. Kimse Ka'b'ı sevgiyle karşılayamaz. Ona bir şey veremez, bir şey alamaz. Amcasının oğlu, en çok sevdiği insan bile... Duvarından tırmanmış, yanına gitmiş, ama selâmını almamıştı. Sorusuna cevap vermemişti. Israrlar karşısında cevap vermişse de üzüntüsünü giderememiş, sıkıntısına çare olmamıştı. Sadece, "Allah ve peygamberi daha iyi bilir" demişti.
Ka'b büyük bir üzüntü içindeydi. Yeryüzü ona sevimli gelmiyor artık, bu bildiği yeryüzü değildir çünkü. Resulullah'ın dudaklarının hareketine ümit bağlamıştır. Göz ucuyla sürüyor peygamberi. Belki peygamber bir kerecik kendisine bakar diye. Bu, içindeki umudu canlı tutacaktır. Bu ağaçtan kopmadığı, bir yaprak gibi solup kurumadığı için teselli bulacaktır.
Kovulmuş ve yalnız bırakılmışken, kavminden hiç kimse (Allah rızası için) ağzını açıp kendisiyle konuşmuyorken, Gassan kralından kendisine üstünlük, şeref, mevki ve makam vadeden bir mektup alıyor. Ama, o bütün bunlara bir tek hareketle karşılık veriyor, mektubu tutup ateşe atıyor. Bunu da içinde bulunduğu imtihanın bir parçası sayıyor, imtihana karşı sabırlı olmaya devam ediyor.
İlişki kesmek olayı, eşinden ayrılmasını gerektirecek boyutlara varıyor. Artık bütün insanlar arasında kovulmuş, tek başına bırakılmış bir kişidir. Yerle gök arasında bir başına kalmıştır. Karısının yanında hizmet etmek amacıyla kalmasını sağlamak için peygamberden izin istemeye utanıyor. Çünkü ne cevap alacağını bilmiyor.
Bu madalyonun bir yüzü. Diğer yüzünde müjde vardır madalyonun... Kabul edilmenin, yeniden saffa katılmanın günahtan tevbe etmenin, dirilip yeniden hayata dönmenin müjdesi vardır...
"Yüce Allah'ın bize ilişkin olarak belirttiği durumda oturmuştum. İçim sıkılıyor ve yeryüzü bunca genişliğine rağmen bana dar geliyordu. O sırada Sel'e tepesinden vargücüyle bağıran birinin sesini duydum. "Ey Ka'b b. Malik müjdeler olsun" diyordu. Hemen secdeye kapandım ve yeniden rahatlığa kavuştuğumu anladım. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- sabah namazını kılarken yüce Allah'ın bizim tevbelerimizi kabul ettiğini duyurmuştu. Bunun üzerine müslümanlar bize müjdeyi vermek için dağılmışlardı. Önce iki arkadaşıma müjde vermişlerdi. Bana da birisi atlı birisi de yaya olmak üzere iki kişi koşmuştu. Yaya olarak koşan adam dağın tepesine çıkmış oradan bağırmıştı. Kuşkusuz ses, attan hızlıydı. Bana müjdeyi veren adam gelince, üzerimdeki elbiseyi çıkarıp ona giydirmiştim. Allah'a andolsun ki, o gün ondan başka bir şeyim yoktu. Verdiğim iki elbiseyi karşılığını ödeyerek tekrar giydim ve Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- yanına gittim. Müslümanlar grup grup beni karşılayıp tevbenin kabul olunmasından dolayı kutluyorlardı. "Allah tevbeni kutlu kılsın" diyorlardı. Sonra mescide girdim. Baktım Peygamberimiz mescidde oturmuş, bir grup da etrafında halka olmuştu. Talha b. Ubeyd kalktı koşarak yanıma geldi, elimi sıkıp kutladı. Muhacirler'den başka hiç kimse kalkıp beni kutlamamıştı." Ka'b Talha'nın bu davranışını hiç unutmamıştı.
Olaylar bu şekilde değerlendiriliyordu, bu şekilde düzenleniyordu, bu toplumda. Kabul olunmuş tevbe bu şekilde karşılanıyor, bu şekilde önemseniyordu. Bu yüzden müjde sahibine atlılarca ulaştırılıyordu. Müjdeyi daha çabuk oluşturmak için dağa çıkıp bağırıyordu birisi de... Yeniden topluma dönen, tekrar bu kökle birleşen dışlanmış adam kutlamaları ve karşılamaları unutulmayacak bir iyilik olarak algılıyordu. Peygamberimizin dediği gibi "Anandan doğduğun günden beri yaşadığın en hayırlı günü müjdelerim" hayatının en mutlu gününü yaşıyordu. Ka'b'ın dediği gibi peygamberimiz bu müjdeyi verirken yüzü sevinçten parlıyordu. Bu büyük şefkatli ve merhametli gönül, üç arkadaşının tevbelerinin kabul olunmasından ve şerefli birer unsur olarak yeniden topluma katılmalarından dolayı sevinçle dolup taşmıştı.
İşte sefere çıkmayan, sonra da Allah tarafından tevbelerin kabul olunan üç kişinin hikâyesi... Ve islâm toplumunun hayat biçimine ve hayatın her alanında uyduğu değerlere işaret eden bu hikâyeden bazı kesitler...
Hikâye kahramanlarından birinin de anlattığı gibi ayetin anlamını ruhlarımıza iyice yaklaştırmaktadır: "Sonunda yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar geldi. Can sıkıntısından patlayacak gibi oldular, Allah'dân kaçmanın yine O'na sığınmaktan başka bir çıkar yolu olmadığını anladılar."
Ne değeri var yeryüzünün, içinde yaşayanlar olmasa... Yeryüzü, üzerinde geçerli olan değerlerle bir anlam kazanır. Üzerinde yaşayanların arasındaki bağlar ve ilişkilerdir yeryüzünü değerli kılan. İfade, sanatsal güzelliğindeki gerçekliğin ötesinde pratik anlamı bakımından da gerçeği yansıtmaktadır. Ayetin sanatsal güzelliği şu seferden geri kalan üç kişiye dar gelen yeryüzünü öyle bir tasvir ediyor ki, yerin çevresi daralmaya kıtalar büzülmeye başlamış, bu üç kişi de orada sıkılmış kalmıştır adeta.
"Can sıkıntısından patlayacak gibi oldular."
Bedenleri bir kap gibi sıkıştırıyordu onları sanki. Hareket etmelerine imkân vermiyordu. Onları sıkıştırıyor nefes aldırmıyordu adeta:
"Allah'dan kaçmanın yine O'na sığınmaktan başka bir çıkar yolu olmadığını anladılar."
Hiç kimsenin Allah'dan başka sığınacak bir yeri yoktur. Göklerin ve yerin her tarafı onun kontrolündedir. Ne var ki bu gerçeğin böylesine sıkıntı verici bir atmosferde dile getirilmesi sahneye daha bir sıkıntı, karamsarlık ve daralma havası katıyor. Sıkıntıları gideren, insanları düzlüğe çıkaran Allah'a sığınmaktan başka kurtuluş yolu yoktur bu can sıkıntısından.
Ardından kurtuluş geliyor, düze çıkıyorlar...
"Bunun üzerine Allah onların tevbelerini kabul etti ki, tevbe etsinler. Hiç kuşkusuz Allah tevbeleri kabul edicidir, merhametlidir."
Bu özel günahdan dolayı ettikleri tevbeyi kabul etti ki, geçmişte istedikleri tüm günahlardan tevbe etsinler ve ilerde olabilecek her şeyde Allah'a tam ve eksiksiz dönsünler, ona sığınsınlar. Ka'b'ın sözü de bunu doğrulamaktadır. "Ey Allah'ın peygamberi tevbemin kabul olunmasına karşılık bütün malımı Allah ve peygamberine sadaka olarak vermeyi söz vermiştim" dedim. "Malının bir kısmını yanında bırak, bu senin için daha iyidir" dedi. "Kendim için Hayber savaşında payıma düşen ganimeti bırakıyorum" dedim ve şunları ekledim. "Ey Allah'ın peygamberi, Allah beni doğru söylediğim için kurtardı. Yaşadığım sürece doğru söylemekten vazgeçmeyeceğine dair söz verdim. Allah'a andolsun ki, Peygamberimize bunu söyledikten beri hiçbir müslümanın doğru konuşmakta, yüce Allah'a karşı benden daha iyi bir sınav verdiğini bilmiyorum. Allah'a andolsun ki, Peygamberimize bu sözü verdiğim günden bu yana asla yalan konuşmadım ve bundan sonra da yüce Allah'ın beni yalan konuşmaktan koruyacağını ümit ediyorum.
Fî Zılâl-il Kur'an'da bu de.:n anlamlar içeren hikâye ve Kur'an'ın bu hikâyeyi eşsiz bir şekilde dile getiren ifadesi üzerinde bundan fazla duramıyoruz. Yüce Allah'ın başarılı kıldığı oranda yaptığımız bu açıklamayı yeterli görüyoruz.
DOĞRULARLA BERABER OLUN VE MÜCADELE EDİN
Savaşa çıkma konusunda tereddüt gösterenlerin sefere çıkmayanların tevbelerinin kabul edilmesinin ve seferden geri kalanlardan üç kişinin hikâyesinde ön plana çıkan doğruluk unsurunun ışığında Allah'dan korkmalarına ve iman açısından doğru olduklarını ispat etmiş örnek kimselerle beraber olmalarına ilişkin tüm mü'minlere yönelik bir çağrı yer alıyor. Bunun yanında Medineliler'in ve çevrelerindeki taşralı Araplar'ın seferden geri kalmaları kınanıyor. Bu arada mücahidlere bol bir mükafat va'dediliyor:
119- Ey mü'minler Allah'dan korkunuz ve dosdoğrularla, gerçekten hiç ayrılmamış olanlarla beraber olunuz.
120- Gerek Medineliler'e ve gerekse çevrelerinde yaşayan Bedeviler'e savaşta peygamberden geri kalmak ve kendi canlarının kaygısını onun canının kaygısının önüne geçirmek yakışmaz. Çünkü Allah yolunda çekecekleri her susuzluk, katlanacakları her yorgunluk, karşılaşacakları her açlık, kâfirleri öfkelendirecek her bir karış toprağa ayak basmaları; düşmanın zararına kazanacakları her tür başarı karşılığında mutlaka hesaplarına iyi amel yazılır. Hiç şüphesiz Allah, iyi işler yapanları ödülsüz bırakmaz.
121- Yaptıkları küçük-büyük bütün maddi harcamalar ve aştıkları her vadi, mutlaka hesaplarına yazılır ki, Allah işledikleri iyilikleri en güzel karşılıklarla ödüllendirsin.
Bu davayı ve bu hareketi ayakta tutanlar Medineliler'dir. Bu davanın en yakınları onlardır. Onlar bu dava ile vardırlar ve onun için vardırlar. Hz. Peygamber'i -salât ve selâm üzerine olsun- barındıran, ona bağlılık andı içenler onlardır. Yarımada'daki toplumda, bu dinin sağlam temeli onların varlığında somutlaşmaktadır. Medine'nin çevresinde yer alıp, da müslüman olmuş kabileler de öyle... Onlar da temelin dış destekleri konumundadırlar. Bu yüzden bunlar ve onlar herhangi bir eylemde, peygamberden geri kalamazlar. Kendilerini ona tercih edemezler. Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- ister sıcakta, ister soğukta, ister zorlukta, ister rahatlıkta, ister kolaylıkta, ister sıkıntıda olsun, ne zaman sefere çıkarsa çıksın, bu davanın onlara yüklediği sorumlulukları ve zorlukları seve seve yüklenmelidirler. Çünkü bu davaya gönül vermiş Medineliler'in ve çevrelerindeki taşralı Araplar'ın Hz. Peygamberin yakınında yer aldıkları halde, Hz. Peygamberin katlandığı herhangi bir şeyi kendileri için daha çok istemeleri gerektiğini bilmemekte mazur sayılamazlar.
Bu nedenle onlar, Allah'dan korkmaları ve seferden geri kalmayan, geri kalma düşüncesini akıllarına bile getirmeyen, zor anlarda imanları sarsılmayan ve yalpalamayan doğrularla beraber olmaları çağrısı yapılıyor. Bunlar öncü kimselerden ve güzel güzel onları izleyenlerden oluşan seçkin bir topluluktur!
"Ey mü'minler, Allah'dan korkunuz ve dosdoğrularla, gerçekten hiç ayrılmamış olanlarla beraber olunuz."
Bu çağrıdan sonra ayetlerin akışı, Peygamber'in -salât ve selâm üzerine olsun çıktığı seferden geri kalma olayının, temelden hoş karşılanmayacak bir davranış olduğunu vurgulayarak sürüyor.
"Gerek Medineliler'e ve gerekse çevrelerinde yaşayan Bedeviler'e, savaşta Peygamberden geri kalmak ve kendi canlarının kaygısını onun canının kaygısının önüne geçirmek yakışmaz."
İfadede gizli bir azarlama var. Peygamberle birlikte bulunan birine, "Bu adam kendini peygambere tercih ediyor, onunla beraber ve onun arkadaşı olduğu halde, kendi can kaygısını peygamberin can kaygısının önüne çıkarıyor" denmesinden daha etkin, daha acı bir azar olabilir mi?
Bu ifade ayni zamanda, her nesilden bu davaya bağlananları aynı noktada birleştirmektedir. Çünkü hiçbir mü'min, Hz. Peygamber'in göğüs gerdiği ve katlandığı bir şeye göğüs germekten, ona katlanmaktan kaçınamaz. Bu davaya mensup olduğunu iddia etmesine ve Hz. Peygamberi örnek aldığını ileri sürmesine rağmen, Hz. Peygamber'in katlandığı hiçbir zorluktan kaçınmak olacak iş değildir. Bu, mü'min olma iddiası ile çelişmektir.
Bu, yüce Allah'dan gelen emrin gereği olmakla birlikte, Hz. Peygamber'den duyulan hayatın gerektirdiği bir görevdir de. Üstelik bu görevi yerine getirmenin mükafatı da, bitmez-tükenmez bir mükafattır.
"Çünkü Allah yolunda çekecekleri her susuzluk, katlanacakları her yorgunluk, karşılaşacakları her açlık, kâfirleri öfkelendirecek herbir karış toprağa ayak basmaları, düşmanın zararına kazanacakları her tür başarı karşılığında mutlaka hesaplarına iyi bir amel yazılır. Hiç şüphesiz Allah, iyi işler yapanları ödülsüz bırakmaz."
"Yaptıkları küçük büyük bütün maddi harcamalar ve aştıkları her vadi, mutlaka hesaplarına yazılır ki, Allah işledikleri iyilikleri en güzel karşılıklarla ödüllendirsin."
Çekilen susuzluğa, katlanılan açlığa, karşılaşılan yorgunluğa ve kâfirlerin öfkesini çeken her adıma mükafat vardır. Düşmana karşı kazanılan her başarı ödüllendirilecektir. Bütün bunlar, mücahid için iyi amel olarak yazılır hesaba. Yüce Allah, iyilik severlerin hesabına geçer bunları. Ve O, iyilik yapanları ödülsüz bırakmaz.
Yapılan küçük büyük bütün maddi harcamalar karşılık görecektir. Vadiler aşmak için atılan her adım, mücahidin hayatta işlediği en iyi amelin karşılığı gibi ödüllendirilecektir.
Dikkat edin! Allah'a andolsun ki, yüce Allah bize sınırsız bağışta bulunuyor. Andolsun ki, verilen ödülde büyük bir hoşgörü ve sınırsız bir bağış vardır. Bütün bu sınırsız bağışların, bu büyük ödüllerin, bizim üstlendiğimiz ve bize emanet edilen bu dava uğruna Peygamberimizin katlandığı zorlukların yanında, son derece küçük kalan zorluklara karşılık olması insanı utandırıyor.
Bu surede, seferden geri kalanları kınayan ayetlerin inmesi; geride kalanların özellikle dev Medineli ve çevredeki Bedevi kabilelerine mensup kişilerin azarlanması üzerine müslümanların, özellikle Medine'yi çevreleyen, kabilelerin, Peygamberimizin işaretine anında cevap vermek için Medine'ye birikmeye başladıkları anlaşılıyor. Bu durum, pratik açıdan açıklamaya uygun bir zamanda, genel seferberliğin sınırlarını belirlemeyi gerektirmiştir. Artık islâm toprakları genişlemiştir. Arap Yarımadası nerdeyse tümden islâmın egemenliğine girmiştir. Cihada çıkmaya gücü yeten insanların sayısı artmıştır. Tebük seferinde, bütün geride kalanlara rağmen sayıları otuzbine varmıştı. Daha önce müslümanların çıktığı hiçbir seferde bu kadar insan biraraya gelmemişti. Artık uğraşıları, cihad, yeryüzünü kalkındırmak, ticaret ve henüz ortaya çıkmış bulunan ümmeti ayakta tutacak diğer hayat sorunları arsında bölüştürmenin zamanı gelmiştir. Bu ümmet, basit kabileciliğin isteklerini aşmıştır. Artık ilkel kabile toplumunun ihtiyaç duyduğu şeylere ihtiyaç duymamaktadır. İşte aşağıdaki ayet, bu sınırları gayet açık bir şekilde gözler önüne sermektedir:
122- Mü'minlerin topyekün sefere çıkmaları gerekmez. Bunun yerine her kabileden bir grup, dinin özünü öğrenmek ve kötülüklerden kaçınırlar umudu ile soydaşlarını uyarmak için sefere çıkmalıdır.
Bu ayetin tefsirine, dinin özünü kavrayacak ve geri döndüğünde toplumunu uyaracak grubun kimliğine ilişkin birçok rivayet vardır. Bize göre ayeti şu şekilde yorumlamak en doğrusudur: Mü'minler hep birlikte seferberliğe katılacak değildirler. Her topluluktan birer grup katılacaktır. Ama sefere çıkanlarla, geride kalanlar, bu işi dönüşümlü yapacaklardır. Savaşa çıkan grup, seferberlik, yolculuk, cihad ve bu inanç uyarınca harekete geçme sayesinde dinin özünü kavrayacak, döndüğü zaman da, cihad ve hareket esnasında bu dinin özüne ilişkin gördüğü ve kavradığı gerçeklerle kavminden geride kalanları uyaracak, onlara bu gerçekleri anlatacaktır.
Bizi bu sonuca götüren etken -bu görüş temelde, İbn-i Abbas'ın yorumuna, Hasan Basri'nin tefsirine, İbn-i Cerir'in tercihine ve İbn-i Kesir'in görüşüne dayanmaktadır- bu dinin harekete dönük bir hayat sistemi oluşudur. Bu dinin özünü, onunla birlikte hareket etmeyenler kavrayamaz. Dolayısıyla bu din uğruna cihad edenler, insanlar arasında bu dinin özünü en iyi şekilde kavrama imkânına sahip kimselerdir. Çünkü bu dinle birlikte, hareket esnasında dinin sırları ve derin anlamları ortaya çıkar. Olağanüstü olayları ve pratik uygulamaları gözleriyle görürler. Geride kalanlara gelince, bunlar harekete katılanlara başvurmak zorundadırlar. Çünkü savaşa çıkanların gördükleri gerçekleri görmemişlerdir. Onların kavradığı gibi kavrayamamışlardır dinin özünü. Bu dinle birlikte harekete geçenlerin farkına vardıkları sırları görememişlerdir. Özellikle sefere çıkanlar arasında Allah'ın Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- bulunuyorsa... Genel olarak savaşa çıkma, dini anlamanın ve dinin özünü kavramanın en uygun yoludur.
Bu görüş, ilk başta akla gelen seferden, cihattan ve hareketten geri kalanların dinin özünü kavramak üzere ayrıldıkları düşüncesine ters gelebilir. Ama savaştan geri kalanların, dinin özünü kavramak üzere ayrıldıkları düşüncesi dayanaksız bir kuruntudur. Bu dinin tabiatına terstir. Bu dinin dayanağı harekettir. Bu yüzden, onunla birlikte hareket eden insanların pratik hayatına onu egemen kılmak için cihad eden, yaşamaya dönük hareket aracılığı ile, cahiliyeye karşı üstünlük sağlayandan başkası bu dinin özünü kavrayamaz.
Deneyimler kanıtlamıştır ki, bu dinle birlikte harekete geçmeyenler, bu dini harekete dönük bir sistem olarak yaşamayanlar, uzun süre kitaplar arasında donuk incelemeler ve araştırmalarla uğraşsalar bile, dinin özüne ilişkin olarak hiçbir şey kavrayamazlar. Gerçekleri gün yüzüne çıkaran aydınlık, bu dini insanların hayatına egemen kılmak için hareket eden, cihad hareketine katılan kimselere görünebilir. Kitapların safları arasında boğularak incelemeye girişenlere değil.
Bu dinin fıkhı, ancak hareket yurdunda ortaya çıkabilir, gelişebilir. Dinin özü, harekete dönük bir hayat biçimi olarak yaşaması gerekirken, yerinde oturan bir fıkıhçıdan alınamaz, öğrenilemez. Günümüzde islâm fıkhını, "yenilemek" ya da -Haçlı oryantalistlerin dediği gibi- "geliştirmek" amacıyla fıkhi hükümler çıkarmak için kitapların, sayfaların arasında incelemeye dalanlar... Evet insanları kula kulluktan kurtarmaktan ve sadece Allah'ın şeriatını egemen kılmak ve tağutların yasalarını hayattan uzaklaştırmak suretiyle, insanları Allah'a kul yapmayı hedefleyen hareketten çok uzak olan bu adamlar, bu dinin tabiatını kavrayamazlar. Bu yüzden, dinin fıkhını düzenlemeleri ve fıkhi kurallar koymaları doğru değildir.
İslâm fıkhi, islâmi hareketin ürünüdür: Önce din ortaya çıkmış, sonra fıkıh... Bunun tersi kesinlikle doğru değildir. Önce tek başına Allah'a boyun eğme olayı gerçekleşmiştir... Önce sadece Allah'a itaat edilmesi gerektiğini kabul eden, cahiliye yasalarını, gelenek ve göreneklerini bir kenara bırakan, insan aklının ürünü yasaların hayatın herhangi bir yönüne egemen olmasına imkân vermeyen bir toplum oluşmuştur. Sonra bu toplum, şeriatın özünden kaynaklanan ayrıntılara ilişkin hükümlerin yanında, şeriatın genel ilkeleri doğrultusunda pratik olarak yaşamaya başlamıştır. Bu toplum, Allah'ın tek ve ortaksız egemenliğinin öngördüğü şekilde, sadece O'nun şeriatını hayata geçirmek, yani O'nun dininin egemenliğini gerçekleştirmek için pratik hayatını sürdürürken, pratik hayatında yenilenen durumların etkisiyle ortaya çıkan ayrıntıya ilişkin sorunlarla da karşılaşmıştır. İşte sadece bundan dolayı fıkhi hükümler çıkarmaya çalışmıştır. İslâm fıkhının gelişmesi bu noktadan başlamıştır. İşte bu fıkhı ortaya çıkaran etken, bu dinle birlikte hareket etme olayıdır. Gelişmeyi sağlayan bu harekettir. Bu fıkıh, hiçbir zaman pratik hayatın sıcaklığından uzak bir şekilde donuk sayfalar arasından çıkarılan bir fıkıh olmamıştır. Bu yüzden, dinin özünü kavramış fıkıhçıların oluşturdukları fıkıh; onların bu dinle birlikte hareket etmelerinin ve bu dini yaşayan ve onun uğruna cihad eden, pratik hayatın hareketi ile ortaya çıkarak, fıkhı uygulayan canlı müslüman toplumun pratik hayatı ile içiçe oluşlarının ürünüdür.
Peki bugün durum nasıldır?.. Allah'ın tek ve ortaksız egemenliğini ilan eden herhangi bir kulun egemenliğini fiilen reddeden, Allah'ın şeriatını yasa edinen ve bu yetkili kaynaktan gelmeyen tüm yetkisiz yasaları pratik olarak reddeden o müslüman toplum nerede?..
Hiç kimse bu toplumun şu anda var olduğunu iddia edemez. Bunun için islâmi bilen, daha baştan bu fıkhın hayatına yön veren tek yasa olması gerektiğini kabul etmeyen toplumların içinde yaşarken, islâm fıkhını geliştirmeye ya da "yenilemeye" veya "çağdaşlaştırmaya" yeltenemez. Ciddi bir müslüman öncelikle, sadece Allah'a itaat edilmesini, O'nun dininin egemen olmasını sağlamaya çalışır. Hakimiyet Allah'a itaat edilmesini sağlamak için yasama ve kanun koymanın sırf O'nun şeriatından kaynaklanmasını gerçekleştirmeye çalışır.
Bazı kimselerin islâm fıkhını uygulayan, hayatlarını bu fıkha dayandırmayan bir toplumda, islam fıkhının gelişmesinin ya da "yenilenmesi" yahut "çağdaşlaşması" ile uğraşmaları bu dinin ciddiyetine yakışmayan boş ve komik bir çabadır. Aynı şekilde bir insanın yerinde oturup soğuk kitap ve sayfalar arasında kaybolup, donuk fıkhi kalıplardan fıkhi kurallar edinmek suretiyle dinin özünü kavrayacağı düşüncesinde olması da, bu dinin tabiatını bilmemesinin yüz kızartıcı ifadesidir. Çünkü islâm, yoluna devam eden hayatın akışına egemen olmadıkça ve realite dünyasında bu din ile birlikte hareket edilmedikçe, şeriattan fıkhi kurallar çıkarmak mümkün olmayacaktır.
İslâm toplumunu doğuran etken, Allah'ın dinini din edinme ve sadece O'nun dinini hükümran kılma olayıdır. İslâm toplumu da, "İslâm fıkhını" oluşturmuştur. Bu sıralama kaçınılmazdır. Sadece Allah'a itaat etmenin, O'nun dinini hükümran kılmanın ortaya çıkardığı ve sırf Allah'ın şeriatını uygulamaya kararlı bir müslüman toplumun varlığı kaçınılmazdır. Bundan sonra -ama kesinlikle önce değil- kendisini ortaya çıkaran toplumun boyuna göre, ayrıntılı bir islâm fıkhı oluşur. Ama kesinlikle önceden hazırlanmış bir "giysi" olarak değil. Çünkü her fıkhi hüküm -tabiatı itibariyle- genel şeriatın, belli bir oranda, belli bir kalıpta ve belli koşullarda pratik durumlara uygulanışının kurallaşmış ifadesidir. Bu durumları islâm çerçevesinde -uzağında değil- ortaya çıkaran oranını, şeklini ve koşullarını belirleyen hayatın akışıdır. Bunun için derhal bu durumların "boyuna" uygun, "ayrıntılı" hüküm belirlenir. Kitapların sayfaları arasındaki kalıplaşmış hükümlere gelince, bunlar, pratik olarak islâm şeriatının egemenliği esasına dayalı olarak süren islâmi hayatın varolduğu dönemlerde ortaya çıkan belli durumlar için belirlenmiş, ayrıntılı biçimde konulmuş kurallardır. Ortaya çıktıkları dönemde donuk ve "kalıplaşmış" kurallar değildiler. O zaman canlı ve hayat dolu kurallardı bunlar. Bizim de karşımıza çıkan yeni durumlar için ayrıntılı kurallar belirlememiz gerekir, ama bundan önce, toplumsal yasalarına Allah'dan başkasına boyun eğmeyen, yasamaya ilişkin hükümleri sırf O'nun şeriatından edinen müslüman bir toplumun varlığı şarttır...
Ancak bu şekilde uğraşırlar; ciddi ve sonuç alıcı, dolayısıyla da bu dinin ciddiliğine yakışır olabilir. Bunun için yapılır basiretleri açan ve dinin özünü işte bu amaç doğrultusunda, basireti açan ve dinin özünü gerçek anlamda kavramayı sağlayan cihad yapılır. Bunun dışındaki tüm uğraşılar, bu dinin önünde ters, komik ve boş uğraşılardır. Bu uğraşılar, "islâm fıkhını yenileme" ya da "geliştirme" maskesi altında, gerçek cihad yükümlülüğünden kaçmanın belirtisidir. Oysa zayıflığı ve eksikliği itiraf etmek, geride kalıp oturanlarla birlikte cihada çıkmamakla işlenen günah için, Allah'dan bağışlanma dilemek böyle bir kaçıştan daha iyidir.
Bundan sonra ayet, cihad hareketinin stratejisini ve boyutunu belirlemeye koyuluyor. Nitekim Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- ve bütün halifeler bu strateji ve bu boyuta göre hareket etmişlerdir. Birtakım pratik gereklerin ortaya çıkardığı durumların dışında bunlardan ayrılmamışlardır:
123- Ey mü'minler en yakınınızdaki kâfirler ile savaşınız, bunlar sizde sertlik bulsunlar ve biliniz ki, Allah kendisinden korkanlar ile beraberdir.
Ayeti kerimenin işaret ettiği cihad stratejisi ise, şudur:
"Ey mü'minler en yakınınızdaki kâfirler ile savaşınız."
İslâm fetihleri aşama aşama, bu stratejisi uyarınca, "islâm yurduna" en yakın olanlara, islâm yurdunun komşularına yönelmiştir. Arap Yarımadası müslüman olduktan sonra (ya da Mekke'nin fethinden sonra, islâm yurdu üzerinde bir tehdit unsuru oluşturmayacak dağınık grupların dışında büyük çoğunluğu müslüman olduktan sonra) Bizans topraklarına yönelik Tebük seferi düzenlenmiştir. Daha sonra islâm ordularının Bizans ve İran topraklarındaki ilerlemesi devam etmişti. Fakat arkalarında kesinlikle bir gedik bırakmamışlardı. İslâm ülkesinin birliği sağlanmış, sınırlar birleştirilmişti. Böylece müslüman toplum her tarafı birbirine bağlı ve birbirine kenetlenmiş büyük bir kitle haline gelmişti. Bu kitle parçalanana, aile egemenliğine ya da milliyet esasına dayalı yapay sınırlar ortaya çıkarılana kadar, gücünden hiçbir şey kaybetmemişti. Bu durum, bu dinin düşmanlarının ellerinden geldikçe, bu dine üstünlük sağlamak için devreye soktukları bir taktiktir ve halâ aynı taktiği uygulamaktadırlar. Irkların, dillerin, soyların ve renklerin farklılığına rağmen bu dinin bir zamanlar, "islâm yurdunun" sınırları içinde "tek bir ümmet" haline getirdiği halklar, dinlerine dönmedikleri, tekrar islâmın sancağı altında toplanmadıkları, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- hareket çizgisini izleyip, kendisine zafer, üstünlük ve egemenlik garantisi verilen ilahi önderliğin sırlarını kavramadıkları sürece ezileceklerdir, aşağılanacaklardır.
Bir kez daha yüce Allah'ın şu sözünün üzerinde duruyoruz.
"Ey mü'minler, en yakınınızdaki kâfirler ile savayız. Bunlar sizde sertlik bulsunlar ve biliniz ki, Allah kendisinden korkanlar ile beraberdir."
Burada müslümanlara en yakın olan kâfirlerle savaşma emri verildiğini görüyoruz. Bu kâfirlerin müslümanlara ya da islâm yurduna saldırmaları şartı sözkonusu edilmiyor. O zaman burada başka bir durumun sözkonusu olduğunu anlıyoruz. Bu dinle birlikte hareket etmeyi, cihad ilkesinin kaynaklandığı temel olarak öngören bu durumdur. Medine'de islâm devletinin kurulduğu ilk dönemlerde başvurulan aşamalı hükümlerde olduğu gibi, sırf "savunma" durumu da sözkonusu değildir.
Günümüzde, islâmda uluslararası ilişkilere ve islâmda cihad hükümlerine ilişkin araştırmalar yapan bazı araştırmacılar, Kur'an'daki cihad ayetlerini yorumlamaya kalkışan kimi yazarlar, bu nihai ve son hükmü önceki aşamalara ilişkin hükümlerle sınırlamak ve bu hükmün uygulanışını kâfirlerden gelen saldırıya ya da saldırı endişesine bağlamak istiyorlar. Oysa sözkonusu ayet kesindir ve bu konuda geçerli olan son hükümdür. Şimdiye kadar, hüküm koyarken Kur'an'ın başvurduğu ifade yöntemine artık alışmış bulunuyoruz. Kur'an ifadesi böyle durumlarda konunun üzerinde son derece titiz davranır. Ele alınan konunun bir diğer konuyla karıştırılmamasına özen gösterir. Böyle bir durumda farklı bir ifade kullanır. Bunun yanında, aynı hüküm içinde korunması, istisna edilmesi ve bir şarta bağlanması veya ayrıcalık tanınması gereken unsur varsa, bunları da birer birer bilirler.
Onuncu cüzde Tevbe suresini sunarken, müşriklerle ve ehli Kitap'la savaşmaya ilişkin ayetleri açıklarken, aşamalı hüküm ve ayetlerin anlamlarını islâmın hareket stratejisinin özüne uygun olarak ayrıntılı biçimde açıklamıştık. Orada yaptığımız açıklamaları bu konuda yeterli görüyoruz.
Ancak, İslâmda uluslararası ilişkilere ve islâmda cihadın hükümlerine ilişkin araştırmalar yapanlar, bu hükümleri içeren ayetleri yorumlamaya kalkışan yazarlar, islâmın bu hükümleri koymasını hazmedemiyorlar, dehşete kapılıyorlar. Yüce Allah'ın mü'minlere, en yakın olan kafirlerle savaşmayı, yakınlarında kâfir bulunduğu sürece savaşı sürdürmeyi emretmesini bir türlü anlamıyorlar. İlahi emrin böyle olması onları dehşete düşürüyor, hafızaları alınıyor. Bu yüzden kesin olan bu hükümlere bazı sınırlamalar getirmeye kalkışıyorlar. Bu sınırlamaları da, önceki aşamalara ilişkin hükümlerden ediniyorlar.
Ama biz biliyoruz bu adamlar niçin dehşete kapılıyorlar. Niye hafızaları almıyor bu hükümleri biz biliyoruz.
Onlar islâmda cihadın, "Allah yolunda" bir cihad olduğunu unutuyorlar. Allah'ın ilahlığını yeryüzüne egemen kılmak, Allah'ın otoritesini gaspeden tağutları kovalamak, "insanı" Allah'dan başkasına kul olmaktan kurtarmak, sadece Allah'a itaat ettiği ve kula kulluktan kurtulduğu için, güç kullanılarak Allah'ın dininden döndürme amaçlı baskılardan insanları uzak tutmak amacına yöneliktir bu cihad... "Fitnenin kökü kazınana ve Allah'ın dini bütünüyle egemen olana" kadar sürecek bir cihad... İnsan yapısı bir ideolojinin, yine insan yapısı bir başka ideolojiye üstünlük sağlaması için başlatılmış bir savaş değildir bu. Bu savaş Allah'ın sistemini, kulların sistemine üstün getirmek için başlatılmıştır. Bir ulusu diğer bir ulusun egemenliği altına almak amacı ile girişilen bir savaş değildir bu. Allah'ın egemenliğini kulların egemenliğinin üstüne çıkarmaktır, islâmda cihadın amacı. Bu savaş kulların egemenliğini kurmak için değildir, yeryüzünde Allah'ın devletini kurmak ve O'nun egemenliğini sağlamak içindir. Bunun için cihad hareketinin tüm "yeryüzünde" bütün insanların özgürlüğü için yaygınlık kazanması, harekete geçmesi kaçınılmazdır. Bu konuda, islâm yurdunun sınırlarının içi ile dışı farketmez. Her taraf "yeryüzüdür", her tarafta insanlar yaşıyor ve her tarafta kula kulluk vardır, tağutlar vardır...
İşte bu gerçeği unuttuklarından dolayı, doğal olarak bir sistemin diğer sistemleri süpürüp atmak üzere harekete geçmesi ve bir milletin diğer milletleri boyunduruğu altına alması dehşete kapılmalarına neden oluyor... Durum böyle olunca da mesele hazmedilemiyor, Durum bunun aksi olmasaydı, gerçekten de hazmedilecek gibi değildir. Bugünkü insan yapısı düzenlerin "bir arada, barış içinde" yaşamaya imkân vermesi gibi bir durum, islâm için sözkonusu değildir. Bugünkü düzenlerin tümü insan yapısı düzenlerdir. Bu yüzden bu düzenlerden hiçbiri, "sadece kendisinin yaşamaya hakkı olduğunu söyleyemez. Ama insan yapısı sistemlere karşı koyan, bu düzenleri geçersiz sayan, bütün insanları kula kulluk zilletinden kurtarmak ve bütün insanlığı tek ve ortaksız Allah'ın kulu olmak onuruna erdirmek ve insan yapısı bu sistemleri kökten yok etmeyi hedefleyen ilahi düzen için bu durum geçerli değildir.
Bu adamların dehşete kapılmalarının ve bu hükümleri hazmedemeyişlerinin bir nedeni de Haçlılar'ın, sistematik, iğrenç, art niyetli, pis ve alçakça saldırılarıyla karşı karşıya kalmalarıdır. Haçlılar şöyle diyorlar: "İslâm inancı kılıçların gölgesinde yayılmıştır. Cihad, başkalarını islâm inancını kabullenmeye zorlamak ve inanç özgürlüğünü yoketmek amacına yöneliktir.
Mesele bu şekilde algılanınca sindirilecek gibi değildir. Fakat durum bunun tam tersidir... Kuşkusuz islâm, "Dinde zorlama yoktur, yanlış ile doğru birbirinden ayrılmıştır" esasına dayanır. O zaman niçin kılıçla cihada başvurmuştur? Yüce Allah niçin mü'minlerin canlarını ve mallarını "Allah yolunda savaşmak, öldürmek ve öldürülmek" suretiyle, karşılığında cenneti vermek üzere satın almıştır? Çünkü islâmda cihad, islâm inancını zorla benimsetme amacının dışında bir hedefe yöneliktir. Daha doğrusu inancı zorla benimsetmeye taban tabana karşıt bir hedefe yöneliktir cihad. Bu cihad, inanç özgürlüğünü garantiye almak için başlatılmıştı. Çünkü islâm, tüm "yeryüzünde" bütün "insanları" kula kulluktan kurtarmayı hedefleyen evrensel özgürlük bildirisidir. Bu yüzden her zaman için, kulları kullara. kul eden tağutlarla karşı karşıya kalmıştır. Sürekli, kulun kula kulluğu esasına dayanan düzenlerin karşısına dikilmiştir. Bu düzenler, devlet güçleri ya da herhangi bir kurumsal güç tarafından korunmakta ve etkinlik alanlarının içinde insanların islâm çağrısına kulak vermelerine engel oluşturmaktadır. Nitekim bu düzenler, dileyenin dilediği inancı benimsemesine de engel olurlar. Yâ da çeşitli yöntemlere başvurarak insanları inançlarından vazgeçirmeye çalışırlar. En iğrenç şekilleriyle inanç özgürlüğünün ortadan kaldırılması, bu düzenlerin varlığında somutlaşmaktadır. İşte bundan dolayı islâm, bu düzenleri yerle bir etmek ve bu düzenleri koruyan güçleri ortadan kaldırmak için kılıca sarılır. Sonra ne olur? Sonra, yani bu düzenleri ortadan kaldırdıktan sonra, insanları diledikleri inancı benimseme hakkına sahip özgür kimseler olarak serbest bırakır. Bu insanlar isterlerse islâma girebilirler. Eğer islâma girerlerse, müslümanların sahip oldukları tüm haklara sahip olur, müslümanların yerine getirmek zorunda oldukları görevlerle yükümlü olurlar. Böylece, kendilerinden önce müslüman olanların din kardeşi olurlar. İsterlerse eski inançlarını korur, islâm çağrısı önünde bir engel oluşturmayacaklarını ifade etmek kendilerini henüz islâmın egemenliğine girmemiş güçlerin saldırısından koruyan müslüman devlete maddi katkılarını yerine getirmek, aynı şekilde tıpkı müslümanlar gibi kendilerinden olan kimsesizlerin, düşkünlerin ve hastaların bakımını garantiye almak için cizye öderler.
İslâm hiç kimseyi inancını değiştirmeye zorlamamıştır. Nitekim Haçlılar eskiden Endülüs halkını günümüzde de Zengibar halkını topluca yok ettikleri gibi, birçok halkı zorla hristiyan yapmak için kılıçtan geçirmiş, öldürmüş ve kökten yok etmişlerdir. Kimi zaman bu halkların hristiyan olmak istemelerini de kabul etmeyip, sırf müslüman oldukları için yok etmişlerdir. Bazen de kilisenin resmi mezhebinin dışındaki bir mezhebi benimsedikleri için, hristiyan olan halkları da kılıçtan geçirmişlerdir. Örneğin Mısır hristiyanlarından onbin kişi sırf Roma kilisesi ile, bazı inanca ilişkin konularda ayrılığa düştükleri için tutuşturulmuş, ateşe diri diri atılmak suretiyle barbarca kurban edilmişlerdi. Bu inanç ayrılıkları, kutsal ruh'un sadece bir babadan ya da baba oğuldan kaynaklandığına veya Hz. İsa'nın bir ilahi ya da hem ilahi, hem de insanı tabiata sahip olduğuna ilişkin ayrıntı sayılacak konularla baş göstermişti oysa...
Son olarak, müslümanların kendilerine en yàkın kâfirlere savaş açmaları şeklinin, ruhsal bozguna uğramış bu adamları dehşete düşürmesinin, günümüzde bu gerçeği hazmedemeyişlerinin bir diğer nedeni de, bu adamların çevrelerindeki realiteyi ve böyle bir hareketin getirdiği zorlukları görmeleridir. Evet dehşete kapılmaları buradan kaynaklanıyor. Bu açıdan bakınca, durum gerçekten dehşet vericidir. Ama acaba müslüman ismini taşıyan yeryüzünde yenik duruma düşmüş ya da uluslararası boyutlarda herhangi bir etkinlikten yoksun bu haklar mı dini bütünüyle Allah'a özgü kılmak ve fitnenin kökünü kazımak amacı ile tüm yeryüzünde bütün milletlere karşı harekete geçecektir? Akıl almaz böyle bir şeyi, yüce Allah'ın böyle bir şeyi de emretmesi mümkün değildir zaten.
Ne var ki, bütün bu adamlar bir şeyi gözden kaçırıyorlar. Bu emrin ne zaman ve hangi şartlarda verildiğini dikkate almıyorlar. Bu emir, Allah'ın hükmü ile hükmeden bir islâm devleti kurulduktan, tüm Arap Yarımadası bu devletin egemenliğini kabul edip Allah'ın dinine girdikten ve hayatını bu dine göre düzenledikten sonra verilmişti. Her şeyden önce, gerçek bir alışveriş sonucu canlarını Allah'a satmış bir müslüman kitle vardı o gün. Yüce Allah gün be gün, bu kitleye zafer kazandırmış, ardarda savaşlarda üstün gelmesini gerçekleştirmişti:
Zaman döndü dolaştı tekrar, yüce Allah'ın Hz. Muhammed'i -salât ve selâm üzerine olsun- cahiliye hayatını yaşayan insanları, "Allah'dan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna" şahitlik etmeye çağırması için gönderdiği günkü şeklini almıştır. O zaman Peygamberimiz =salât ve selâm üzerine olsun- beraberindeki bir avuç müslümanla birlikte Medine'de bir müslüman devlet kurana kadar mücadele etmişti. Savaş emri de böylece son şeklini alana kadar çeşitli aşama ve hükümlerle gelişmişti. Bugünkü insanların da bu noktaya gelmeleri için işe, "Allah'dan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna" şahitlik etmekle başlamaları gerekir. Sonra bu son aşamaya -Allah'ın emri ile- varırlar. Ama onlar kesinlikle şu çeşitli mezhebler, sistemler ve arzular tarafından parçalanmış, değişik kavmiyet, ırk ve milliyet bayrakları altında toplanmış yığınlar olmayacaklardır. Onlar, `Lâilâhe illallah (Allah'dan başka ilah yoktur)' sancağını yükselten, bunun yanında başka hiçbir sancak veya sembol yükseltmeyen, yeryüzünde kul yapısı hiçbir ideoloji,ve sisteme bağlanmayan, Allah'ın adı ile ve O'nun bereketi üzere hareket eden tek bir müslüman kitle olacaklardır.
İnsanlar günümüzde olduğu gibi böylesine gülünç bir durumdayken kesinlikle bu dinin hükümlerini kavrayamazlar. Yeryüzüne Allah'ın ilahlığını egemen kılmayı ve tağutların ilahlığına karşı savaşmayı hedefleyen bir harekette cihad edenlerden başkası bu dinin hükümlerini kavrayamaz.
Bu dinin fıkhını, cihad etmeyen, donuk kitap ve belgeler arasında ömür tüketenlerden öğrenmek ve onlardan fıkhi kurallar çıkarmayı beklemek doğru değildir. Bu dinin fıkhı, hayat, hareket ve ileriye atılma fıkhıdır. Kitap sayfaları arasında korunmak, hareketsiz bir ortamda ele alınmak bu dinin fıkhına yakışmaz. Hiçbir zaman da yakışmayacaktır.
Son olarak "Ey mü'minler en yakınızdaki kâfirler ile savaşınız, bunlar sizde sertlik bulsunlar ve biliniz ki, Allah kendisinden korkanlar ile beraberdir" ayetinin indiği şartlar burada Bizanslıların kastedildiğini göstermektedir. Ve bunlar ehli Kitap'tır. Ama bu surede inanç ve uygulamada işledikleri küfre dikkat çekilmişti. İnançlarında sapma vardı. Hayatlarına da kul yapısı yasalar egemendi.
Bu dinin, kitaplarından sapmış, kendi içlerindeki adamların ortaya koyduğu yasalarla yönetilen ehli Kitab'a karşı uyguladığı stratejiyi kavrayabilmemiz için, bu yaklaşım üzerinde biraz durmamız gerekmektedir. Bu hüküm hangi zamanda ve mekânda olursa olsun, ellerinde Allah'ın şeriatı ve Kitabı olduğu halde, aralarında birtakım adamların koyduğu yasalarla yönetilmeyi kabul eden tüm Kitap ehlini kapsamaktadır.
Ayrıca yüce Allah, kendilerinde sertlik bulsunlar diye müslümanlara kendilerine yakın olan kâfirlerle savaşmaları emrini şu cümleyle bağlamıştır:
"Allah kendisinden korkanlar ile beraberdir."
Savaş emrinin bu cümleyle bağlanmış olmasının özel bir anlamı vardır. Çünkü burada sözkonusu edilen takva... İnsanın Allah tarafından sevilmesini sağlayan takva... Evet bu takva, müslümanı kendisine en yakın kâfirlerle savaşmaya, son derece sert bir tavırla gevşemeden, geri dönmeden fitnenin kökü kazınana ve din bütünüyle Allah'a özgü kılınana, O'nun dini tamamen egemen olana kadar savaşa girişmeye yönelten bir duygudur.
Ne var ki, burada sözkonusu edilen sertliğin sadece -bu dinin genel davranış kurallarının sınırları içinde- savaşacak olanların niteliği olduğunu, bunun hiçbir bağ ve kural tanımayan bir sertlik olmadığını bilmek hem bizim, hem de insanlık için gerekli bir husustur.
Savaşmadan önce, karşı tarafa bildirmek gereklidir. Onları müslüman olmak, cizye vermek veya savaşmaktan birini tercih etmeye çağırmak fiili savaşta önce gerekli bir husustur. Ayrıca anlaşmanın bozulması, şayet bir anlaşma varsa -ihanet edileceğinden korkulması da gereklidir, savaş ilanı için. (Nihai hükümler, müslümanlarla marış yapmayı ve cizye vermeyi kabul etmek üzere zimmet ehline, müslümanlarla antlaşma imzalama hakkını tanımaktadır. Bunun dışında herhangi bir antlaşma sözkonusu değildir. Ancak müslümanlar zayıf bir durumdaysa, benzeri durumlarda başvurulan aşamalı hüküm onlar için de yeterli olur.)
Aşağıdakiler Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- bütün savaşlarda uyulmasını istediği kurallardır:
Büreyde -Allah ondan razı olsun- şöyle der: Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- orduya veya bir müfrezeye birini komuta etmek üzere görevlendirdiğinde, kendisi hakkımda Allah'dan korkmasını, beraberindeki müslümanlara da iyilikle muamele etmesini tavsiye eder. Sonra şöyle derdi: "Allah'ın adı ile Allah yolunda savaşa çıkın. Savaşın, Allah'a inanmayan kafirlerle. Savaşın ama aşırı gitmeyin, yakıp yıkmayın, ölülerin uzuvlarını kesmeyin, çocukları öldürmeyin. Müşrik düşmanlarınla karşılaştığın zaman onları şu üç şıktan birini kabul etmeye çağır, kabul ederlerse, sen de kabul et ve vazgeç onlardan. Sonra, onları yurtlarını bırakıp Muhacirler'in yurduna taşınmaya çağır. Bunu yapacak olurlarsa, Muhacirler'in sahip oldukları haklara onların da sahip olacaklarını, Muhacirler'in yükümlü oldukları şeylerden onların da sorumlu olacaklarını bildir. Yurtlarından taşınmayı kabul etmeyecek olurlarsa, müslüman olmuş taşralı Araplar gibi olacaklarım, mü'minlere uygulanan Allah'ın hükümlerinin onlara da uygulanacağını ve müslümanlarla birlikte savaşa çıkmadıkları sürece ganimetten bir pay alamayacaklarını bildir. Bunu kabul etmezlerse, onlardan cizye iste... Kabul ederlerse, sen. de kabul et ve vazgeç onlardan. Yüz çevirirlerse, Allah'dan yardım iste ve onlarla savaş."
Abdullah b. Ömer -Allah ondan razı olsun- şöyle der: Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- savaşlarından birinde öldürülmüş bir kadın bulundu. Bunun üzerine Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- kadınların ve çocukların öldürülmesini yasakladı.
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Muaz b. Cebel'i -Allah ondan razı olsun- Yemen'e halka islâmı öğretmek üzere gönderdiği zaman, ona şöyle tavsiye etmişti:
"Sen ehli Kitap olan bir kavme gidiyorsun. Onları, `Allah'dan başka ilah olmadığına ve benim Allah'ın peygamberi olduğuma' şahitlik etmeye çağır.
Buna uyacak olurlarsa, yüce Allah'ın her gün ve gecede onlara beş vakit namaz kılmayı farz kıldığını bildir. Bunu kabul edecek olurlarsa, yüce Allah'ın zenginlerden alınıp fakirlerine verilmek üzere onlara malı bir sorumluluk (sadaka) yüklediğini bildir. Buna uyacak olurlarsa, artık malları dokunulmazdır. Bir de mazlumun bedduasından sakın. Çünkü mazlumun bedduası ile Allah arasında perde yoktur."
Ebu Davud, Cuheyne kabilesinden bir adama dayanarak şöyle rivayet eder: Peygamberimiz şöyle buyurdu: "Bir kavim ile savaşır ve onlara üstün gelirsiniz, onlar da canlarını ve çocuklarını korumak için mallarını verir, sizinle barış yapmak isterlerse, bunun dışında bir şey istemeyin onlardan. Bu sizin için iyi olmaz."
Urbad b. Sariye diyor ki, "Peygamberimizle -salât ve selâm üzerine olsun birlikte Hayber kalesine inmiştik. Yanında bu sefere katılmış müslümanlar vardı. Kalenin yöneticisi inatçı ve kibirli bir insandı. Peygamberimize doğru şöyle seslendi, `Ey Muhammed, hayvanlarımızı kesmek mi istiyorsunuz, meyvelerimizi yemek ve kadınlarımızı esir mi almak istiyorsunuz? Bunun üzerine Peygamberimiz öfkelendi ve, `Ey Avf'ın oğlu, kalk atına bin ve `Cennet ancak mü'minler içindir, namaz için toplanın' diye bağır dedi. Müslümanlar toplandı, Peygamberimiz namazı kıldırdı, sonra kalkıp şöyle dedi: `Bazılarınız koltuklarına yaslanıp yüce Allah'ın, Kur'an'da bildirdiklerinin dışında herhangi bir şey haram kılmadığını mı sanıyor? Dikkat edin ben en az Kur'an kadar veya ondan daha fazla şeyler va'z ettim. Bazı şeyler emredip bazılarını da yasakladım. Yüce Allah, onların izni olmadıkça ehli Kitap'tan olan kimselerin evlerine girmenizi, kadınlarını esir almanızı ve üzerlerine düşeni yerine getirdikten sonra meyvelerini yemenizi helâl kılmamıştır."
Savaşlarından birinde saflar arasında öldürülmüş çocuk cesetleri Peygamberimize gösterildi. Büyük bir üzüntüye kapıldı, bunun üzerine bazıları, "Niye üzülüyorsun, ya Resulallah, bunlar müşriklerin çocukları değil mi? "Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bu sözlere öfkelendi ve "Bu da ne demek? Bunlar sizden daha iyidirler, çünkü bunlar islâm fıtratı üzeredirler. Hem sizler de müşriklerin çocukları değil misiniz? Sakın çocukları öldürmeyesiniz... Sakın çocukları öldürmeyesiniz..." dedi.
Peygamberimizden sonra yerine geçen Halifeler de Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- bu direktifleri doğrultusunda hareket ettiler.
İmam Malik, Hz. Ebubekir'in -Allah ondan razı olsun- şöyle dediğini rivayet eder: "Kendilerini Allah'a adadıklarını sanan Araplar'la karşılaşacaksınız. Onları kendi hallerine bırakın. Kadınları, çocukları, kocamış ihtiyarları öldürmeyin."
Zeyd b. Vehb, Hz. Ömer'in -Allah ondan razı olsun- kendilerine bir mektup gönderdiğini ve mektupta şunların yazıldığını anlatır: "Aşırı gitmeyin, haksızlık etmeyin, çocukları öldürmeyin, çiftçiler konusunda Allah'dan korkun."
Şunları da o tavsiye etmiştir: "İhtiyarları, kadınları ve çocukları öldürmeyin. İki ordu birbirine girdiği zaman baskınlar düzenlendiği zaman bunları öldürmemeye dikkat edin."
Düşmanlarla giriştiği savaşlarda, sergilediği örnek davranışlara ve insanın saygınlığını gözetmesine ilişkin islâm hareket metodunun düzeyini gayet açık bir şekilde ortaya koyan genel hareket çizgisine ilişkin bu tür haberler elinizde çokçadır. İslâmın, savaşı; kula kulluktan kurtulup tek ve ortaksız Allah'a kul olmak isteyen insanlara engel olan maddi güçlere özgü kılması, kendi düşmanlarına karşı bile son derece yumuşak davranması bu dinin yükseldiği yüce ufukları göstermektedir. Sertlik ise savaşta gerekli olan haşmet ve katılıktır. Kesinlikle çocuklara, yaşlılara düşkünlere karşı vahşi ve saldırgan olmak anlamında değildir. Günümüzde uygar olduklarını iddia eden barbarların yaptıkları gibi, düşmanların cesetlerini, uzuvlarını kesmek, parçalamak değildir. İslâm, savaşmayanların korunmasına, ayrıca savaşçıların insanlıklarının da dokunulmazlığına ilişkin birçok emir ve hüküm içermektedir. Sertlikten maksat, savaşın çığırından çıkmasını önleyen savaşa bir ciddilik kazandıran görkemdir, kararlılıktır. Defalarca ve üzerine basa basa merhametli ve yumuşak olmakla emrolunan bir toplum için böyle bir emir zorunluydu. Düşmana azap etmeden, uzuvlarını kesmeden ve işkence etmeden savaş durumunun gerektirdiği kadar, savaş anında sert davranmak bu yüzden istisna edilmiştir.
Münafıklardan uzunca söz eden bu sure bitmek üzereyken, münafıkların Allah'ın ayetlerini nasıl algıladıklarını, görünüşte kabul ettikleri inancın onlara yüklediği sorumlulukları ne şekilde karşıladıklarını tasvir eden ayetler yer alıyor. Öte yandan mü'minlerin bir portresi ve Kur'an'ı algılayışları gözler önüne seriliyor.
124- Her yeni sure indirilişinde kimi münafıklar, "Bu sure hanginizin imanını arttırdı? diye sararlar. Gerçek şu ki, o sure mü'minlerin imanını arttırmıştır, onlar bu yüzden sevinç duyarlar.
125- Fâkat kalplerinde hastalık olanlara gelince, bu sure pisliklerine pislik ekler de onlar kâfir olarak ölürler.
126- Onlar her yıl bir iki kez sınavdan geçirildiklerini görmüyorlar mı: Buna rağmen ne tevbe ediyorlar ve ne de olup bitenlerden ders alıyorlar.
127- Yeni bir sure indirilene birbirlerine, "Acaba sizi bir gören var mı: diye sorarlar, sonra sıvışırlar. Anlayışsız, duyarsız bir güruh olduklar gerekçesi ile Allah onların kalplerini gerçeklerden uzaklaştırmıştır.
Birinci ayette yer alan, "Bu sure hanginizin imanını arttırdı?" sorusu, şüphe kokan bir sorudur. İndirilmiş olan surenin etkisini gönlünde hissetmeyen birinden başkası böyle bir .soru soramaz. Yoksa başkalarına sorup duracağına kendi içinde arardı surenin etkilerini... Bu soru aynı zamanda, inen sureyi küçümseme, kalpler üzerindeki etkisi hakkında kuşku uyandırma amaçlı bir sorudur.
Bu yüzden sorunun cevabı son derece kesindir. Nem de söylediğine karşı konulamayan yüce Allah'dan geliyor cevap:
"Gerçek şu ki, o sure mü'minlerin imanını arttırmıştır, onlar bu yüzden sevinç duyarlar."
"Fakat kalplerinde hastalık olanlara gelince, bu sure pisliklerine pislik ekler de onlar kâfir olarak ölürler."
Mü'minlere gelince bu sure sayesinde imana ilişkin yeni kanıtlar edinirler. Böylece imanları artar. Kalpleri Rabblerinin korkusu ile çarpmış, imanları artmış olur. Yüce Allah'ın kendilerine ayetlerini göndermekle ne büyük yardımda bulunduğunu hissetmiş ve imanları artmıştır. Ama kalplerinde hastalık bulunanlar, içlerinde münafıklık pisliğini taşıyanlar, pisliklerine pislik eklenmiş bir durumda kâfir olarak ölürler. Bu her zaman doğru söyleyen yüce Allah'dan gelen bir haberdir. O'nun kesinlikle gerçekleşecek hükmüdür bu.
Surenin akışı onlara cevap vermek amacı ile ikinci tabloyu sunmadan önce imtihanlardan ders almayan, musibetlerle gerçeğe dönmeyen şu münafıkların durumunu kınamak için bir soru yöneltiyor.
"Onlar her yıl bir iki kez sınavdan geçirildiklerini görmüyorlar mı? Buna rağmen ne tevbe ediyorlar ve ne de olup bitenlerden ders alıyorlar."
Sınav, ya gizlediklerinin ortaya çıkarılması ya da müslümanların onlar olmadan zafer kazanmaları şeklinde gerçekleşiyor ya da daha değişik bir şekilde. Ama sürekli sınanıyorlardı. Peygamberimiz döneminde münafıklar sürekli sınanmalarına rağmen, tevbe etmiyorlardı.
Fakat canlı tabloyu ya da hareketli sahneyi son ayet çiziyor, ince ve hareketli bir film şeridi gibi.
"Yeni bir sure indirilince birbirlerine, "Acaba sizi bir gören var mı?" diye sorarlar, sonra sıvışırlar. Anlayışsız, duyarsız bir güruh oldukları gerekçesi ile Allah onların kalplerini gerçeklerden uzaklaştırmıştır."
Bu ayeti okuduğumuzda, münafıkların bir sure inerken sergiledikleri tavır canlanıyor gözlerimizin önünde. Bu sahnede birbirlerine bakınıp duruyorlar. Kuşkuyla etraflarını süzüyorlar:
"Acaba sizi bir gören var mı?"
Sonra mü'minlerin silüeti görünüyor ve birden korkudan sürünerek sıvışıp kayboluyor.
"Sonra sıvışırlar."
Hiçbir şeyden habersiz olmayan, asla dalmayan ve her zaman uyanık olan göz, tam da kuşkucu davranışlarına uygun düşecek ve her şeyi noktalayan kesin bir açıklama gösteriyor:
"Allah onların kalplerini gerçeklerden uzaklaştırmıştır."
Sapıklıkları içinde yüzmeyi hakettiklerinden dolayı yüce Allah onları doğru yoldan uzaklaştırmıştır.
"Çünkü onlar anlayışsız, duyarsız bir güruhtur."
Kalpleri işlevlerini yerine getiremez olmuştur. Çünkü onlar bunu haketmişlerdir.
Birkaç kelimenin çizdiği ama canlılık ve hareket dolu, eksiksiz bir sahne... Gözler bu sahneyi adeta yeniden yaşanıyormuş gibi seyrediyor.
Sure, iki ayetle son buluyor. Bu iki ayetin Mekke'de indiğini söyleyenler de vardır. Biz Medine'de indiklerine ilişkin görüşü benimsiyoruz. Hem bu derste, hem de surenin genel atmosferinde değişik yerlerde bu ayetlerle bağlantılı noktalar bulabiliriz. Ayetlerden birisi, Peygamberimizle -salât ve selâm üzerine olsun- kavmi arasındaki bağdan, Peygamberimizin onlara düşkünlüğünden, onlara yönelik şefkatinden söz etmektedir. Mü'min ümmetin peygambere ve davasına yardım etmeye düşmanları ile savaşmaya zorluk ve sıkıntılara katlanmaya ilişkin olarak yüklendiği sorumluluklar, bu ayette doğrudan ilgilidir. İkinci ayet, Peygamberimize yönelik bir direktif içermektedir. Herhangi birisi ondan yüz çevirecek olursa, sadece Rabbine dayanmalıdır. Çünkü dostu, yardımcısı ve koruyucusu O'dur...
128- Size kendinizden öyle bir peygamber geldi ki, sıkıntıya düşmeniz ağırına gider, size son derece düşkün, mü'minlere karşı şefkatli ve merhametlidir.
129- Eğer sana sırt çevirirlerse de ki, Allah bana yeter, O'ndan başka ilah yoktur ben sırf O'na dayandım, O, yüce Arş'ın sahibidir.
Size sizden bir peygamber geldi denmiyor da, "Kendinizden bir peygamber geldi" deniyor ve kuşkusuz bu daha hassas, daha derin bağlılık ifade eden bir deyimdir. Onları peygambere bağlayan bağın türünü dile getirmekte daha etkindir. Buna göre peygamber onlardan bir parçadır. Onları birbirine bağlayan şey, iki can arasındaki bağdır. Hiç kuşkusuz bu da son derece etkin ve köklü bir bağdır.
"Sıkıntıya düşmeniz ağırına gider."
Sizi sıkan, size zor gelen şeyler onu üzer, ağırına gider.
"Size son derece düşkündür."
Sizi tehlikelere atmaz. Sizi boşluklara yuvarlatmaz. Size cihad sorumluluğunu yüklemişse, sizin zorlukların üstesinden gelmenizi emretmişse, bu size değer vermediğinin ve katı kalpli oluşunun veya sert mizaçlı oluşunun belirtisi değildir. Aslında bu bir çeşit merhamettir. Sizin aşağılanmanızı, ayaklar altına alınmanızı istemediğinin ifadesidir. Günahlardan, hatalardan esirgeyerek size karşı büyük şefkat beslemektedir. Davayı omuzlama şerefine sahip olmanız, Allah'ın hoşnutluğundan pay almanız ve Allah'dan korkanlara vadedilmiş cennete girmeniz için size büyük özen göstermekte, üzerinize titremektedir.
Sonra hitap Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- yöneliyor ve kendisine sırt çevirecek olurlarsa ne yapması gerektiğini öğretiyor, onu kendisini koruyan ve kendisine destek olan kuvvete bağlıyor·
"Eğer sana sırt çevirirlerse de ki, "Allah bana yeter, O'ndan başka ilah yoktur, ben sırf O'na dayandım, O yüce Arş'ın sahibidir."
Gücün, egemenliğin, yüceliğin ve makamın zirvesi O'dur. O, kendisine sığınana, kendisini dost edinene yeterlidir.
Savaş ve cihad suresi, sadece Allah'a dayanma, yalnızca O'na güvenme ve sırf O'ndan kuvvet isteme direktifi ile bitiyor...
"O, yüce Arş'ın sahibidir."
Ayetleri anlaşılır ve yoruma muhtaç olmayan bu sure, müslüman toplum ile çevresindeki diğer toplumlar arasında baş gösteren sürekli ilişkiler hakkında nihai hükümlerin açıklanmasını kapsamaktadır. Nitekim sureyi sunarken, surenin giriş kısmında buna değinmiştik. Bu yüzden surenin son ayetlerine, adı geçen ilişkilerde uyulacak son söz gözü ile bakmak gerekir. Buradaki hükümleri, kesin ve nihai hükümler olarak algılamak zorunludur. Surede yeralan ayetler, bu gerçeği açıkça anlatmaktadır. Aynı şekilde nihailik ifade eden bu ayet ve hükümleri daha önce gelmiş ayet ve hükümlerle sınırlandırmamak gerekir. Çünkü bu hükümler nitelendirdiğimiz gibi aşamalı hükümlerdir. Öncelikle ve bizzat ayetlerin iniş sırasına göre yaptık bu nitelendirmeyi. Son olarak bu nitelendirmeyi yaparken, olayların islâmi hareketteki akışına ve bu hareket esnasında uyulan islâm hareket metodunun tabiatına dayandık. Sureyi sunarken, aynı şekilde ayrıntılı biçimde ele alırken, islâm hareket metodunun tabiatına da değinmiştik.
Bu metodu, insanları yüce Allah'ın tek ve ortaksız ilahlığının egemenliğine döndürmek, onları kula kulluktan kurtarmak suretiyle islâmın pratik hayatta varolmasını sağlamak için, bu dinle birlikte cihad etmek suretiyle hareket edenlerden başkası kavrayamaz.
Bu dinle birlikte hareket etme sonucu ortaya çıkmış fıkıh ile, sayfalarından çıkarılmış fıkıh arasında dağlar kadar fark vardır. Çünkü sayfalardan edinilen fıkıh, hareketten habersiz bir fıkıhtır. Sonuçları da buna göre olacaktır. Hareket etmediği gibi, hareketin tadından da yoksundur. Fakat hareket fıkhı, bu dini adım adım, aşama aşama, derece derece cahiliyeye karşı koyarken görmektedir. Bu dini harekete dönük realite karşısında hükümlerini koyarken görmektedir. Bu hükümler realiteyi tam olarak karşıladığı gibi, ona egemendirde. Aynı şekilde realitenin yenilenmesi ile yenilenmektedir bu hükümler.
Son olarak belirtmek gerekir ki, bu son surede yeralan nihai hükümler konulduğu zaman, hem müslüman toplumun realitesi, hem de çevresindeki cahiliye toplumunun realitesi bu uygulamaları ve hükümlerin konulmasını kaçınılmaz kılıyordu. Ama hem müslüman toplumun, hem de çevresindeki cahiliye toplumunu realitesi başka hükümlerin, yani aşamalı hükümlerin konulmasını gerektirdiği zaman, önceki surelerde aşamalı hüküm ve ayetler gelmiştir.
Bir kez daha müslüman bir toplum meydana gelip harekete geçtiği zaman gerektiğinde aşamalı hükümleri uygulayabilir, ama bunların aşamalı olduğunu bilmesi gerekir. Sonunda kendisi ile diğer toplumlar arasındaki nihai ilişkileri düzenleyen, nihai hükümleri uygulama aşamasına gelmek için cihad etmek zorunda olduğunun bilincinde olmalıdır.
Başarılı kılan Allah'dır. Allah'dır yardım eden.
TEVBE SURESİNİN SONU
Herhangi bir yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.
mucahid dizayn: info@mucahid.net
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder