BESMELE

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيمِ

15 Temmuz 2009 Çarşamba

MÜŞRİKLERE MEYDAN OKUMA

Kalem Suresi

MÜŞRİKLERE MEYDAN OKUMA

Bu iki akıbeti vurguladıktan sonra surenin akışı müşriklerle karışık, kapalı ve anlaşılmaz bir tarafı bulunmayan son derece yalın ifadeli bir tartışmaya giriyor. Onlara meydan okuyor. Bir tek cevaptan başka seçeneği bulunmayan, ayrıca demagoji yapmaya da imkan bırakmayan peş peşe çarpıcı sorularla onları köşeye sıkıştırıyor. Bunun yanı sıra ahirette gerçekleşen korkunç bir sahne ile bir de dünya hayatında üstün iradeli, karşı konulmaz caydırıcı güce sahip ulu Allah'ın aleyhlerinde başlatacağı savaş ile onları tehdit ediyor:

35- Öyle ya biz Müslümanları o günahkarlarla bir tutar mıyız hiç?

36- Size ne oluyor? Ne biçim hüküm veriyorsunuz?

37- Yoksa bir kitabınız varda ondan mı bu hükümleri okuyorsunuz?

38- Onda beğendiğiniz her şeyi mi buluyorsunuz?

39- Yoksa "İstediğiniz gibi hükmedebilirsiniz" diye sizin lehinize olarak tarafımızdan verilmiş kıyamet gününe kadar geçerli kesin sözler mi var?

40- Sor onlara: Bu iddiayı onların hangisi savunacak?

41- Yoksa kendilerinin ortaklarımı var? Doğru iseler ortaklarını çağırsınlar.

42- O gün işin dehşetinden baldırlar açılır; ve secdeye davet edilecekleri gün secde edemezler.

43- Gözleri dönmüş olarak yüzlerini zillet kaplar. Onlar sağlam iken de secdeye davet edildiler fakat secde etmezlerdi.

44- Bu sözü yalanlayanı bana bırak; onları bilmedikleri yerden derece derece azaba yaklaştıracağız.

45- Onlara mühlet veriyorum. Doğrusu benim tuzağım sağlamdır.

46- Yoksa sen onlardan bir ücret istiyorsun da onlar ağır borç altında mı kalıyorlar?

47- Yoksa gaybın bilgisi kendi yanlarında da onlar mı istedikleri gibi yazıyorlar?

Ahiret azabına ve dünyada Allah'ın aleyhlerinde açacağı savaşa ilişkin bu korkunç tehdit -görüldüğü gibi- bu tartışma ve bu meydan okuma esnasında yöneltiliyor. Hiç kuşkusuz bu tartışma ortamını elektriklendiriyor. Meydan okumanın ağırlığını artırıyor.

"Öyle ya biz Müslümanları o günahkârlarla bir tutar mıyız hiç?" şeklindeki olumsuzluk ifade eden ilk soru, biraz önce sunulan ayetlerde gözler önüne serilen her iki grubun akıbetine dikkat çekiyor. Bu sorunun tek bir cevabı var: Hayır... Olamaz... Rablerine teslim olan, buyruklarına boyun eğen Müslümanlar asla, bu iğrenç sıfatla nitelendirilmeyi hakkedecek kadar günah işleyen suçlular gibi olamazlar. Gerek akıbet gerekse mükafat açısından Müslümanlarla suçluların bir tutulması ne akıl ne de adalet ölçülerine göre normal değildir.

Bu yüzden olumsuzluk ifade eden bir başka soru yer alıyor: "Size ne oluyor? Ne biçim hüküm veriyorsunuz?" Neyiniz var sizin? Neye dayanarak bu tür hükümler veriyorsunuz? Değer ve miktarları nasıl ölçüyorsunuz ki, ölçülerinize ve hükümlerinize göre Müslümanlarla suçlular bir oluyor?

Surenin akışı olumsuzluk ifade eden, onların tutumlarını kınayan sorulardan sonra, şimdi de onları alaya alıyor, gülünçlüklerini ortaya koyuyor: "Yoksa bir kitabınız varda ondan mı bu hükümleri okuyorsunuz? Onda beğendiniz her şeyi mi buluyorsunuz?" akıl ve adalet ölçülerine sığmayan bu tür hükümleri çıkardıkları ve kendilerine Müslümanlarla suçluların bir olduğunu söyleyen bir kitapları mı var? şeklinde yöneltilen soru alay etme ve küçümseme amacına yöneliktir. Bu, olsa olsa onların arzularına uygun, isteklerini tatmin eden komik bir kitaptır. Bu kitapta onların benimsediği ve istediği türden hükümler doludur. Onların bu komik kitabı gerçeğe, adalete, akla ve normal insani standartlara uymuyor.

"Yoksa `istediğiniz gibi hükmedebilirsiniz' diye sizin lehinize olarak tarafımızdan verilmiş kıyamet gününe kadar geçerli kesin sözler mi var?"

Eğer ellerinde kitap yoksa o zaman böyle bir söz almış olmalılar. Kıyamet gününe kadar diledikleri gibi hükmetmek ve dilediklerini seçmek üzere Allah'tan bir söz almış olmalılar. Oysa böyle bir şey yok. Allah'tan böyle bir söz almış değildirler. Şu halde neye dayanarak konuşuyorlar? Dayanakları nedir onların?

"Sor onlara: Bu iddiayı onların hangisi savunacak?"

Onlara sor kim bu iddiayı üstlenecek? Ne yaparlarsa yapsınlar Allah tarafından sorumlu tutulmayacaklarına, kıyamet gününe kadar diledikleri gibi hükmetmek üzere Allah'tan söz aldıklarına ilişkin iddiayı hangisi savunacak?

Bu, yüz kızartıcı, derin etkili ve sarsıcı bir alay ifadesidir. Her şeyi olduğu gibi gözler önüne seren bir meydan okumadır.

"Yoksa kendilerinin ortakları mı var? Doğru iseler ortaklarını çağırsınlar." Aslında onlar Allah'a ortak koşuyorlardı, ama ayetin ifade tarzı ortakların Allah'a değil kendilerine ait olduğunu dile getiriyor. Allah'a ortak koşulan birtakım düzmece tancıların olduğunu bilmezlikten geliyor. Bunun yanı sıra, eğer iddialarında doğru iseler bu ortakları getirmeleri istenerek kendilerine meydan okunuyor. Ama ne zaman çağıracaklar ki?

"O gün işin dehşetinden baldırlar açılır; ve secdeye davet edilecekleri gün secde edemezler. Gözleri dönmüş olarak yüzlerini zillet kaplar. Onlar sağlam iken de secdeye davet edilirler fakat secde etmezlerdi."

Böylece surenin akışı onları şu anda yaşanmıyormuş gibi kıyametteki bu sahne ile yüz yüze getiriyor. Sanki Allah'a ortak koştukları düzmece tanrıları çağırmaları şeklindeki meydan okuma bu sahnede yöneltiliyor onlara. Aslında bu gün yüce Allah'ın ilminin kapsamında fiilen yaşanan bir gerçektir ve onun ilminin kapsamındaki olgular zamanla sınırlı değildirler. Bu sahnenin bu tarzda muhataplara sunulması Kur'an-ı Kerimin ifade yöntemi uyarınca ruhlar üzerinde daha derin, daha canlı ve daha belirgin bir etki bırakıyor.

Arap atasözleri arasında yer alan baldırların açılması deyimi sıkıntı ve şiddeti vurgulamak için kullanılır. O gün kolların sıvandığı baldırların açıldığı, sıkıntı ve zorluğun dayanılmaz boyutlara vardığı kıyamet günüdür. Bu günde şu büyüklük taslayanlar secde etmeye çağrılıyorlar ama secde edemiyorlar. Bu secde edemeyişleri ya vaktin geçmesinden ya da bir başka yasak tanımlandıkları gibi "Boyunlarının bükük başlarının eğik" (İbrahim suresi 43) olmasından kaynaklanıyor. Sanki bedenleri ve sinirleri kendi iradeleri dışında korku ve dehşetten tutulmuş gibidir. Her halûklarda bu ifade o günde yaşanan sıkıntıya, çaresizliğe ve korkunç meydan okumalara işaret etmektedir.

Sonra surenin akışı o günkü pozisyonlarını yeni çizgilerle tamamlıyor: "Gözleri dönmüş olarak yüzlerini zillet kaplar." Şu büyüklük taslayanlar, şımarıklar ve korkudan dönmüş gözler, zillet kaplamış yüzler... Onların kibirden şişmiş, burnu havadaki başların karşılığıdır. Bu ifade aynı zamanda surenin başlarındaki tehdidi de çağrıştırmaktadır: "Biz yakında onun burnunu damgalayacağız." Çünkü burada aşağılanmışlık ve horlanmışlık anlamının ön plana çıkarılması son derece belirgin ve etkin bir biçimde amaçlanmıştır.

Onlar bu aşağılayıcı ve küçük düşürücü durumdayken surenin akışı daha önce büyüklük taslamalarını, Allah'ın ayetlerine karşı burun kıvırmalarını hatırlatıyor: "Onlar sağlam iken de secdeye davet edilirler fakat secde etmezlerdi." Daha önce secde edebilecekleri durumdayken, burun kıvırıyor, büyüklük taslıyorlardı. O zaman öyleydiler. Ama şimdi bu aşağılayıcı ve küçük düşürücü sahnede yer alıyorlar. Dünya hayatı artık geride kalmış. Şimdi secde etmeye çağırılıyorlar. Fakat buna güçleri yetmiyor.

Onlar bu dayanılmaz sıkıntının içinde kıvranırken, kalpleri dehşete düşüren bu korkunç tehdide muhatap oluyorlar:

"Bu sözü yalanlayanı bana bırak."

İnsanı iliklerine kadar titreten korkunç bir tehdit. Ezici, caydırıcı, karşı konulmaz, sarsılmaz güce sahip ulu Allah peygamberine "Bu sözü yalanlayanı bana bırak, onunla savaşmayı ben üstleniyorum. Ben onun hakkından gelirim" diyor. Bu sözü yalayan da kimmiş?

Şu küçük, basit, zavallı, düşkün yaratıktır. Şu zavallı karınca... Daha doğrusu şu boşluğa serpiştirilmiş zerre. Karşı konulmaz, caydırıcı güce sahip ulu Allah'ın büyüklüğü karşısında hiçbir şey ifade etmeyen şu hiç yani...

Ey Muhammed... Benimle şu yaratık arasından çekil... Sen ve beraberindeki müminler rahat edin. Bu savaş benimledir, ne seninle ne de müminlerledir. Savaş benimledir. Şu yaratık benim düşmanımdır. Onun işi beni ilgilendirir. Onu bana bırak. Sen ve beraberindeki mü'minler gidin rahatınıza bakın.

Allah'ın ayetlerini yalanlayanlar çepeçevre kuşatan ne dehşet verici bir korkudur bu! Ayrıca maddi güçten yoksun zayıf peygambere ve müminlere ne sağlam bir güvence veriliyor?

Sonra caydırıcı ve karşı konulmaz güce sahip ulu Allah şu basit, küçük ve zavallı yaratığa karşı başlattığı savaşta uyguladığı stratejiyi açıklıyor.

"Onları bilmedikleri yerden derece derece azaba yaklaştıracağız. Onlara mühlet veriyorum. Doğrusu benim tuzağım sağlamdır."

Aslında şu Allah'ın ayetlerini yalanlayanlar ve yeryüzündeki bütün canlılar yüce Allah'ın haklarında böyle bir tuzak kurmasını gerektirmeyecek kadar basittirler, önemsizdirler. Ne var ki yüce Allah, kendilerine gelsinler; şu anda içinde bulundukları yanıltıcı güvenli ortamın aslında içine düştükleri bir tuzak olduğunu bilsinler; zulüm, azgınlık, gerçeklere karşı burun kıvırma ve sapıklıkta kendilerine süre tanınmış olmasının aşama aşama en kötü akıbete sürüklenmeleri amacına yönelik olduğunu anlasınlar diye onları kendisinden sakındırıyor, uyarıyor. Onlara mühlet tanınmış olması sorumluluğu eksiksiz yüklenmeleri, günah yüklü kimselerin konumuna gelmeleri, rezil olmayı, aşağılanmayı ve işkenceyi hakkedenlerin durumuna düşmeleri için kurulmuş bir tuzaktır.

İnsanları açıkça uyarmaktan, aleyhlerine aşamalı olarak işleyen stratejiyi ve planı açıklamaktan daha büyük bir adalet, daha etkin bir merhamet olamaz. Yüce Allah bu uyarı ve sakındırma ile kendi düşmanlarına, dininin ve peygamberinin düşmanlarına adaletini ve merhametini sunuyor. Onlar daha bu olumsuz tutumlarını sürdürüyorlarken, seçimlerini sapıklıktan yana yapmışlarken örtü kaldırılıyor, meseleler olduğu gibi gün yüzüne çıkarılıyor.

Yüce Allah mühlet verir ama ihmal etmez. Artık kaçıp kurtulamayacağı şekilde kıskıvrak yakalayana kadar zalime süre tanır. işte burada ulu Allah serbest iradesiyle belirlediği yasasını ve savaş stratejisini bu şekilde açıklıyor ve Peygamberine şöyle diyor: Bu sözü yalanlayanı bana bırak. Benimle mal, evlat, mevki ve iktidarla övünenlerin arasından çekil, onlara bir süre için mühlet vereceğim. Bu nimetleri onlar için bir tuzak haline getireceğim. Bununla Peygamberine güvence verirken, düşmanlarını da uyarmış oluyor. Sonra onları bu korkunç tehditle baş başa bırakıyor.

İnsanın içini karartan bu kıyamet sahnesinin ve bu korkunç tehdidin oluşturduğu dehşet verici atmosferde tartışma ve meydan okuma tamamlanıyor. Onların bu tuhaf tutumlarının meydana getirdiği şaşkınlık noktalanıyor.

"Yoksa sen onlardan bir ücret istiyorsun da onlar ağır borç altında mı kalıyorlar?"

Yoksa doğru yolu bulmalarına karşılık olarak istediğin bu ağır ücret mi onları burun kıvırmaya, Allah'ın ayetlerini yalanlamaya sürüklüyor? Ödemek zorunda kaldıkları bu ağır bedel mi onları bu iğrenç akıbeti tercih etme durumunda bırakıyor?

"Yoksa gaybın bilgisi kendi yanlarında da onlar mı istedikleri gibi yazıyorlar?"

Yoksa onlar gaybın kapsamında olanlardan emindirler Dolayı siyle kendilerini bekleyen akıbet hafif mi geliyor? Yoksa gaybı ortaya çıkardılar da içindekileri yazıp öğrendiler mi? Veya gaybın içindekiler ini bizzat kendileri mi yazdılar da, bunu arzularının garantisi mi kıldılar?

Ne bu ne o! Şu halde bu tuhaf ve kuşku uyandırıcı tutumu sergilemelerinin dayanağı nedir?

Bu anlamlı ve hayret verici olduğu kadar ürpertici olan ifade ile: "Bu sözü yalanlayanı bana bırak." Allah ile aldanmış düşmanlarının arasındaki savaş stratejisinin ve yasasının bu şekilde duyurulması ile yüce Allah iman ile küfür, hak ile batıl arasındaki savaşın yükümlülüğünü Hz. Peygamberden ve müminlerden alıyor. Çünkü bu çarpışma yüce Allah'ı ilgilendirir. Bizzat üstlendiği bu savaş onun meselesidir.

Peygamber Efendimiz ve müminlerin bu savaşta önemli ve etkin bir rol üstlendikleri görünse de mesele gerçekte de yüce Allah'ın vurguladığı gibidir. Çünkü Peygamber Efendimizin ve müminlerin bu savaşta üstlendikleri rol yüce Allah'ın müsaadesi oranında düşmanlarıyla giriştiği savaşa ilişkin planının bir parçasıdır. Onlar bu savaşta araç konumundadırlar. Dilerse yüce Allah kullanır bu araçları. Dilemezse kullanmaz. O, her iki durumda da etkin olarak iradesini yerine getirir. O, her iki durum dada iradesi uyarınca belirlediği yasa gereği çarpışmayı bizzat kendisi yönlendirir.

Bu ayet indiği zaman Peygamber Efendimiz henüz Mekke'deydi. Beraberindeki müminler de azınlık durumundaydı ve hiçbir şeye güçleri yetmezdi. Dolayı siyle bu ayet, zayıflara güvence verirken, maddi güç, mevki-makam, mal ve evlatla övünenlerin içine korku salıyordu. Sonra Medine'de durumlar ve konumlar değişti. O zaman yüce Allah Hz. Peygamberin ve müminlerin bu savaşta belirgin bir rol üstlenmelerini diledi. Fakat orada da Mekke'de zayıf durumda iken onlara söylediği sözü pekiştirdi. Onlar Bedir savaşında zafer kazanmışken şöyle buyurdu: "Siz onları öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları. Onlara doğru ok atarken aslında sen atmadın, onu Allah attı. Bununla Allah müminleri güzel bir sınavdan geçirmek istedi. Çünkü Allah her şeyi işitir, her şeyi bilir."(Enfal suresi 17)

Amaç bu gerçeğin, yani çarpışmanın Allah'a ait olduğu gerçeğini, savaşın O'nun savaşı olduğu gerçeğinin, meselenin O'nun meselesi olduğu gerçeğinin müminlerin kalplerine kök salmasıdır. Buna göre yüce Allah bu savaşta bir rol veriyorsa bu, onları güzel sonuçlu bir sınavdan geçirmek içindir. Bu sınav Dolayı siyle onları ödüllendirmek içindir. Fakat savaşa ilişkin belirleyici gerçek ise O'na özgüdür. Zafer gerçeği ise O'nun yazdığına bağlıdır. Allah bu yazdığını hem onlar hem de başkaları için uygular. Onlar savaşa giriştikleri zaman yüce Allah'ın kudretinin aracıları konumundadırlar. Üstelik onun elindeki tek araç ta kendileri değildir.

Bu, son derece açık ve anlaşılır bir gerçektir. Her konuda, her durumda ve her konumda Kur'an ayetlerinin satır aralarından bu gerçeği görmek her zaman için mümkündür. Aynı zamanda bu gerçek, yüce Allah'ın kudretine ve takdirine, evrensel yasasına ve serbest iradesine, ayrıca Allah'ın takdirinin gerçekleşmesine aracı olan insanların gücünün gerçek mahiyetine ilişkin imani düşünce ile de uyuşmaktadır. Evet insanların sahip bulundukları güç, bir araçtır. Başka da bir şey değildir.

Bu gerçek, ister maddi güçlere sahip olsun, ister bunlardan yoksun bulunsun her iki durumda da müminin kalbine güven duygusunu aşılar. Ancak müminin kalbini Allah için her türlü olumsuz duygudan arındırması gerekir. Cihad amacı ile hareket ederken sadece Allah'a güvenip dayanması gerekir. Çünkü iman-küfür, hak-batıl savaşında kendisine zafer kazandıran kendi gücü değildir. Onun için zaferi garantileyen sadece ulu Allah'tır. Maddi güçlerden yoksun bulunması, zayıf olması yenilmesine neden olmaz. Çünkü arkasında Allah'ın gücü vardır. işte onun adına savaşı üstlenen ve sonuçta kendisi için zaferi garantileyen bu güçtür. Ne var ki yüce Allah zaman tanır, meseleleri peyderpey sonuçlandırır. işleri serbest iradesi, hikmeti, adalet ve rahmeti uyarınca zamanı gelince çözüme bağlar.

Karşısına dikilen mümin ister zayıf olsun, ister güçlü olsun her iki durumda da bu gerçek Allah'ın düşmanının kalbine korku salar. Çünkü kendisi ile çarpışan bu mümin değildir. Sınırsız gücü ile, karşı konulmaz, ezici yüceliği ile savaşı üstlenen ulu Allah'tır kendisi ile çarpışan Peygamberine: "Bu sözü yalanlayanı bana bırak." benimle şu bedbaht sapığın arasından çekil diyen yüce Allah' tır kendisi ile vuruşan. Yüce Allah ona süre tanır ve O'nu aşamalı olarak akıbetine doğru sürükler. Bu esnada O, maddi gücün ve hazırlığın doruklarında bile olsa ürkütücü, dehşet verici, korkunç bir tuzağa yakalanmıştır bile. Aslında onun sahip bulunduğu maddi gücün kendisi tuzaktır. Elindeki maddi hazırlık onun için bir kapan işlevini görür. "Onlara mühlet veriyorum. Doğrusu benim tuzağım sağlamdır." Fakat bu ne zaman gerçekleşir? işte bu yüce Allah'ın sonsuz bilgisinin kapsamında gizlidir. Kim yüce Allah'ın bilgisinin kapsamındaki gayptan ve O'nun tuzağından emin olabilir ki? Doğru yoldan ayrılmış sapık milletlerden başkası Allah'ın tuzağından emin olabilir mi?

Hiç yorum yok: