BESMELE

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيمِ

14 Temmuz 2009 Salı

BOZGUNCULAR

Hud Suresi
BOZGUNCULAR
Fakat Hz. Şuayb'ın soydaşları, iyice azmış; sapıklıkta, bozgunculukta ve haksız kazanç .yolunda kaşarlanmış bir toplumdu. Okuyoruz:
87- Soydaşları dedi ki; "Ey Şuayb, atalarımızın taptıkları ilahlara tapmayı bırakmamızı ve mallarımız konusunda dilediğimiz tasarrufları yapmaktan kaçınmamızı emreden, empoze eden faktör, şu kıldığın namaz mıdır? Aslında sen yumuşak huylu, uslu ve aklı başında bir adamsın. "
Bu cevaplarından açıkça belli ki; Hz. Şuayb ile alay ediyorlar. Sözlerin her kelimesi, her cümlesi, buram buram alaycılık kokuyor. Ne var ki, cahilce, anlayışsızca, bilgiden ve zekâdan yoksun, körükörüne, inatçı insanların alaycılıkları ile karşı karşıyayız. Ne diyorlar?
"Ey Şuayb, atalarımızın taptıkları ilahlara tapmayı bırakmamızı ve mallarımız konusunda dilediğimiz tasarrufları yapmaktan kaçınmamızı emreden, empoze eden faktör, şu kıldığın namaz mıdır?"
Bu adamlar anlamıyorlar ki -ya da anlamak istemiyorlar ki- namaz bu inanç sisteminin gereklerinden ve Allah'a kulluğun, Allah'ın kayıtsız egemenliğini benimsemenin ifade biçimlerinden biridir; tek Allah'a inanmadan, gerek kendilerinin ve gerekse atalarının Allah'ı bir yana bırakarak taptıkları putları bırakmadan bu inanç sisteminin varlığından söz edilemez; bunun yanısıra bu inanç sisteminin ayakta durabilmesi için ticarette, her türlü mal alışverişinde, pratik hayatın her alanında, bütün insanlar arası ilişkilerde yüce Allah'ın yasalarının uygulanması gerekir. Bunlar organik bir bütün oluştururlar. Ne inanç, namazdan ve ne de bunların ikisi pratik hayatın yasalarından ve sosyal kurumlardan ayrılamazlar.
İbadetler ile inanç ve her ikisi ile insanlar arası ilişkiler arasındaki ilişkiyi yadırgayan bu sakat zihniyeti kınamadan önce, Medyenliler'in bu binlerce yılın gerisinde kalmış aptalca zihniyetini uzun uzun karalamadan önce hatırlamamız iyi olur ki, günümüzün insanlarının böyle bir çağrı karşısındaki tepkileri, Hz. Şuayb'ın soydaşlarının tepkilerinden farklı değildir. Günümüzün içinde yaşadığımız cahiliyesi, klasik cahiliyeden daha üstün, daha zeki ve daha kavrayışlı değildir. Hz. Şuayb'ın soydaşlarının benimsedikleri müşriklik, putperestlik, günümüz insanlığının bir bütün halinde benimseyip uyguladığı müşrikliğin, putperestliğin aynısıdır. Yahudi olduklarını, hristiyan olduklarını ve hatta müslüman olduklarını söyleyenler de bu hükmün kapsamına girerler. Bunların hepsi, inanç ve ibadet ile yasayı ve insanlar arası ilişkileri birbirinden ayrı görürler. İnanç ile ibadetleri Allah'a yöneltir, O'nun emirlerine uygun yapmaya çalışırlarken yasalar ile insanlar arası ilişkileri Allah dışındaki kaynaklara dayandırırlar, bunları o kaynakların direktiflerine göre düzenlerler. İşte özü ve kökeni itibari ile müşriklik, putperestlik budur.
Gerçi şunu dikkatlerimizden kaçırmamalıyız ki, günümüzde pratik hayatları ile insanlar arası ilişkilerinin sözde inanç sistemlerine ve şeriatlerine uygun olması konusunda titizlik gösterenler, sadece yahudilerdir. Bunu söylerken onların inançlarının sapıklığını ve şeriatlerinin tahrif edilmişliğini bir yana bırakıyoruz. Bu titizliklerinin bir örneği şudur: Bir süre önce yahudi devletinin parlamentosu olan "Kresset" de bir siyasi kriz çıkmıştı. Sebebi şuydu: Bir İsrail feribotu yahudi olmayan yolcularına yahudi şeriatında yasak olan yemekler veriyordu. Tartışmaların sonunda gemi ve bağlı olduğu şirket, yolcularına sadece yahudi şeriatına uygun yemekler vermeye mecbur edildi, bu yüzden ne kadar zarar edilirse edilsin, bu yasaya uyulacaktı. Müslüman olduklarını iddia edenlerde böylesine bir dine bağlılık nerede?
Günümüzde içimizde müslüman olduklarını söyleyen öyleleri var ki, "İnançla ahlâk kuralları arasında, özellikle inançla insanlar arası ilişkiyi düzenleyen ahlâk kuralları arasında herhangi bir ilişki yoktur" diyorlar.
Gerek yerli ve gerekse yabancı üniversitelerden diploma almış, yüksek tahsillilerimiz önce şu yadırgama içerikli soruları soruyorlar: İslâmın kişisel davranışlarımızla ne ilgisi var? İslâmın sahillerdeki çıplaklıkla ne ilgisi var? İslâm ile kadının süslenerek sokağa çıkması arasında ne ilişki var? İslâm ile cinsel içgüdüyü şu ya da bu yolla tatmin etme arasında ne ilişki var? İslâm ile sinirleri yatıştırmak için bir kadeh içki içme arasında ne ilişki var? İslâm ile "uygar" insanın davranışları arasında ne ilişki var? Acaba bu soruları ile Medyenlilerin "Atalarımızın taptıkları ilahlara tapmayı bırakmamızı emreden faktör şu kıldığın namaz mıdır?" şeklindeki soruları arasında ne fark var?
Aramızdaki bu yüksek öğrenimli kimseler ikinci aşamada da dinin neden ekonomiye karışmasını, inançla kişiler arası ilişkiler arasında niçin ilişki kurulduğunu, hatta insanlar arası ilişkiler ile inanç kökünden kopuk, geleneksel ahlâk arasında nasıl olur da bağ kurulduğunu sorarlar.' Sormak bir yana, böyle bir yaklaşıma şiddetle karşı çıkarlar. Bu aşamaya ilişkin bazı soruları şöyledir: Din, faizli ekonomik ilişkilere ne karışır? Din, uzmanlaşmış aldatmacılığa ve hırsızlığa ne karışır? Yeter ki, adam paçasını yürürlükteki kanunlara kaptırmasın. Bu kadarı ile bile yetinmezler. Daha da ileri giderek "eğer ahlâk kuralları, ekonomik hayata müdahale ederse bu hayatı bozarlar" derler. Böylece Batıda geliştirilmiş bazı ekonomik nazariyelerin savunucularına -meselâ ahlâk yanlısı ekonomik teorinin savunucularına- bile karşı çıkarlar, onları eski çağlardan kalmış, modası geçmiş teoriler sayarlar.
O halde eski cahiliyenin pençesinde kıvranan Medyenliler'den kendimizi fazla üstün görmeyelim. Biz bugün onlarınkinden daha koyu bir cahiliyenin pençesinde kıvranıyoruz. Fakat bizim modern cahiliye çömezlerimiz bilgili, deneyimli ve uygar oldukları iddiasındadırlar. Sosyal hayatta ve çarşılardaki alışverişlerde Allah inancı ile kişisel davranışlar arasında bağ kuranları gericilikle, bağnazlıkla ve "çağdışı"lıkla suçlamaktadırlar.
Kalplerdeki Allah'ın birliğine yönelik inanç ile kişisel davranışlara ve insanlar arası ilişkilere ilişkin ilahi yasaları bir yana bırakarak bu alanlarda yeryüzü kanunlarına bağlanmak, birbiri ile bağdaşmaz. Allah'ın birliğine inanmak ile müşriklik, putperestlik aynı kalpde birarada barınamaz. Müşrikliğin, putperestliğin türlü türlü renkleri vardır. Bir rengi de şimdi içinde yüzdüğümüz müşrikliktir. Bu, müşrikliğin aslı ve özüdür; bütün zamanların ve bütün ülkelerin `müşriklerinin buluştukları, ortak zemindir.
Günümüz insanları, "Allah birliği" ilkesinin gèrçek çağırıcıları ile nasıl utanmadan alay ediyorlarsa, o zaman da Medyenliler, Hz. Şuayb ile alay ederek ona şöyle diyorlardı:
"Aslında sen yumuşak huylu, uslu ve aklı başında bir adamsın."
Böyle söylüyorlar, ama aslında söyledikleri sözlerin anlamının tam tersini kasdediyorlar. Onlara göre iyi huyluluk ve olgunluk, atalarının taptıkları putlara hiç düşünmeden körükörüne tapmaları ve ibadetleri ile çarşı-pazar işlemleri arasında bağ kurmamaktır. Tıpkı bu konuda kendileri gibi düşünmeyenleri bağnazlıkla ve çağdışılıkla karalamaya kalkışan günümüzün sözde aydınları ve uygarları gibi.
VE DÖNEKLİK
Hz. Şuayb, taşıdığı gerçeğin doğruluğuna güvenen bir dava adamının soğukkanlılığı ile soydaşlarına cevap verirken, yumuşak konuşuyor. Yetersiz ve cahil olduklarını bildiği için alaycılıklarına aldırış etmiyor, bu terbiyesizliklerini umursamıyor. Son derece tatlı bir dille onlara anlatmaya çalışıyor ki, Rabbinden gelen kesin belgelerin kılavuzluğu altındadır; bunu kalbinin derinliklerinde hissediyor, söylediğinin doğruluğundan emindir. Çünkü soydaşlarına verilmeyen bilgi, kendisine verilmiştir. O, onları ticari işlemlerde dürüst davranmaya çağırırken, bu çağrının sonuçlarından kendisi de etkilenecektir. Çünkü onun da malı ve başkaları ile kurulmuş ticari ilişkileri vardır. Buna göre onlara yönelttiği çağrının ardında kişisel çıkar aramamaktadır. Onlara yasakladığı yolsuzlukları kendi yapıp da müşterilerini ele geçirmek, pazarı tek başına kapatmak istememektedir. Amacı hem onları, hem kendisini ve hem de tüm insanları ıslah etmek, kötü alışkanlıklarından arındırmaktır. Onları benimsemeye çağırdığı ilkeler, sandıkları gibi, kendilerine, ticaretlerine zarar getirmeyecektir.
88- Şuayb dedi ki; "Soydaşlarım, baksanıza, ya ben Rabbimden gelen açık bir belgeye dayanıyorsam ve O bana kendi rahmetinin sonucu olarak temiz bir geçim kaynağı vermiş ise? Yasakladığım hareketleri kendim yaparak size ters düşmek istemiyorum. Tek isteğim, gücümün yettiği oranda bozuklukları düzeltmektir. Başarım Allah'ın yardımına bağlıdır. Yalnız O'na dayanıyor ve sadece O'na yöneliyorum."
Evet; "Ey soydaşlarım..."
Sevgi dolu, yaklaşma amaçlı ve karşısındakiler ile arasındaki soy bağını hatırlatan bir girişle sözlerine başlıyor. Devam ediyoruz:
"Baksanıza, ya ben Rabbimden gelen açık bir belgeye dayanıyorsam..."
Allah gerçeği"ni içimde buluyor, size duyurduğum gerçekleri O'nun bana vahyettiğini, bu gerçekleri size iletmemi emredenin O olduğunu kesin olarak biliyorum. Kalbimi dolduran bu açık bilince dayanarak kuşkusuzca ve kendime güvenerek ortaya çıkıyorum. Devam edelim:
"O bana kendi rahmetinin sonucu olarak temiz bir geçim kaynağı vermiş ise..."
Elimdeki servet O'nun bağışıdır. Bu serveti bende sizler gibi işleterek kazanç sağlıyorum. Devam ediyoruz:
"Yasakladığım hareketleri kendim yaparak size ters düşmek istemiyorum."
Yapmakta olduğunuz bazı kötülükleri "yapmayın" dedikten sonra, arkanızdan onları kendim yapmak suretiyle kişisel kazanç sağlamak gibi sinsi bïr amacım yok. Devam edelim:
"Tek istediğim, gücümün yettiği oranda bozuklukları düzeltmektir."
Amacım tüm toplumsal hayatı kapsayacak geniş bir ıslâhat ve yaygın bir iyileştirmeyi gerçekleştirmektir. Bunun yararı herkese ve toplumun her kesimine yansıyacaktır. Bazıları sanabilir ki, eğer bu inanç sistemi benimsenirse, eğer bu inancın getirdiği ahlâk kurallarına uyulursa, bazı kişisel kazançlar elden gider, bazı fırsatlar kaçırılır. Oysa elden gidecek olan sadece kirli kazançlar, kaçacak olan sadece çirkin fırsatlardır. Bunların yerini temiz kazançları ile helâl rızıklar alacaktır. Ayrıca toplum dayanışmalı, kaynaşmış; kinlerden, haksızlıklardan ve düşmanlıklardan arınmış bir toplum olacaktır. Devam ediyoruz:
"Başarım, Allah'ın yardımına bağlıdır."
O'nun gücü, toplumu düzeltmeyi amaçlayan bu çabalarımı başarıya ulaştırmaya yeter. Çünkü, niyetimin ne olduğunu biliyor ve emeklerimin karşılığını verecektir. Okumaya devam ediyoruz:
"Yalnız O'na dayanıyorum."
Dayanağım sadece O'dur. O'ndan başka bir güvendiğim yok. Ve;
"Sadece O'na yöneliyorum."
Önüme çıkan terslikler, üzücü gelişmeler karşısında yalnız O'nun dergâhına sığınıyorum. Niyetimi, çalışmamı, çabalarımı sadece O'na yöneltiyorum. Hz. Şuayb, bundan sonra sözü değiştirerek hatırlatmalarını başka bir alanda yoğunlaştırıyor. Soydaşlarına uzun uzun Hz. Nuh'un, Hz. Hud'un, Hz. Salih' in, Hz. Lût'un soydaşlarının başlarına gelen felâketleri, bu felâketlerin sonucundaki yokoluşlarını hatırlatıyor. Çünkü bu acı olayların hatırlatılışı, böylesine katı kalplerde, mantığa dayalı yumuşak sözlerden çok etkili olabilir. Yumuşak ve mantıklı sözlerden yararlanabilmek, akılca olgun olmayı ve düşünebilmeyi gerektirir.
89- "Soydaşlarım, içinizdeki bana ters düşme, zıt çıkma tutkusu, Nuh'un, Hud'un ya da Salih'in soydaşlarının başına gelen felâketler gibi bir felâketin sizin de başınıza gelmesine sakın yolaçmasın. Üstelik Lût kavmi size pek uzak değil. "
Sırf bana ters düşesiniz diye, sırf bana karşı inat olsun diye size duyurduğum gerçekleri körü körüne yalanlamaya, bana karşı çıkmaya kalkışmayız. Eğer böyle yaparsanız, sizden önceki günahkâr toplumların başlarına gelen felâketlerin sizin de başınıza gelmesinden endişe ederim. Meselâ Hz. Lût'un soydaşlarını düşününüz. Onların hem yurtları ve hem de yaşadıkları dönem size yakındır. Çünkü Medyen yöresi, Hicaz'ı Şam'a bağlayan yol üzerindedir.
Hz. Şuayb, soydaşlarını azap ve yokolma sahneleri ile karşı karşıya getirdikten sonra arkasından önlerine tevbe ve af kapısını açıyor. En sevgi dolu, en cana yakın sözler ile onlara umut aşılıyor, kendilerini Allah'ın rahmetini haketmeye ve yakınlığını kazanmaya özendiriyor.
90- "Soydaşlarım, Rabbinizden af dileyiniz, sonra O'na yöneliniz. Hiç şüphesiz Rabbim kullarına karşı merhametlidir, sevecendir. "
Görülüyor ki, Hz. Şuayb, her yolu deniyor, soydaşlarını kimi zaman öğüt, kimi zaman hatırlatma, kimi zaman korkutma ve kimi zaman umutlandırma alanlarında gezintilere çıkarıyor. Belki kalplerini yumuşatırım, belki yüreklerine korku salarım, belki gerçeklere açılmalarını sağlarım diye her çareye başvuruyor. '
Fakat soydaşlarının kalpleri iyice bozulmuştur, hayata ilişkin değer yargıları son derece çürümüş-kokuşmuştur. Çalışma ve davranış motifleri konusunda alabildiğine bencil düşüncelere sahiptirler. Az yukardaki iyi niyetli öğütlere karşı takındıkları alaycı ve inkârcı tutum, pençesinde kıvrandıkları inanç ve ahlâk bunalımının ulaştığı boyutları açıkça kanıtlamaktadır. Nitekim şimdi de aynı katı yürekliliği yansıtmaktadırlar.
91- Medyenoğulları dediler ki; "Ey Şuayb, söylediklerinin çoğundan hiçbir şey anlamıyoruz. Seni aramızda güçsüz görüyoruz. Eğer aşiretin olmasaydı, seni taşa tutarak öldürürdük. Sen bizim gözümüzde saygın ve dokunulmaz bir kişi değilsin.
Adamların gönülleri bu kadar açık gerçeğe kapalı olduğundan, onu kavramak istemiyorlar. Bu yüzden;
"Dediler ki; `Ey Şuayb, söylediklerinin çoğundan hiçbir şey anlamıyoruz."` Ayrıca hayata ilişkin değerleri; görünür maddi güç kriteri ile ölçüyorlar. Okuyoruz:
"Seni aramızda güçsüz görüyoruz."
Hz. Şuayb'ın taşıdığı ve yüzlerine haykırdığı güçlü gerçeğin onların gözünde hiçbir ağırlığı, hiçbir önemi yoktur: Devam edelim:
"Eğer aşiretin olmasaydı, seni taşa tutarak öldürürdük."
Önem verdikleri değer inanç bağlılığı değil, aşiret taassubudur; gönül bağını umursadıkları yok, tek geçerli saydıkları bağ, kan ve soy bağıdır. Ayrıca yüce Allah'ın dostlarına yönelik kayırıcılığından da haberleri yok. O'nu hiç hesaba katmıyorlar. Okuyoruz:
"Sen bizim gözümüzde saygın ve dokunulmaz bir kişi değilsin."
Bize göre sen ne değerce ve onurca üstün bir kişisin ve ne de yıldırıcı ve ezici bir maddi gücün var. Bizim güçlülük ve saygınlık ölçümüz aile ve aşiret ölçüsüdür.
Böyledir bu. Vicdanlar tutarlı bir inanç sisteminden, yüce değerlerden ve üstün ideallerden yoksun kalınca yere kapaklanırlar, toprağa yapışırlar, kısa vadeli çıkarların ve dünya değerlerinin tutsağı olurlar. O zaman ne yüce bir çağrıyı ve ne de büyük bir gerçeği saygın görürler. Ayrıca böyle bir çağrının temsilcisini,, kaba kuvvet kullanarak susturmaktan da çekinmezler. Yeter ki, sığınacağı bir aşireti, saldırılara karşı kendisini koruyacak vurucu bir gücü olmasın. İnanca, gerçeğe ve haklı çağrıya saygı göstermeye, onları dokunulmaz saymaya gelince, bu boş ve kof vicdanlarda böylesine bir değerin ne ağırlığı ve ne sözü edilir bir etkisi vardır.
HZ. ŞUAYB'IN GAYRETLERİ
Bu noktada Hz. Şuayb, Rabbinin yüceliğinden ve ululuğundan kaynaklanan cesaretle gayrete geliyor. Koruyucularının ve aşiretinin himayesinden sıyrılıyor. Soydaşlarının, evrene egemen olan gerçek güçlere ilişkin değerlendirmelerindeki yanılgılarını yüzlerine vuruyor. Bütün yaptıklarını bilgisi ile kuşatan yüce Allah'a karşı edepsizlik yaptıklarını haykırıyor. Son sözünü söyleyerek soydaşları ile arasında inanç farklılığına dayalı bir ara kesit çiziyor, Allah ile onların aralarından çıkıyor, onlar gibileri bekleyen azabın kara haberini veriyor, kendilerini tercih ettikleri acı sonla başbaşa bırakıyor.
92- "Ey soydaşlarım, aşiretim sizin gözünüzde Allah'dan daha mı üstün, daha mı önemlidir ki, O'na sırt döndünüz, O'nu yabana attınız? Hiç kuşkusuz, yaptığınız her hareket Rabbimin bilgisinin kapsamı içindedir.
93- "Soydaşlarım, siz bildiğiniz gibi hareket ediniz, ben de bildiğim gibi hareket edeyim. Hangimizin perişan edici bir azaba uğrayacağını, hangimizin yalancı olduğunu yakında göreceksiniz. Bekleyiniz; ben de sizinle birlikte bekliyorum. "
Evet; "Sizin gözünüzde aşiretim, Allah'dan daha mı üstün, daha mı önemlidir?"
Aşiretim, nihayet bir grup insandır. Ne kadar güçlü ve ne kadar. yıldırıcı olsalar da eninde sonunda insandırlar, zayıf varlıklardır, Allah'ın birkaç kuludurlar. Öyleyken size göre bunlar Allah'dan daha mı üstündürler? Bu kimseler, sizi Allah'dan daha mı çok korkutuyor, yüreklerinize O'nun saldığından daha büyük bir heybet mi salıyor? Devam ediyoruz:
"Ki, Allah'a sırt çevirdiniz."
Bu ifâde "bir yana bırakma"yı ve "yüz çevirme"yi somut biçimde anlatıyor. Bu özelliği ile adamların davranışlarının çirkinliğine çirkinlik katıyor. Öyle ya. Adamlar yüce Allah'ı bir yana bırakıyorlar, O'na sırtlarını dönüyorlar. Oysa O'nun yaratıklarındandırlar. Rızıklarını veren, safasını sürdükleri refahı kendilerine bağışlayan O'dur. Buna göre onların yüce Allah'a sırt çevirmeleri kâfirlik, gerçeği yalanlama ve değer bilmezlik olduğu kadar, aynı zamanda da şımarıklık, nankörlük ve utanmazlıktır. Ayetin son cümlesini okuyoruz:
"Hiç kuşkusuz yaptığınız her hareket Rabbimin bilgisinin kapsamı içindedir."
"Kapsam içine alma", "kuşatma" bir şeyi bilmenin, o şeye güç yetirmenin en somut ifadesidir.
Hz. Şuayb'ın bu sözlerinde Rabbinin ululuğuna ve yüceliğine dil uzatılan bir mü'minin öfkesi okunuyor. Bu öfke kabarınca onun yanında soy gururu, koruma ekibi gururu, aşiret ve ırkdaş gururu barınamaz olur. Hz. Şuayb, soydaşlarını koruma ekibi ile korkutmaya kalkışmıyor, bu amaçla köpürüp küplere binmiyor. Onlara doğru elini kaldırmıyor, döğmeye, yumruk sallamaya kalkışmıyor ki, onlar ondan böyle bir tepki bekliyorlar. Ya da koruma ekibi onlara karşı muhafızlığını yapsın, artık kendisininkinden başka bir yolun yolcuları oldukları kesinleşen soydaşlarının muhtemel saldırılarına göğüs gersin diye yan gelip yatmıyor. İşte gerçek anlamı ile "iman" budur. Mü'min, sadece Rabbi ile övünür. Rabbinden korkmayanların yüreklerine korku salan bir koruma ekibinden hoşlanmaz. Çünkü mü'min koruma ekibine ve soydaşlarına değil, Rabbine ve dinine bağlıdır, bunların üzerinde titrer, bunlara toz kondurmaya yanaşmaz. İşte aslında İslâm düşüncesi ile bütün zamanların ve bütün ülkelerin cahiliye düşüncesi arasındaki yol ayırımı burasıdır. Allah adına duyulan bu öfkeden, O'ndan başkası ile övünmeye yanaşmamaktan, O'ndan başkasının himayesine sığınmaya tenezzül etmemekten, Hz. Şuayb'ın soydaşlarına yönelttiği o "meydan okuma" eylemi doğuyor. O bu yüzden onlar arasında kesin bir ayrılık çizgisi çizebiliyor. Bunu yaparken soyca onlardan biri olduğunu umursamayabiliyor. Bu durumda iki tarafın yolları, artık hiç birleşmemek üzere ayrılıyor. Okuyoruz:
"Ey soydaşlarım, siz bildiğiniz gibi hareket ediniz."
Yolunuza devam ediniz, bildiğinizden geri kalmayınız. Artık sizden elimi çektim.
"Ben de bildiğim gibi hareket edeyim."
Kendi yolumdan gideyim, inandığım sisteme uyayım:
"Hangimizin perişan edici bir azaba uğrayacağını, hangimizin yalancı olduğunu yakında göreceksiniz."
Ben mi, yoksa siz mi?
"Bekleyiniz; ben de sizinle birlikte bekliyorum."
Beni ve sizi bekleyen akıbeti gözleyiniz. Bu tehdit, Hz. Şuayb'ın kendi geleceğinden emin olduğunun mesajını verdiği gibi, aradaki köprülerin atılmış olduğunun ve yolların iyice ayrıldığının da mesajını duyurmaktadır.
YOKOLUŞ SAHNESİ
Burada perde iniyor. Hz. Şuayb'ın bu son sözü söylemesi ve araya kesin bir ayrılık çizgisi çizmesi ile sahne kapanıyor. Arkasından yeni bir sahnenin perdesi açılıyor. Bu sahnede adamların toptan helâk oluşlarını, evlerinin orasına burasına yığılıp kalmış cesetlerini seyrediyoruz. Hz. Salih'in soydaşlarını yakalayıp canlarını yere seren korkunç gürültü onları da yakalayarak cansız yerlere yatırmıştır. Akıbetleri, Hz. Salih'in soydaşlarının acı sonu gibi olmuş, evleri-barkları ıssız kalmıştır. Sanki burada hiç evleri olmamıştı. Sanki burası hiçbir zaman şenlik olmamış, evlerle barklarla donanmamıştı. Tıpkı Hz. Salih'in soydaşları gibi lânetle yolcu edilerek göçüp gittiler. Varlık alemindeki sayfaları dürüldü, anıları kalplerden siliniverdi.
94- Azaba ilişkin emrimiz geldiğinde Şuayb ile beraberindeki mü'minleri, rahmetimizin sonucu olarak kurtardık. O zalimler müthiş bir gürültüye tutuldular da evlerinde, oldukları yerde yığılıp kalıverdiler.
95- Sanki az önce o evlerde yaşayanlar onlar değildi. Hey, Semudoğulları nasıl kahroldularsa, Medyenoğulları da öyle kahrolsunlar!
Böylece tarihin kara sayfalarından biri daha kapanmış oldu. Bu sayfada yüce Allah'ın uyarılarını yalanlamış olanlar hakkında yalan saydıkları tehdit gerçekleşmiş oldu.
HZ. MUSA VE FİRAVUN
Okuduğumuz hikâyelerin sonunda "Hz. Musa ile Firavun" hikâyesine kısaca değiniliyor. Bu değinmede Firavun ile yakın adamlarının ve onun emirlerine körükörüne boyun eğen soydaşlarının acı sonları tescil ediliyor. Bu kısa özette ayrıca hikâyenin burada anlatılmayan olaylarına dolaylı biçimde değiniliyor. Bir de hareketli, canlı bir kıyamet sahnesi gözlerimizin önüne getiriliyor. Gerek bu kısa özette ve gerekse o kıyamet sahnesinde İslâmın önémli bir ilkesine dikkatlerimiz çekiliyor. Bu önemli ilke, kişisel sorumluluk ilkesidir. Liderlere ve baştakilere bağlılığın bu sorumluluğu, fertlerin üzerinden düşüremeyeceği vurgulanıyor.
Burada gözlerimizin önüne getirilen sahne şöyle başlıyor: Hz. Musa, yüce Allah'ın gücü ve otoritesi ile desteklenmiş ayetler ile Firavun diktatörüne ve ileri gelen kurmaylarına gönderiliyor.
96- Musa'yı da ayetlerimizle ve somut mucizeler ile peygamber olarak gönderdik.
97- Onu Firavun'a ve yandaşlarına gönderdik. Yândaşları Firavun'un emrine uydular. Oysa Firavun'un emri doğruya iletici değildir.
Ayetler, hikâyenin adımlarını kısaltarak sözü sonuna bağlıyorlar. Bir de bakıyoruz ki, Firavun'un yandaşları diktatörün emrine körükörüne bağlanarak, yüce Allah'ın emirlerine karşı gelmeyi tercih ediyorlar. Firavun'un emirleri aptalca, cahilce ve saçma şeyler olmalarına rağmen onlara uyuyorlar. Okuyalım:
"Yandaşları Firavun'un emrine uydular. Oysa Firavun'un emri doğruya iletici değildi."
Adamlar, Firavun'un emirlerine körükörüne uydular. Onun izinden gittiler. Düşünmeden-taşınmadan sapık adımlarını izlediler. Hiçbir konuda kendi
görüşlerini işe karıştırmadılar. Böylece kendilerini küçük düşürdüler. Yüce Allah onları akılla, irade ile, tercih özgürlüğü ile, gidecekleri yolu serbestçe seçme ayrıcalığı ile onurlandırdığı halde, onlar bu onurlu konumlarından feragat ettiler. Onlar böyle alçaltıcı bir tutumu benimsedikleri için ayet, Firavun'un kıyamet günü de onları güdeceğini, onların orada da ona kuyruk ve sürü olacaklarını açıklıyor.
98- Kıyamet günü, Firavun soydaşlarının önüne düşerek onları cehenneme götürdü. Vardıkları yer ne fena bir yerdir!
Buraya kadar geçmişe ait bir hikâye ve geleceğe ilişkin bir kara haber dinliyorduk. Fakat bu noktada sahnenin sonu, başına geçiveriyor. Bir de bakıyoruz ki, gelecek zaman geçmiş zaman olmuş, olup bitmiş bir olaya dönüşmüştür. Bir de bakıyoruz ki, bu altüst olmuş zaman boyutunda Firavun, yandaşlarının önüne düşerek onları cehenneme sürüklemiş ve bu iş noktalanmıştır. Okuyoruz:
"Soydaşlarının önüne düşerek onları cehenneme götürdü."
Onları cehenneme götürdü. Tıpkı çobanın, koyun sürüsünü su başına götürmesi gibi. Zaten onlar düşüncesiz, akılsız bir koyun sürüsü değiller miydi? Onlar dünyada kendilerini insan yapan en önemli ayrıcalıklarından, yani özgür iradelerinden ve serbest tercih yapabilme haklarından kendi rızaları ile vazgeçmemişler miydi? Bu yüzden Firavun, onları bir koyun sürüsü gibi güderek cehenneme sürükledi. Ama heyhat! Bu varılan yer bir subaşı değildir. Orada susuzluk giderilemiyor. Orada yanık ciğerlérin; ateşi düşürülemiyor. Orada karınlar ve kalpler kebap gibi kızarıp eriyor sadece. Okuyalım:
"Vardıkları yer ne fena bir yerdir!"
Bir de bakıyoruz ki, bütün bunlar, yani Firavun'un bu adamların önüne düşüp kendilerini bu kötü yere götürmesi, meğer bize anlatılan bir hikâye imiş. Şimdi de bu hikâyeye bir değerlendirme cümlesi ekleniyor.
99- Çarpıldıkları azaba ek olarak hem dünyada hem de ahirette lânete uğramışlardır. Paylarına düşen bu armağan ne fena bir armağandır.
Ayetin son cümlesinde bu acı sonları alay konusu ediliyor, içine düştükleri durumun komikliği vurgulanıyor. Okuyoruz:
"Paylarına düşen bu armağan ne fena bir armağandır."
Bu cehennem ateşi, Firavun'un kendisine bağlı kalan soydaşlarına armağan ettiği bir bağış, bir minnet ödülüdür!
Hani Firavun, Hz. Musa'nın karşısına çıkardığı büyücülerine büyük bir ödül, göz kamaştırıcı bir armağan vaad etmemiş miydi? İşte onun gözü bağlı yandaşlarına verdiği armağan, cehennem ateşi! Ne fena bir varılacak yer ve ne kötü bir armağan! Değil mi?
Burada bu hayrete düşürücü kitabın yani Kur'an'ın, düzeyine erişilmez anlatım ve tasvir sanatının seçkin bir örneği ile karşı karşıyayız.

Hiç yorum yok: